“Siz bizim düşmanımızsınız”dan “biz sizin düşmanınız değiliz”e!

D. MEHMET DOĞAN
Abone Ol

Bugün hâlâ bu sınırlarda güvenliğimizi sağlamaya uğraşıyoruz. Karadan İngiliz’le Fransız’la kuşatılmayı, denizden onların vekili Yunanistan tarafından çevrilmeyi zafer addettik. Daha kötüsünü kabullendik: Artık biz onlara düşman demiyorduk, onlar bize “hadi ne duruyorsunuz, bizim düşmanımız olmadığınızı gösterin” diyordu.

1923’e kadar düşmana “düşman” diyorduk ve ona karşı savaşıyorduk.

Büyük düşmanla/larla, yani asıl emperyalistlerle savaşmadık, ancak onların önümüze sürdüğü zavallı bir düşmanla mücadele ettik ve kazandık.

Asıl yapılması gereken sömürgeci işgalcileri kovmaktı. Onlar İstanbul’a yuvalanmıştı. İstanbul, devletin payitahtı, en büyük şehri, kültür ve iktisat yönünden de merkez şehri.

İstanbul’u düşmandan kurtarmadan gerçek anlamda bir barış tesis edilebilir miydi?

  • Ordumuz İzmir’den sonra Çanakkale’ye geldi: İşte asıl düşman, İngiliz oradaydı. Boğazları tutmuşlardı. Orada durduk! Askerimiz İngilizlerle çatışmama emri almıştı! Çanakkale’de duran ordu, İstanbul’a giremezdi.

Mustafa Kemal Paşa, 10 Ekim günü Meclis’te konuştu: “Ordu vazifesini tamamladı!”

Bundan sonra diplomasi devreye girecektir!

Güce dayanmayan diplomasi nereye kadar gidebilir?

İstanbul işgalden kurtulmayı beklerken, Mudanya’da Yunan heyetinin katılmadığı ateşkes imzalanıyordu! 11 Ekim 1922.

Mustafa Kemal Paşa, 10 Ekim günü Meclis’te konuştu: “Ordu vazifesini tamamladı!”

Ardından Refet Paşa, 19 Ekimde 100 (yüz) kişilik bir askeri birlikle Mudanya’dan Gülnihal vapuruna binip İstanbul'a gelir. İşte inkılâp tarihi kitaplarındaki Türk ordusunun İstanbul’a girişi haberi budur! Hatta İngiliz kontrol subayları askerlerin karaya çıkmasına müsaade etmez. Yani böyle bir törene bile izin verilmek istenmez. Ancak Refet Paşa işgal kuvvetleri kumandanı General Harrington’la görüşerek meseleyi halleder!

İstanbul’da yürüyüş yapan 100 asker değil, gösteri yapan 100 izcidir!

Yunan’la savaşırken son sözü Ankara hükümeti söylerken, şimdi söz emperyalistlerindir, hüküm onlardadır.

Vekili yenildikten, onların adına mütareke imzalandıktan sonra büyük düşman barış masasını kurar. Onlarla savaşmadığımız için galip pozisyonunda masaya oturur ve etrafına ortaklarını ve kendisi adına vekaleten savaşan Yunanistan’ı alır.

  • Masa saltanat kaldırılmadan/Osmanlı yıkılmadan kurulmaz. Kurulduktan sonra da padişah Vahidetdin istanbul’dan ayrılmadan masaya oturulmaz!

Asıl savaş Lozan’da yapıldı.

Onlar “şark meselesi”ni halletmek için oturdu masaya.

Biz de misak-ı millî sınırlarını kurtarmak için.

Masadaki savaşı onlar kazandı.

Orada bize sadece Osmanlıyı yıkmak üzerinden bir meşruiyet zemini açtılar. “Osmanlıyı yık, mirasından vazgeç, sana verilenle yetin!”

Gerçekleri çarpıtma aracı olarak dilde “özleştirme”
Gerçek Hayat

O masada Misak-ı Millî sınırlarını dahi koruyamadık. Fakat bu “barış zaferi”yle çok övündük. Buradan bir mağlubiyet ideolojisi çıkardık.

Bugün hâlâ bu sınırlarda güvenliğimizi sağlamaya uğraşıyoruz.

Karadan İngiliz’le Fransız’la kuşatılmayı, denizden onların vekili Yunanistan tarafından çevrilmeyi zafer addettik.

Daha kötüsünü kabullendik: Artık biz onlara düşman demiyorduk, onlar bize “hadi ne duruyorsunuz, bizim düşmanımız olmadığınızı gösterin” diyordu.

1923’ten sonra yapılanların özeti budur: Biz sizin düşmanınız değiliz!

Tekkeler düşmanınızdı, kapattık!

Cami düşmanınızdı, sınırladık!

Din size karşı mukavemetimizin esasıydı, dini gerilettik. Lâdini-Lâ ahlakî klüpler kurduk.

“Bizim düşmanımız İslâmdır”, dediler, “biz sizin bildiğiniz gibi değiliz, artık Müslüman değil laikiz” dedik.

“Bizim düşmanımız Türk”dür dediler.

Biz dedik ki, biz artık Müslüman Türk değiliz, dolayısıyla sizin düşmanınız değiliz.

Malazgirt’ten 50-60 yıl sonra Anadolu’ya Avrupalılar Türkiye demeye başladılar. Çünkü orada kendilerine, yani haçlılara karşı savaşan Türkler vardı.

Dokuz yüz yıl sonra yine geldiler, kendileriyle değilse de vekilleriyle savaştık. Son haçlı savaşını kazandık.

Savaşı kazandık, barışı kaybettik!

Barış mağlubu olarak galipleri taklit ettik.

1400 Yıl sonra tekrar kılık kıyafet ve dil devrimi yaptık!

Bu nasıl bir tekerrür böyle?

Biz dedik ki, biz artık Müslüman Türk değiliz, dolayısıyla sizin düşmanınız değiliz.

Göktürk tarihini okuyalım ki, tekerrürü bilelim! 6. asrın sonlarına doğru İşbara Kağan Çin himayesine girer. Çin imparatoru, Türkleri çinlileştirmek için halkın çince konuşmaya, Çinliler gibi giyinmeye, Çin âdetlerini kabule teşvik ve mecbur edilmesi yönünde İşbara’ya baskı yapar. Hakan, 585’de imparatora mektup gönderir, bağlılığını arz eder. Haraç vereceğini, kıymetli atlar hediye edeceğini, buna karşılık dilini ve kıyafetini değiştirmeyeceğini, uzun saçlarını kestirmeyeceğini, halkına da Çinli kıyafeti giydirmeyeceğini, Çin âdet ve kanunlarını benimsemeyeceğini bildirir...

Bundan kısa bir süre sonra, 7. asrın başında (607), Hakan K’i-min Türk kavmini Çinliler gibi yapmaya, giyim, âdet ve dil değişimine hazır olduğunu arz eder...