Hünkârın sağlığını hekimbaşına sorarlar

SAMET TINAS
Abone Ol

Günümüzde salt “doktor” olarak kullandığımız tabir İslam dünyasında tabip yahut hekim olarak bilinir. Ancak hekimlik tabiplikten öte ilmî dirayet gerektiren bir durumdur. Tabip sadece tıp ilmine vakıf iken, hekim fıkıhtan mantığa, tıptan kimyaya, astronomiden edebiyata uzanan pek çok dalda kendini yetiştirmiş kimsedir. Keza doktor kullanımı da eksik bir kullanım. Doktorluk bir ilimde yeterliliği gösterdiğinden, kastedilen mânânın “tıp doktoru” olması gerekir. Çünkü tarih doktorası verene “tarih doktoru”, hukuk doktorası verene de “hukuk doktoru” denilmektedir.

Bin Selman’ın dokunanı yakan iktidarı
Gerçek Hayat

Mesleği hastalıkları teşhis ve tespit etmek olan hekimliğin Osmanlı sarayındaki en üst mercii “hekimbaşılık”tı. Hekimbaşı, Osmanlı sarayındaki doktor, cerrah ve eczâcıların ayrıca memleketin bütün sağlık kuruluşlarının başı durumundaydı.

Osmanlı tarih yazıcılığı devletin kuruluşuna nazaran biraz geç bir dönemde başladığından hekimbaşılığın bir makam olarak ne zaman teşkilatlandığı ve bu mevkie ilk kimin tayin edildiği bilinmemektedir.

İlk devirlere ait sarayda hekimler olduğu bilinmekle beraber bütün memleketin sağlık hizmetlerinden mesul olan ilk hekimbaşı, 2. Bayezid dönemindeki Mehmed Muhyiddin İzmitî olarak kabûl edilmektedir.

İlmiyeye mensup olan hekimbaşılar tıp ilmine vâkıf, çok iyi yetişmiş ehliyetli kişiler arasından seçilirdi. Bu makama getirilen kişiye ilk dönemlerde sadrazam, daha sonraları Dârüssaâde ağası, 18. yüzyıl sonlarında padişah huzurunda yapılan merasimle samur kürk giydirilir ve görevi ilân edilirdi. Hekimbaşı ayrıca “sancaklı” denilen aba giyer, başına da tepesi eğik, sarı çuha börk üzerine beyaz sarık (örfî destar) sarardı. Hekimbaşılar protokolde önemli bir yere sahiptiler. İlk dönemlerden itibaren padişahın eceliyle ölmesi durumunda hekimbaşı ihmali veya hatası bulunduğu düşüncesiyle görevinden alınır, padişahın hal edilmesi veya başka sebeplerle tahttan ayrılması halinde yerinde bırakılırdı (Nil Sarı, “Hekimbaşı”, DİA, s. 161).

Hekimbaşılar ilmiyeye mensup olduklarından Divan-ı Hümayun’da vezirden sonra en yetkili makam olan Anadolu ve Rumeli kazaskerliğine kadar yükselebilirlerdi. Yine müderrislik ve kadılık gibi görevlere de tayin edilebilirlerdi. Bunlar Topkapı Sarayı’nda “başlala kulesi” denilen ve hekimbaşı dairesi ya da eczahane olarak kullanılan yerde otururlardı.

Başlıca vazifesi padişah ve hanedan mensuplarının sağlık işlerine bakmaktı.

Başlıca vazifesi padişah ve hanedan mensuplarının sağlık işlerine bakmaktı. Bilhassa padişahın hasta olmaması için ellerinden geleni yaparlar, yemek yerken, sefere giderken asla yanından ayrılmazlar adeta padişah nereye giderse oraya giderlerdi. Ayrıca sarayda hastahane ve eczanenin idarî işlerini yürütürlerdi. Buradaki cerrah ve hekimlerin tayinini yapar, gerekirse görevinden alırlardı. Bundan başka Osmanlı Devletinin sınırları dâhilindeki bütün tabiplerin, cerrahların ve eczacıların tayin ve azil işlerine bakarlardı. Muayene açacaklar hekimbaşından izin vesikası alırdı. Bunun için cerrahbaşı ve kehhâlbaşı ile birlikte muayenehane açacakları teftiş ve imtihan eder, icazeti bulunmayan ehliyetsiz kişilerin dükkânlarını kapattırır ve onları meslekten menederdi.

Diğer taraftan tıp eğitim ve öğretimiyle de doğrudan ilgiliydiler. 19. asırda Hekimbaşı olan Behcet Mustafa Efendi modern tıp eğitiminin öncüleri arasında yer almıştır. Mekteb-i Tıbbiye Nezareti ile yetkileri kısıtlandırılan hekimbaşılığa en son Sultan Abdülmecid döneminde Abdülhak Molla tayin edilmiştir.