Kudüs'ü yeniden Türklere mi verelim?

MEHMET FATİH CAN
Abone Ol

“Bir ulu şehirdir taştan kireçten,İçinde bir evi yoktur ağaçtan…”13. yy. şairlerinden Ahmet Fakih’in, Evsâf-ı Mesâcid-i Şerîfe sinden.

Müteveffa Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, Uluslararası Ortadoğu Komisyonu üyesi olarak 2001 yılında İsrail’e yaptığı gezi ilginç diyaloglara sahne olur.

Siyasi hayatının son seçiminde kaybedince politik arenadan çekilen İsrail eski Başbakanı Ehud Barak, Demirel’le görüşmesi sırasında, ülkesindeki ve bölgedeki güvenlik meselesinden yakınırken, Kudüs’ün Osmanlı dönemindeki yönetiminden bahisle; “Osmanlılar zamanında tek pırpırlı bir Onbaşı, yirmi kişilik askeri gücüyle burayı huzur içinde idare ediyordu. İstanbul’dan gelen talimatları uygulayan Onbaşı otur deyince oturuluyor, kalk deyince kalkılıyordu… Osmanlı Onbaşısı o zaman, şimdi bölgede içinden çıkamadığımız işlerin üstesinden gayet rahat bir şekilde geliyordu…” deyince Demirel o geniş gülüşüyle cevabı yapıştırır; “Bizde o Onbaşı’dan çok! Arzu ederseniz hemen kâfi miktarda gönderelim…”

Osmanlı Onbaşısı o zaman, şimdi bölgede içinden çıkamadığımız işlerin üstesinden gayet rahat bir şekilde geliyordu

Doksanlı yıllarda İsrail Dışişleri Bakanı olan Şimon Peres de, Avrupa Konseyi adına bir grup Batılı parlamenterle birlikte İsrail’de temaslarda bulunan Türk parlamenterler grubunun Kudüs’le ilgili; “Türkler burayı yönettiğinde dört yüz sene barış oldu” sözlerine; “Yani ne demek istiyorsunuz, Kudüs’ü yeniden Türklere mi verelim?” der ve “aslına bakarsanız Mısırlılar da bunu söylüyor” diye devam eder. Bizimkiler fırsatı kaçırmaz; “Verirseniz dört yüz sene nasıl yönettiysek, aynı şekilde huzur içinde yine yönetiriz, adaletsizlik de yapmayız…”

  • Diyaloğu hayretle izleyen Alman ve İngiliz parlamenterler, bu şakalaşmayı dahi hazmedemez ve asık bir yüzle; “Osmanlı dönemi bitti” itirazında bulunurlar... (Turan Yılmaz; Hürriyet; 30 Mart 2001)

Şeklen bitmiştir bitmesine ama bölge için yeni bir Osmanlı barışının yakınlarda olmadığı ne mâlum…

Ne mâlum; çünkü yukarıda nakledilen diyaloglar her ne kadar diplomatik nezaket içerisinde gerçekleşen şakalaşmalar şeklinde okunabilirse de bir şuuraltının dışa vurumu olarak da değerlendirmek mümkün.

Hâkimiyet değil hâdimiyet

Bu türden itiraflar o kadar çoktur ki, hepsine birden satır açmak bu yazının hacmini baya zorlar; ama mesela: İsrail’in eski Dışişleri Bakanı ve başbakanlarından Moshe Sharett, ‘Jerusalem’ isimli kitabında aynen şöyle yazar:

“Yahudiler insan olarak özledikleri adâlet ve huzuru sadece ve sadece Osmanlı Türklerinin hâkimiyet devresinde teneffüs etmiş ve yaşamışlardır…”

Ne diyebilirdi ki; zira Osmanlı hâkimiyeti denen şey, Kudüs'te 1516’dan 1917’ye kadar tam 401 yıl 3 ay ve 6 gün sürmüş bir hâdimiyet devresinden başka bir şey değildir.

