Yüz yamalı bohçada âhenk aramak
Viyana bozgunu öncesinde Türkler altın çağının zirvesine ulaşmıştı. 1681’deki Bahçesaray Anlaşması ile Kiev’e sadece 143 kilometre uzaklıktaki stratejik ehemmiyete haiz Çehrin kalesi tekrar ele geçmişti. Peş peşe gelen yanlışlar ve ihanetler olmasaydı Viyana da ele geçecek ve tarihin çehresi daha farklı olacaktı. En mühimi, Rusya ve Avusturya karşısındaki fetihler sayesinde psikolojik üstünlük bizde kalacaktı. Ve böyle yüz yamalı bir bohçaya içlenerek bakıp, âhenk arayışında helâk olmayacaktık.
Türk’ün yeniden ayağa kalkması, sadece Türk’ün ayağa kalkması değildir. Büyük bir coğrafyanın, koca bir ümmetin ayağa kalkmasıdır.
Yaşlı bir Arap dostumuz bir vesileyle demişti ki:
“İslam sancağı Türklerin elindeyken düştü, o sancak yine Türklerin elinde göğe yükselecek. Onun için sizler ciddi olmak ve çok çalışmak zorundasınız.”
Medineli Şeyh Süneyyan’a selam olsun.
İnsan hayattan çok şey bekler. Sağlık, huzur, mutluluk, para, hayırlı eş, hayırlı evlat... Fakat bu beklentilerin hepsine aynı anda sahip olabilmek insanların çoğuna pek nasip olmaz. Gençken parası olmayan nice sağlıklı kişi, belli bir yaştan sonra belki paraya kavuşur ama bu kez eski sağlığından geriye eser kalmaz. Bazılarımız eşlerimiz, çocuklarımız, kardeşlerimizle; bazılarımız da maişetimiz ve işlerimizle imtihan oluruz.
İpin ucu asla kaçmamalı
Hele ipin ucu kaçmaya görsün... O vakit insanlar için mukadder olan neyse devletler ve toplumlar için de mukadder olan odur. Nitekim 1071 yılında Mısır’ı fethe giderken Doğu Roma İmparatoru 4. Romanos (Roman Diyojen)’un kışkırtmalarıyla yönünü Anadolu’ya çeviren ceddimiz Alparslan, Malazgirt’te Türkler için yeni ve büyük bir çağın kapısını aralamıştı.
1683 yılına gelindiğinde ise Kara Mustafa Paşa’nın Viyana çok rahat alınacakken gereksiz bir bekleyiş ve Kırım Hanı’na yaptığı küstahlık yüzünden büyük bir bozguna uğramasıyla ipin ucu kaçtı, “Türklerin Altın Çağı” için geri sayım mukadder oldu.
O darbe ile bir daha doğru düzgün toparlanamadık, düşmana öyle bir cesaret verdik ki mağlubiyetler üstüste geldi ve bu ağır travma ile bizi biz yapan bütün vasıflarımız erozyona uğramaya başladı. Viyana bozgunundan çok değil, sadece 100 küsur yıl önce Avusturya elçisi olarak İstanbul’a ayak basan Busbecq şöyle diyordu:
“Türklerin düzenini bizimkiyle kıyasladığımda geleceğin başımıza getireceklerini düşünüyor ve ürküyorum. Ordulardan biri galip gelecek diğeri ise mahvolacaktır. Gayet tabii her iki hasım da yara almadan kurtulamaz. Onlarda güçlü bir imparatorluğun bütün kaynakları, yıpranmamış bir kuvvet, dövüşte ustalık ve tecrübe, savaş görmüş askerler, zafere alışkanlık, zorluklara tahammül, beraberlik, düzen, disiplin, kanaatkârlık ve tedbir var. Fakirlik, şahsî israf, zayıf bir güç, mâneviyat bozukluğu, tahammülsüzlük, eğitimsizlik ise bizde. Asker itaatsiz. Subaylar para canlısı. Disiplin küçümseniyor. Başıboşluk, umursamazlık, ayyaşlık ve ahlâksızlık yaygın. En kötü olan da şu; düşman zafere alışkın biz ise yenilgiye. Sonucun ne olacağından şüphe edebilir miyiz?”
