Yıkım için geldiler tarumar edip gitmediler

KEMAL ÖZER
Abone Ol

Mâzi ile bağın tümüyle kesilmesi için “özleştirme” dedikleri dil yani Türkçe katliamına başladılar. Kimi değerlerini satmış, kimi dönme, kimi bilmem ne, lakin hepsi İslam düşmanı bir güruh hep birden saldırıyorlardı.

Yıkıma başladıklarında nereden başlayacaklarını biliyor lakin nerede duracaklarını bilmiyorlardı. Durmak gibi bir niyetleri de yoktu aslında. Kökeni, tarihî, inancı olmayan bir millet meydana getirmek istiyorlardı ve bunun için de bildikleri tek şeydi yıkım.

Halk Partisi’nin ana gündemlerinden biri de din değiştirmekti. Hıristiyanlığı mı, Yahudiliği mi tercih edelim müzakeresini yapmaktaydılar. Türkçede İslam’ı anlatan ne kadar kelime varsa yasakladılar. Nurullah Ataç gibiler ise korkusuzca ortaya çıkıp “Alenen ve resmen Yunanca ve Latinceye geçmeliyiz, onlar gibi olmalıyız, onlara benzemeliyiz” diyordu.

Bunlar söylenirken elin gâvuru Fransız Türkolog Prof. Carlier ise, Türk dili üzerinde yapılan tahribat karşısında küçük dilini yutarak “Biz, bunu sömürgelerde uyguladık. Onlar da kimliklerini, kişiliklerini yitirdiler!” Zaten gerçek gâye de bu değil miydi?

İsveç Kralı Carl Gustaf’a, Mustafa Kemal şöyle diyordu: "Avrupa’nın iki bitim ucunda yerlerini berkiten uluslarımız, ataç özlüklerinin tüm ıssıları olarak, baysak, önürme, uygunluk kıldacıları olmuş bulunuyorlar.”

Konuşmanın İsveççesi daha önceden tercümana verildiği için Kral Gustaf ne denildiğini anlamıştı anlamasına, lakin başka kimse bir şey anlamamıştı. İş çığırından çıktığında İsmet İnönü şöyle diye yazacaktı günlüğüne: "Dil öyle bir hâl aldı ki, artık kimse kimseyi anlamıyor!"

  • Büyük Doğu’sunda “Devrim” başlıklı yazısında Necip Fazıl merhum ise “Yeni dille Türkçenin… Baba ve evlâdın… Mâzi ile hâlin… Ticaretle ahlâkın… Dudakla kalbin… Şehvetle aşkın… İlimle hakikatin… Profesörle talebenin… Kültürle profesörün… Fikirle gazetenin… Sanalla nizamın… Şairle şuurun… Meclisle Anayasa Mahkemesinin… Hükümetle Danıştay’ın… Toprakla köylünün… Makine ile millî dehânın… Sermayedarla işçinin… Servetle dağıtım ölçüsünün… Makamla liyakatin… Parti programıyla ideolocyanın… Ve nihayet Devlet bünyesinde beyin merkeziyle yumruk manzumesinin… Aralarını efsane çapında açtılar ve bu hâle devrim dediler” diyerek özetlemişti yeni ahvali.

“Evet, uyduracağız, bizim yaptığımız, uydurduğumuz kelimeler de yavaş yavaş halka işleyecek, eski Arapça, Farsça kelimelerin işlediği gibi. Onların yerini tutacak” diyen Nurullah Ataç ne yazık ki haklı çıktı.

Çünkü artık yediden yetmişe herkes bu uydurma kelimelerin müptelâsı oldu. Nasıl diye suâl edecekler için küçük bir örnek: “Evsel atıkların geri kazanımına dair, okulda yazdığı öyküden onur duyan bir çocuk var aramızda. Evsel atıkların doğanın yaşamsal döngüsüne verdiği zararı anlatmış kompozisyonunda. Doğanın önemini anlamlandırmak için eğitimin önemini kavramak şart diyor”

Pek çok kimse için cümledeki her şey normal gelebilir. Lakin buradaki atık, evsel, kazanım, okul, öykü, onur, doğa, yaşamsal gibi kelimelerin Türkçe ile alakası yok. ‘Çocuk’ kelimesinin ise artık bilinmeyen eski Türkçedeki mânâsı için lügat karıştırmanızı tavsiye ederiz.

Gerçek Hayat olarak bu sayımızda bir medeniyet lisanı olan Türkçemizin uğradığı katliamı ve söz konusu soykırımın ‘dil bayramı’ diyerek kutlanması tenâkuzuna dikkat çekmeyi murad ettik.

  • İşin en acıklı yönü ise kanıksanmış olmasıdır. İsmet İnönü gibi birinin bile kullanmaktan imtina ettiği kelimelerin, Müslüman münevverlerin diline pelesenk olması son derece utanılacak bir hâldir. Kemalizm’e itiraz edenlerin dahi her açıdan Kemalizm’in dayatmalarını sindirmiş olması kara mizah ve hatta fâciadır.

Türkiye’nin medeniyetimizi yeniden ihya ve inşa gibi bir gâyesi varsa (ki olmalıdır) ilk yapacağı iş, Türkçe’nin düzeltilmesidir. Siyasetçilerin, medyanın, kanun yapıcıların, muharrirlerin, ediplerin dilini düzeltmesi, yersiz cümleler kurmaktan kurtulması gerekiyor. Bunun başka çaresi yok. 200-300 kelimeyle konuşan siyasetçi veya kitap yazanlar, ufkumuzu karartmaktan başka bir işe yaramadıklarını bilmeliler.

Vesselam!