Bu hâkimiyet ya da hâdimiyet o kadar nezaketlidir ki…

La ilahe illallah, İbrahim Halilullah

Bütün kitaplı din mensuplarının harman olduğu Kuds-ü Şerif’in, Yafa kapısı olarak da bilinen El Halil kapısı şehri Batı’ya açan, çok tanınan ve en fazla kullanılan kapıdır. “El Halil” Hz. İbrahim'in lakabıdır. Kanuni Sultan Süleyman şehrin surlarını yeniden yükselttiğinde bu kapıya; üç semavi dinin peygamber bildiği Hz. İbrahim'in hatırasına ve şehir sakinlerinin hatırına binaen, “La İlahe illallah, İbrahim Halilullah” yani, “Allah'tan başka ilah yoktur, İbrahim peygamber onun dostudur” kitabesini hâk ettirmiştir…

Yavuz'la avdet eden adâlet…

Yıllar yıllar önce gazeteci İlhan Bardakçı’yı makamında kabul eden İsrail Dışişleri Bakanı Abba Ebban'ın imzalayıp ona hediye ettiği kitabındaki bir bölümü de merhumdan aktararak bölüşelim: “Der ki Abba Ebban: “Türkler gelinceye kadar Sâsâni, Roma ve Arap hâkimiyeti altında geçen süre içinde, Kudüs birçok defa el değiştirmiştir. Yahudiler Kudüs'ün her işgalinde zulümlere uğramışlardır. Amma, Osmanlı Sultanı Yavuz'la adâlet gelmiştir. Yahudiler insan hakkının, adâletin, eşitlik ve şövalyelik ruhunun ne olduğunu Türklerin Kudüs hâkimiyetleri sırasında yaşamışlardır…"

Osmanlı barışı…

Hadi bir mukayese yapalım ki, “Osmanlı Barışı / Paw Ottomana”nın ne demek olduğu biraz daha netleşsin: Kuds-ü Şerif’i 1917 Aralık’ının sonlarında işgal eden ve Filistin’de bir manda rejimi kuran İngilizler, bizden sonra anca otuz yıl dayanabilmişlerdir ve 1948’de her şeyini berbat ettikleri bu toprakları, tası tarağı toplayıp aceleyle terk etmişlerdir...

Hadi bir mukayese yapalım ki, “Osmanlı Barışı / Paw Ottomana”nın ne demek olduğu biraz daha netleşsin

Ve bu aziz beldenin sulh ve selameti için tam dört asır kan, ter ve altın döken Osmanlı çekilmek zorunda kalınca sevinen; ahali değil ama lider konumundaki bazı Arap dostlar ise, bu kutsî toprakların nâmusunu siyonistlere karşı korumak adına giriştikleri 1948, 1967 ve 1973 savaşlarında, sadece saatlerle ifade edilebilecek bir süre kadar dayanabilmişlerdir.

401 yıl 3 ay ve 6 gün nerede; 30 sene nerede ve sadece saatler nerede...

Acı ama kıyaslamamak atalarımıza karşı nâdanlık olur.

İlber Ortaylı hoca “Araplar İngiliz desteğiyle gelen bir bağımsızlık beklerken buldukları; Kudüs'ün Yahudi yurdunu müjdeleyen "Balfour" bildirgesi oldu. Ve bir de otuz yıllık Britanya mandası… Bu manda beceriksizlik, ikiyüzlülük ve merhametsizliklerle dolu bir kötü yönetim örneğidir…" tespitinde çok haklıdır. Zîra İngilizler her yerde olduğu gibi burada da cibilliyetlerinin iktizasınca hareket etmişlerdir. Her girdikleri yeri entrika maharetiyle sömürmede olağanüstü bir beceri ve kovuldukları zaman da benden sonra tufan dercesine başa bela ince tuzaklar kurmada ordinaryüs derecesi bu kavme mahsus bir cibillî vasıftır.

Türk mandası!

Neticede Filistin, İngiliz manda yönetiminin tezgâhı marifetiyle siyonist terör örgütlerinin kan, barut, tedhiş ve yıkımlarıyla sallanırken bazı sağduyu sahibi Yahudiler durumu kavramış; Anglo-Sakson kibir ve hile karşısında pişman olup bölgenin Türkiye'ye bağlanmasını istemişlerse de iş işten geçmiştir.

