Merkez Bankasıdoğru mu yaptı?

ŞÜKRÜ KANBER
Abone Ol

BU bir kırk satır mı, kırk katır mı? Bu bir yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan meselesidir. Bu bir “faiz mi, kur mu” açmazının derin hikâyesi… Bütün dünyanın habire borçlandığı, alacaklı hesaplarının habire şiştiği bir yarım yüzyılın sonunda plandemi tiyatrosu ile daha da kronik hale getirilen borç/alacak çıkmazı, bugüne kadar olan bitene dizi izler gibi bakan insanlığın hayatını sarsmaya başladı.

Yıkılmaz denilen ekonomiler sallanırken, tüketim çılgınına dönüşmüş toplumlar marketlerin boş rafları ile tanışmaya başladılar.

Zam, pahalılık, fakirlik gibi kavramları diğer ülkelere ihraç edip, sömürerek elde ettiği yüksek kazancı kendi dünyasına transfer eden Batı için çanların yüksek volümde çaldığı bir dönemdeyiz.

Öyle olmasa, 10 ülkenin bir araya gelip ültimatom verdikleri bir konuda Türkiye’nin bırakın yüksek sesle itiraz edip yaptırım kelimesini kullandığını duymayı, tıpış tıpış emri yerine getirişine şahit olurduk.

Karşılıksız para basma gücünü elinde tutan FED ve sahipleri doların gücünü tüm ülkeler üstünde istedikleri gibi kullanıyorlar.

Hele, teknoloji ve enerjide dışa bağımlı Türkiye gibi ülkelerde dolar/kur oturdukları yerden ateşledikleri bir silaha dönüşüyor.

Ülkemiz yarım yüzyıldır faiz-enflasyon ve kur kelimelerinin altında âdeta ezildi.

Bugün birilerinin özlemle andığı koalisyonlu yıllarda iktidarlar kısa sürede değiştikleri için bu sarmalı kıracak uzun vadeli çözümler üretemediler.

Aslında çoğu zaman da üretmediler, zaten bu şartla iş başına getirildiler.

Döviz kuru her daim yüksekti ki, bugünkü döviz büfesi olgusu parlamenter sistemin kaoslu yıllarından bir yadigârdır.

Enflasyon zaten 70’li 80’li rakamlardan düşmez, ülkemiz her daim yüksek tansiyon hastası gibi yaşardı. Tek yapabildikleri, döviz yükselince faizi artırmaktı.

  • Hem kur hem de faiz yüksek olunca dolayısıyla maliyetler tavan yapıyor ve nihai bela enflasyon uru ülkenin kılcal damarlarına kadar nüfuz ediyordu.

Sadece Kemal Sunal filmlerini izlemek bile hayatımızın en vazgeçilmez kelimesinin zam olduğunu göstermeye yetiyor.

AK Partili yıllarda da bu durumu tersine çevirmek için adam akıllı bir politika geliştirilemedi ne yazık ki.

Bugün AK Parti dışında kalmış kimileri düşük kur, düşük faiz politikasıyla ülkemizi bir ithalat cennetine çevirmiş, yerli üretimin belini kırmışlardı.

Ülkemiz insanı şeytanın vaat ettiği gibi geçici bir cennette yaşamış, mal ve hizmetleri ucuza satın almıştı.

Yıllık mobilya değiştirmek, altı ayda cep telefonu yenilemek, iki yılda araba modeli yükseltmek toplumun sıradan hallerine dönüşmüştü. Ama tüm bu sahte cennet dışarı borçlanarak elde ediliyordu. Gelecekten çalıyorduk ama günlük yaşamayı ve düşünmeyi seven insanımız halinden memnundu.

İnsanımızın bu imkanlar içinde yaşamasına elbet itirazımız olmaz ama böyle yaşamanın sadece tek bir yolu var, ÜRETMEK

  • Bizim gibi dövizini ihracat ve turizmden kazanan, enerjide dışa bağımlı ülkeler için refahın tek kaynağı üretmek, satmaktır.

Üretirsin, üretmek için istihdam sağlarsın, işsizlik azalır. Üretip satarsın, refahını kendi borçlanarak değil kendi kazandığın para ile yaparsın. Peki, üretimin en büyük düşmanı kimdir?

Elbette faiz.

Faiz ne kadar düşük olursa üretim için kredi kullanma, istihdam sağlama, yeni yatırım yapma imkânı o kadar yüksek olur. Kur ne kadar yüksek olursa, ihracat için rekabet gücünüz o kadar güçlü olur. Kur ithalatçının, faiz tüm ülkenin problemidir.

Yüksek faizin bedelini toplum ödüyor, serbest piyasa tanrılarına her daim iman tazeleyen faiz düşünce dünyaları yıkılan ekonomist kılıklı satılmışlar değil. Merkez Bankası faizleri düşürmeyi sürdürmelidir.

Pandemi dolayısıyla Çin’den kaçan bütün ülkelerin en önemli mal temin noktalarından birisi Türkiye oldu. Bu tarihi fırsatı, günlük hesaplarla heba etmemeliyiz. Faiz düşsün ve yatırım ortamı artsın.

Kur yüksek kalsın ki ihracatta rekabet gücümüz tavan yapsın.

İbni Haldun asırlar önce formülü vermiş, ne kadar az vergi o kadar yüksek refah.

Biz toplum olarak bir süre tasarruf modunda yaşamak durumundayız. Burada iki temel problemin halli kalıyor geriye.

İhracat içindeki dışarıdan alınan hammadde ve teknolojinin içeride üretilmesi ve toplumun alım gücü düşük kesimlerinin desteklenmesi.

Ki bu konuda adımlar atılıyor, Meclis son olarak cirosu 240.000 TL’nin altındaki esnafı vergiden muaf tuttu.

İbni Haldun asırlar önce formülü vermiş, ne kadar az vergi o kadar yüksek refah. Hükümet özellikle dar gelirliler üzerindeki dolaylı vergileri azaltmalı, kamudaki israfı reel olarak önlemeli, şirketlerin üstündeki yüksek vergi yüklerini düşürmelidir.

Her döviz artışını bahane ederek mal ve hizmetlere zam yapan fırsatçılara hayatı dar etmeli, stokçuluk ve ticari işlemlerdeki gereksiz maliyet şişiren unsurları temizlemenin yöntemini bulmalıdır.

Bu sefer hayatı arkadan takip etmek değil, önden önlem almak zorundadır. Yol belli ve bir seçim yapmak durumundayız.

Ya, küresel çetelerin kurduğu ekonomik sistemde borçlanarak sahte bir cennette yaşayıp üç beş yılda bir krizlerle boğuşacağız…

Ya da bu kur-faiz kışı döngüsünü kırıp daha sağlıklı bir üretim ekonomisi kurarak refah seviyemizi borçlanmadan sürdürebilir hale geleceğiz…

Merkez Bankası’nın, adına “piyasalar” denilen kan emici sistemin beklentilerinin tersine hareket ederek kısa vadede canımızı yakacak ama yakın gelecekte ülkeyi bu çıkmazdan kurtaracak bir strateji ile bu adımı attığını ve sonuna kadar arkasında duracağını umuyorum.