Cem Sağbil’in heykelleri Paris’te kalıcı olarak yerini aldı

AYŞEGÜL ARSLAN ÖZŞAHİN
Abone Ol

Bazı şehirler, kamusal alanı yalnızca bir geçiş güzergahı olarak görmez; ona kulak verir, onunla konuşur, onu dönüştürür. Paris de biraz böyle bir şehir. Her köşesinde bir sanatçının izi, her meydanında bir çağın yankısı var. Ve şimdi o izlerin arasına, bir Türk sanatçının imzası bir kez daha, hem de kalıcı olarak ekleniyor: Cem Sağbil’in “Ay Tutan Adam” ve “Hemera” heykelleri, 10. Bölge’de yeniden ve kalıcı biçimde yerleştirildi.

Bu karar, aslında Paris’in bir sanatçıyla kurduğu uzun soluklu diyaloğun devamı. Aynı zamanda Türkiye’den bir sanatçının üretiminin Avrupa’nın kalbinde kalıcılaşması açısından da özel bir anlam taşıyor.

Bir heykelin şehre sorusu: “Burada neyi hatırlamak istiyoruz?”

Kamusal alanlardaki heykeller çoğu zaman fark edilmeden geçilir; ama hepsi bir şeye işaret eder. Bir kültüre, bir döneme, bir hafızaya... Sağbil’in figürleri bu geleneğe yeni bir şey ekliyor. Doğu ve batı arasında, gece ve gündüz arasında, kadın ve erkek arasında kurulan bir dengeyi temsil ediyor. Paris’in kozmopolit dokusuyla konuşan bir dil bu.

Hemera’nın şehrin ışığına karışan enerjisi, Ay Tutan Adam’ın dingin ve neredeyse mitolojik duruşuyla birleşince ortaya şu soru çıkıyor: Bir kamusal heykel, yalnızca bulunduğu alanı mı değiştirir, yoksa o alanın anlamını da mı dönüştürür?

Paris’e uzanan bir yolculuk ve geri dönmeyen bir hikaye

Bu iki heykelin Paris macerası yeni değil. 2009’da “Fransa’da Türkiye Mevsimi” kapsamında başlayan yolculuk, yıllar içinde şehrin hafızasına kazındı. Üç yıl süren geçici sergiden sonra gelen bu kalıcılaştırma kararı, sanatın sınır bilmezliğini ve Paris’in hangi sesleri kendi hafızasında taşımak istediğini sessizce anlatıyor.

Alban Satragne Parkı’ndaki kapsamlı yenileme çalışmasıyla heykeller, şehre verilen bir kültürel kararın parçası oldu.

“Tarifsiz bir onur”: Ama mesele yalnızca onur değil

Cem Sağbil, eserlerinin Paris’te kalıcı hale gelişini “tarifsiz bir onur” diye anlatıyor. Elbette öyle. Ancak bu hikâye aynı zamandal; Türk çağdaş sanatının uluslararası sahnedeki görünürlüğüne dair güçlü bir adım.

Aynı anda şu soruyu da soruyor bize: Bir sanatçının eseri yabancı bir şehirde kalıcılaştığında, aslında hangi kültürler birbirine yaklaşmış olur?

Paris, göçmenlerin, farklı kimliklerin, dillerin ve geçmişlerin şehri. Sağbil’in heykelleri de tam bu çoğulluğun içine yerleşiyor; iki kültür arasında duran bir eşik gibi… Belki de bu yüzden Paris onları kalıcı kılmayı seçti.

Çağa yayılan dualite

Sağbil’in heykelleri hep iki şeyin arasında durur. Işık ve karanlık, kadın ve erkek, yukarı ve aşağı… Bu dualite, heykelleri zamansız kılar. Onlara bakarken bir mitolojik figürün izlerini de görürsünüz, modern insanın arayışını da.

Bu nedenle Paris’te yalnızca bir parkın girişine değil; şehirle ilgili kolektif bir duyguya yerleşiyorlar.

Şehirler neyi tutar?

Bazı şehirler hafızalarını duvarlara, bazıları arşivlere, bazıları ise heykellere kaydeder. Paris, bugün bir adım daha atarak şu mesajı veriyor:

Sanat, kültürler arasında kurulmuş en güçlü köprülerden biridir. Ve o köprünün taşları bazen Türkiye’den gelir.

Cem Sağbil’in heykelleri şimdi Paris’in ritmine karışıyor; gündelik hayatın koşuşturmasına, parkta oturanlara, sokakta yürüyenlere… Bir heykelin yapabileceği en büyük şey belki de budur: Görünmeden değiştirmek, susarak konuşmak, şehirle birlikte nefes almak.