Şöyle ki; 23 Aralık 1922’de BMM'de önemli bir teklif gündeme gelmiştir. Genel kurul salonunda, İstanbul'daki Yahudi ileri gelenlerinin imzalarını taşıyan, “Filistin'deki idarenin Türk mandasına dönüştürülmesi" talebini havi telgraf müzakereye sunulmuştur. Bunda Filistin'de kurulacak “Yahudi Hakları İdaresi”nin Türkiye'nin kontrolüne verilmesi istenmektedir.

Antalya Mebusu Rasih Efendi söz alarak, "Türkiye Musevilerinin Filistin Musevileriyle alakası olmaması lazımdır. Bu talebi reddetmek gerekir” der. Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey de; “Milli Misakımızın; hudutlarımız dışında kalan dindaşlarımızın iradelerini kullanarak istedikleri şekilde yaşamayı seçme haklarına sahib olmalarını vaz’ ettiğini, Filistin'de de, İmparatorluğumuzun teb’ası olan dindaşlarımız bulunduğunu ve asıl onlarla alakadar olmamız icap ettiğini” savunur. Neticede mesele Hariciyeye havale edilir amma arkası gelmez ve tarihi bir fırsat çöpe atılmış olur.

Antalya Mebusu Rasih Efendi söz alarak, ''Türkiye Musevilerinin Filistin Musevileriyle alakası olmaması lazımdır. Bu talebi reddetmek gerekir” der.

Osmanlı’daki huzuru tattıktan sonra başlarına gelenleri gören Osmanlı Yahudileri boş durmaz ve bu sefer de yeni Türkiye'nin himayesinde yaşayabilmek için her fırsatı değerlendirirler. Hatta henüz İngilizler Filistin’den çekilmeden önce; o sıralar Kahire’de ikamet eden Sultan Aziz ahfadından Şehzade Mahmud Şevket Efendi’ye Filistin’den Yahudi bir heyet gelir ve İngiliz mandasının sona ermesinden sonra Arap Yahudi ortaklığıyla kurulacak yeni devletin başına geçmesi için teklifte bulunurlar. Fakat bu teşebbüs de burada izahı uzun sürecek tafsilatı sebebiyle akamete uğrar.

Sevap paylaştırma düzeni…

Aslında Ehud Barak da diğerleri de ne demek istediklerinin farkındadır, çünkü Osmanlı idari düzeni âdildir, pratiktir ve en mühimmi halis niyete dayanır. Bu tezi tebarüz ettirmek için Kuds-ü Şerif’teki Ortodoks, Katolik, Ermeni ve Süryani kiliselerinin paylaştıkları Mukaddes Kabir Kilisesi'nin hikâyesini kısaca anlatmak işe yarayabilir.

Mukaddes Kabir Kilisesi'nin kontrolü muhtelif Hristiyan cemaatler arasında paylaşılmaktadır. Kilisenin bir parçasını kontrol etmenin mânâsı; orada ibadet etmek, kandil taşımak, dekoratif dini malzemeler asmak ve hepsinden öte o alanın temizliğini vs. takip etmek demektir. Herhangi bir dekorasyonun yerinden kaldırılıp yenilenmesi; bir lambanın asıldığı sütundan alınması gibi sıradan uygulamalar bile “Statüko Kanunu” çerçevesinde gerçekleşmek zorundadır. Tabi; bütün mezhepler Kilise'nin mümkün olduğu kadar fazla kısmının bakımını üzerlerine almak istediklerinden yeni restorasyon projeleri çatışmalara, bazıları kanlı kavgalara yol açmıştır. Osmanlı Devleti çok erken zamanlardan itibaren bu çatışmaların önünü almak istemiş ve kutsî mekânlara âdil düzen getiren fermanlar çıkarmıştır.

Mukaddes Kabir Kilisesi'nin kontrolü muhtelif Hristiyan cemaatler arasında paylaşılmaktadır.

Yine de 1852 yılında Mukaddes Kabir Kilisesi’nin önünde bulunan avlu ve avluyu yola bağlayan merdiven basamaklarını temizleme sevabı Rum Ortodoksları ile Latin Katolik Kilisesinin birbirine girmesine sebep olmuştur. Hâlbuki 1757 fermanında, mekânlar ve işler mezhepler arasında dağıtılırken avluyu temizleme hakkı Ortodokslara, basamakları temizleme hakkı Katoliklere verilmiştir.