Bir yenilgiden çok daha fazlası
Bilhassa şu cümleye dikkatinizi çekmek isteriz: “En kötü olan da şu; düşman zafere alışkın biz ise yenilgiye." Kralın elçisi, klasik eğitim almış iyi bir entelektüel ve başarılı bir gözlemci olarak Busbecq, Avrupa’nın Türklere karşı o zamanki ruh hâlini net bir şekilde özetliyor. Viyana’da tersine dönen şey işte budur. Türkler karşısında yenilgiden yenilgiye koşan Avrupa mâkus tarihini Viyana’da kırarken, peş peşe gelen yenilgilerle Avrupa’nın içinden çıktığı türbülansa bu kez biz girmiş olduk ve hâlâ da çıkabilmiş değiliz.
Viyana bozgunu sonrasında yaşanan travma, saat gibi işleyen Türk toplumunu da bozmuş; vasıfsız, gayesiz, boşlukta gezinen insanlar türemeye başlamıştır. Bu durumu iyi yansıtan gözlemlerden biri, bozgundan yüz yıl sonra İngiliz leydisi Elizabeth Craven’in şu satırlarında görülebilir:
“Türklerin aylak ve cahil olması belki de Avrupa için bir şanstır. İmparatorluk şu muazzam gücüyle çalışkan ve hırslı insanlara sahip olabilseydi, onları dünyanın efendileri hâline getirebilirdi. Şu an sadece diğer güçlerin arasındaki ticareti ve savaşları kesecek ölü bir duvar vazifesi görüyor. Tastamam aptal Türk, bütün gününü Boğaz'ın kenarında oturup gökyüzündeki uçurtmaları yahut çocukların bindiği kayıkları seyrederek geçiriyor. Nitekim ihtişamlı bir çınar ağacının gölgesinde keyif yapan birini gördüm. Gözlerini akıntıda sürüklenen bir şişeye dikmiş, onu izlemekle vakit öldürüyordu. Bu ülkede işlerin nasıl yürüdüğünü gerçekten anlayamıyorum. Çünkü yönetim kademesi umumiyetle cahil devşirmelerden oluşuyor.”
Yüz yamalı bohçaya döndük
Viyana’dan yüz yıl önce nasıldık, yüz yıl sonra neye dönüştük, görüyorsunuz. Şu tespit şimdiki halimize ne kadar yabancı, öyle değil mi?
“Kişi, tembel ve sahtekâr ise hiçbir zaman yükselmiyor, küçümsenip hakir görülüyor. İşte Türkler bu nedenle neye teşebbüs etseler başarılı oluyorlar ve hükmeden bir millet olarak hâkimiyetlerinin hudutlarını her gün genişletiyorlar.”
İpin ucunu kaçırmak işte böyle bir şey.
Türkler İslam dünyasının lokomotifi olduğu için ipin ucunu kaçıran onlar olunca bütün İslam dünyası için ipin ucu kaçmış oldu. Bugün dünyanın gündeminde Müslüman toplumların çektikleri acılar var. Gazze hepimizin yüreğini yakıyor. Doğu Türkistan ciğerlerimizi dağlıyor. Arakan öyle bir yara ki bir türlü kapanmıyor, mütemadiyen kanıyor.
Dahası, yüz yamalı bohçaya döndük. Araplar kendileri çalıp kendileri oynuyor. Farslar her zamanki gibi arkadan dümen çevirme peşinde. Türkler ise hâlâ o meşum travmanın tesirinde bir ileri-bir geri yerinde sayıyor.
Evet, yüz yamalı bohça gibiyiz. Koskoca İslam İşbirliği Teşkilatı, petro-dolar sahiplerinin egemenliği altında onların kısır ajandalarına hizmet etmekle meşgul. Arap Birliği desen şu meşhur “Araplar filan konuda anlaşmamak üzere anlaşmaya vardı” klişesinin esiri. Bugüne değin her hangi bir yaraya merhem olduklarını duyan, bilen hak getire! Türk Devletleri Teşkilatı ise henüz emekleme devrinde, iyi niyet ve temennilerin ötesine geçecek cevvâliyette değil.