1852 yılının günlerinden bir gün Kilisedeki temizlik sırasında farklı mezhep mensubu papazlar; "vay; siz bizim sevaplarımızı nasıl kaparsınız?" diyerek birbirlerine girmiş ve büyüyen kavgada onlarca kişi ölmüştür. Durum İstanbul’a rapor edilince derhal bir ferman daha çıkarılarak bu ve benzeri mekânlar için yeni bir düzen daha ilan edilmiştir. Fermanla hangi mezhebin nereye, ne kadarlık alana, ne kadar süreyle ve ne şekilde hizmet edeceği milimi milimine belirlenmiş ve aleyhte hareket edecekler için çok ağır bir ceza takdir edilmiştir.

Merdiven!

Ferman Kilise’nin önündeki meydanda okunduğu sırada bir Ermeni papaz Kilise’nin ön cephesindeki pencerelerden birini, oraya dayadığı merdiven üzerinden temizlemeye uğraşmaktayken adam palas pandıras derhal aşağı indirilmiş; papaz merdiveni kaldırmak istediğinde de müdahale edilip mani olunmuştur. İşte o merdiven o gün bugündür Osmanlı düzeninin devamına duyulan zaruret ve saygının göstergesi olarak Mukaddes Kabir Kilisesi duvarındaki yerinde “Statüko Kanunu”nu ihtar eden bir sembol şeklinde aynen muhafaza edilmektedir.

Ferman Kilise’nin önündeki meydanda okunduğu sırada bir Ermeni papaz Kilise’nin ön cephesindeki pencerelerden birini, oraya dayadığı merdiven üzerinden temizlemeye uğraşmaktayken adam palas pandıras derhal aşağı indirilmişti.

Şaka gibi gelebilir ama bu düzen, Kıyamet Kilisesi ve diğerlerinin camları kırıldığında kimin tamir edeceğine kadar sevapların tamamını paylaştırmış, ancak günün birinde Kilise’nin çatısının çökebileceğini hesaba katamamıştır. 1948 yılındaki bir yangında Kilise’nin çatısı çökünce, Osmanlı’nın bunu öngörememesi ve tabi, haliyle kubbeyi yükseltme sevabının da pay edilmemiş olması hasebiyle çatı bir yirmi sene restorasyona sokulamamıştır. Ancak 1967 yılına gelindiğinde o da galiba Arap-İsrail savaşının tozu dumanı arasında aradan çıkarılabilmiştir.

Dedeniz Abdülhamid’in mezarını da…

Osmanlı zamanlarında yaşadıkları barış ve huzuru özleyen birçok Filistinli de baba ve dedelerine Osmanlı Devleti tarafından verilen ve kimlik belgesi yerine geçen tezkereler ile çeşitli evrakları bugün de saklamaya devam etmektedir. O derin izleri hala unutamayan Filistinliler “Osmanlı bu topraklardan gittiği günden beri oluk oluk kan akıyor" demekte ve o günleri özlemle yâd etmektedir.

Osmanlı Dönemi Filistin 1898- 1917

Siyonistlere müddeti saltanatında geçit vermeyen Sultan 2. Abdülhamid de gerek Müslüman, gerek Hristiyan Filistinliler arasında büyük bir saygı ve sevgi ile anılmaktadır. O sebeple Siyonistlerin Abdülhamid’e güttüğü kin hâlâ o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen isimli vatandaşımız, Vakit gazetesinin o tarihlerde kendisiyle yaptığı mülakatta ilginç bilgiler vermiştir. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi işkencecinin vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, Suriye ve İran’dan sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz.” dediğini nakletmiştir.