Araplar, Farslar ve Türkler
Araplara bakıyorsunuz, Ermeni meselesinde çoğu Türk tezine uzak. Ermenilerle âdeta sarmaş dolaş haldeler. Yunanlılar ile yaşanan krizlerde de Arapları umumen yanımızda göremiyoruz. Daha açık konuşalım, bugüne dek Türkiye’nin yaşadığı krizlerde Kıbrıs ambargosunu delen Kaddafi dışında doğru düzgün bir Arap desteğine şahit olduk mu? Hatta 15 Temmuz 2016’daki FETÖ kalkışmasında bazı Arapların da parmağı yok muydu? Arap halkı Türkleri seviyor olsa da yönetimlerin tavrı bu değil mi?
Türkiye, 2010 yılındaki nükleer meselesinde Brezilya ile birlikte İran’a arka çıkan yegâne ülkeydi ama İran’dan hiçbir vakit bu ölçekte bir destek gelmedi. Bırakın desteği, Karabağ savaşında net bir şekilde Ermenilerin tarafını tutan bir İran görmedik mi? Türk nefretiyle gözü dönmüş, Türkiye ve Azerbaycan’ı karşısına almakta sakınca görmeyen bir İran var karşımızda. Hatta PKK’nın bir kolu (PJAK) kendi topraklarında terör faaliyetleri yürütürken bile Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak için teröristlerle işbirliği yapmaktan geri durmayan bir İran.
Ülkesindeki Azerbaycan Türklerini kendince hizaya sokmak için aynı teröristleri kullanmaktan çekinmeyen bir rejim bu. Ve bu rejim, topraklarındaki 1000 yıllık Türk hâkimiyetinin getirdiği tarihi nefreti her fırsatta kusuyor. İlginçtir, dînî lideri ve cumhurbaşkanı Türk olan bir rejimden bahsediyoruz.
Peki, Türk Devletleri Teşkilatı’na mensup bazı yönetimlerin 10-15 milyar dolarlık yatırım uğruna Türklerle meskun KKTC’yi değil de Güney Kıbrıs’ı meşru görmesine ne diyelim şimdi? Gazze katliamı ayyuka çıkmışken, Azerbaycan’ın İsrail ile flörte devam etmesini nereye koyalım?
Azerbaycan’ın Eurovision şarkı yarışmasında İsrail’e tam puan vermesine elbette kızalım. Lakin dürüst olalım, Türkiye şayet yarışmaya katılsaydı İsrail’e iyi bir puan vermeyecek miydi? Ülkemizdeki seküler Türkler ile seküler Kürtlerin Gazze’yi hiç ama hiç umursamadığını, hatta içlerinde İsrail’e askerlik yapacak tıynette kimselerin bulunduğunu ne çabuk unutuyoruz? İğneyi Azerbaycan’a batıralım da çuvaldızı kendimize batırmak gerekmiyor mu?
Türk yeniden ayağa kalkmalı!
Dedik ya, yüz yamalı bohça gibiyiz. Bu denli uyumsuz renk ve şekil cümbüşünde hep bir âhenk arayışı içindeyiz. Elbet böyle olmalı, âhenk arayışından zinhar vazgeçemeyiz. Fakat bir yandan da söylenmeyi bırakıp bütün bu travmaların üstünden nasıl geleceğimizi planlamak durumundayız.
Viyana bozgunu öncesinde Türkler altın çağının zirvesine ulaşmıştı. 1681’deki Bahçesaray Anlaşması ile Kiev’e sadece 143 kilometre uzaklıktaki stratejik öneme sahip Çehrin kalesi tekrar ele geçmişti. Peş peşe gelen yanlışlar ve ihanetler olmasaydı Viyana da ele geçecek ve tarihin çehresi daha farklı olacaktı. En önemlisi, Rusya ve Avusturya karşısındaki fetihler sayesinde psikolojik üstünlük bizde kalacaktı. Ve böyle yüz yamalı bir bohçaya içlenerek bakıp, âhenk arayışında helâk olmayacaktık.
Türk’ün yeniden ayağa kalkması, sadece Türk’ün ayağa kalkması değildir. Büyük bir coğrafyanın, koca bir ümmetin ayağa kalkmasıdır.
Yaşlı bir Arap dostumuz bir vesileyle demişti ki:
“İslam sancağı Türklerin elindeyken düştü, o sancak yine Türklerin elinde göğe yükselecek. Onun için sizler ciddi olmak ve çok çalışmak zorundasınız.”
Medineli Şeyh Süneyyan’a selam olsun.