İsrail Kudüs’e hâkim olamıyor…

Sözü meramımıza uyan bir fıkrayla bağlayalım:

Biri Yahudi diğeri Arap ve tabii ki öbürü Türk üç arkadaş birlikte bir yola çıkmışlar. Yaklaştıkları bir köyde mola vermek isteyince o civarda hayvanlarını otlatmakta olan çobana yaklaşıp köy hakkında bilgi almak istemişler. Yahudi pazarı, Arap oteli sormuş. Bizimki çobanın kulağına yaklaşıp, “Nasıl? Ahali muhtardan memnun mu?” demiş…

Biri Yahudi diğeri Arap ve tabii ki öbürü Türk üç arkadaş birlikte bir yola çıkmışlar.

Şaka bir yana İlber Hoca’nın da dediği gibi; “İsrail Kudüs'e hâkim olamıyor ama Filistinlilerin de hâkim olmadığı açık... Biz Kudüs'e ne ABD, ne İskandinavya ne de Batı Avrupa gibi bakabiliriz. Ne Şarklılar ne de Garplılar bu coğrafyanın insanlarını anlamıyor; sorunu ciddi mütalaa edersek en doğru biz anlayabiliriz. Mesela bizim aydınlarımız bu işi görecek durumdadır, ancak Yahudi ve Arap dünyasını tanımalı ve çözüm aramalıyız. ‘Filistin hiçbir zaman Osmanlı sulhu kadar uzununu yaşamadı’ sözü basit bir imparatorlukçu slogan gibi görülmesin. Hiçbir aklı başında Türk oraya dönmeyi hayal etmez. Ama Ortadoğu'ya en akıllı ve âdilane bakanların, yapıları icabı Türkler olduğu da açık; onun için biraz daha bilgilice ve bilgece bölgeyle ilgilenmeliyiz...”

Mescid’e Yahudi vizesiyle girmek!

Hz. Ömer, Resulullah aleyhisselamın vefatından sonra hiç ezan okumayan Bilal-i Habeşi’den Mescid-i Aksâ’da ezan okumasını ister. Mekke’nin fethi günü Allah Rasülü’nün emriyle Kâbe’de ezan okuyan Hz. Bilal (ra) Peygamberimizin vefatından sonra Mescid-i Aksâ’daki ilk ezanı da okumuştur ve şehir son mirasçılarının elinden çıkana yani son Osmanlı ezanının Mescid-i Aksâ’dan Kudüs semalarına yayıldığı ana kadar hep o mübarek sesin yankısıyla beslene gelmiştir.

Hz. Ömer, Resulullah aleyhisselamın vefatından sonra hiç ezan okumayan Bilal-i Habeşi’den Mescid-i Aksâ’da ezan okumasını ister

Mescid-i Aksa’da şimdi de ezanlar şükürler olsun ki okunmaktadır, lâkin Mescid çepeçevre Siyonist İsrail yönetiminin Müslümanların üstüne saldığı silahlı militanlarca kuşatılmış durumdadır. Ve ne yazık ki Müslümanlar Kuds-ü Şerif’e Yahudi vizesi alarak girmektedir tıpkı Aksâ’ya olduğu gibi…

  • 1917'den beri, kaybettikleri barışı ve huzuru ve elbette İslam’la ve Osmanlı’yla kavuştukları adâleti özlüyor bütün renkleriyle Kudüslüler. Aslında özledikleri Osmanlının devlet yönetme mantığı ve sanatıdır…

Bilseler aslında Yahudiler bu barışa daha fazla muhtaçtır. Bugün Kudüs'ün doğusunda ve sur içinde korkmadan gezen İsrailli sivil yok gibidir. Burak Duvarı'na geçen mutaassıp Yahudi takımı bile bu korkudan azade değildir.

Beni İsrail, tarihinin en stratejik hatasını İsrail’i kurmak ve Yahudileri oraya tıkmakla yaptı diyen Yahudi düşünürler şu uyarıyı da sürekli yapmalıdır: Koca bir Müslüman coğrafyanın tam ortasında “toplu canlı bir hedef” gibi dururken tahrikkâr ve tahripkâr bir düşmanlıkla ve cinaî organizasyonlarla huzur ve idame-i hayat nereye kadar sürer ve bu strese değer mi?

Ezcümle; Yahudiler tarihte olduğu gibi Türklerin dostluğuna ve kadim tecrübesine bir an evvel talip olmalıdır…

İş işten geçmeden, testi kırılmadan…