"ABD-Çin rekabeti, İslâm dünyasını da etkileyecek"

NESLİHAN YAKUT
Abone Ol

İstanbul Şehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü hocası Çin uzmanı Dr. Kadir Temiz ile ABD-Çin ticaret savaşları üzerine kapsamlı ve güncel bir söyleşi gerçekleştirdik.

Dr. Temiz, iki güç arasındaki çekişme ve rekabetin bütün dünyayla birlikte İslâm âlemini ve Ortadoğu'yu da derinden etkileyeceğini dile getiriyor.

Tarihsel arka plana atıfların yapıldığı ve geniş bir çerçevenin çizildiği bu ayrıntılı söyleşiyi ilginize sunuyoruz:

1. Kısa bir giriş yapacak olursak, Çin ticaret savaşlarının aslında tarihsel bir uzantısı olduğu ve Afyon savaşları (1839-1842 arasında İngiltere ile Çin arasında yaşanan ve Batılı devletlerin Çin’de ticari ayrıcalıklar kazanmasıyla sonuçlana çatışma) dönemi sebebiyle bunun bir ilk olmadığını düşünen ekonomistler de mevcut. Çin ticaret savaşları temelde nedir? Periyodik olarak ne zaman ve nasıl ortaya çıktı?

Aslında tarihi olarak yüzyıllar önceye gidilebilir tabiİ ki. Afyon savaşlarından bu yana Çin’in uluslararası ekonomi ile, uluslararası ekonomik kurumlar ile entegrasyonu çok önemli bir soruydu. 1842’de imzalan anlaşmalardan Nanjing Anlaşması ile Çin’in bir bölümü küresel ekonominin bir parçası olmuş oldu. Ancak bu, 19’uncu yüzyıl küreselleşmesinin bir parçasıydı. 19’uncu yüzyılda küreselleşmenin taşıyıcı ülkesi İngiltere’ydi ve İngiltere’nin baskısı veya açılım talebi ile - ve bir bedel de ödeyerek- Çin’in bir kısmı küresel ekonominin büyük bir parçası oldu. Ama ilginç bir şekilde bunun siyasi sonuçları çok kötü oldu Çin için. Bildiğiniz gibi bu, Çin’in son hanedanlığının da bir yıkılma hikâyesiydi. Dolayısıyla Çinlilerin zihninde bu küresel ekonomi ile uyum süreci, aynı zamanda siyasi bir aşağılanma da üretti. Bunun sosyal ve kültürel sonuçları ortaya çıktı. Ancak bildiğimiz gibi, 20’nci yüzyılın ilk yarısı Çin’de bir kaotik dönemdi. Çin iç savaşları, milliyetçiler ve komünistler arasındaki uzlaşmazlıklar ve her şeyden öte yeni bir ulus devlet inşa süreci vardı. Dolayısıyla hâlâ küresel ekonominin ve o entegrasyonun bir parçası olmadı Çin. Açıkçası bunun da tek müsebbibi Çin değildi, çünkü dünyada da bir kaotik durum vardı. Bildiğimiz gibi bütün dünyada imparatorlukların yıkıldığı ve ulus devletlerin kurulduğu bir dönem, yani bütün dünyada aslında ulus devletlerin yeni ortaya çıktığı bir dönemdi bu, Türkiye dâhil.

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tabi ki yeni bir küresel ekonomik ve siyasi düzenin kuruluşuna şahit oldu dünya. Bu da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra “Washington Konsensüsü” dediğimiz, aslında Washington temelli bazı uluslararası kurumlar kanalıyla oldu: Birleşmiş Milletler bunun siyasi ölçekteki adıdır. Dünya Bankası, IMF, Uluslararası Para Fonu gibi kurumlar eliyle üretilen şey sadece Batı merkezli bir ekonomik model değildi, aynı zamanda bir uluslararası ekonomik kalkınma modeli ürettiler. Buradaki kurumların iddiası sadece Batı’ya değil, bütün dünyaya bir uluslararası iktisadi düzen getirmekti. Bildiğimiz gibi bu bir olayla ortaya çıktı: Soğuk Savaş. Yani bu kalkınma modelinin karşısında, sosyalist bir kalkınma modeli (Sovyetler Birliği) vardı.

Donald Trump'ın ABD başkanlığına seçilmesi, dünyanın birçok farklı noktasında dalgalanmalara yol açtı.

Sovyetler Birliği açıkça ABD’nin ortaya koyduğu veya ABD ile beraber Batı ülkelerinin desteklediği bu iktisadi uluslararası düzene karşı çıktı, biz bunun adına “Soğuk Savaş” dedik. Yaklaşık 1950’ler den 1990’ların başına kadar bir “soğuk savaş” yaşandı dünyada. İşte Çin tüm bu küresel iktisadi tartışmaların hep yanı başındaydı ve çeperindeydi. Bence hikâye biraz da Çin’in bu küresel ekonomik ya da siyasi gelişmelere nasıl entegre olacağı sorusuydu. Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri veya daha öncesinde Almanya, Fransa, İngiltere gibi güçlü ülkeler varken, Çin bu son 150 yılı kaybederek yaşadı. Çin başarılı değildi bir defa. Çin gerek kendi iktisadi kalkınmasını dizayn ederken, gerek kendi ulus devletini oluştururken başarısız bir dönem geçirdi.

Çeşitli devrimler yaşandı Çin’de son yüzyılda. Bu devrimlerin hepsinde en temelde yapılan şey ekonomik bir model üretmekti. 1978’de aslında ilk defa Çin dünya ekonomisi ile bütünleşmiş bir model geliştirdi. Dolayısıyla ticaret savaşları meselesi ilk defa ciddi bir şekilde 1978 sonrasında ortaya çıkmaya başladı. Neden? Çünkü 1978 yılı Çin’in açık bir şekilde dünya ekonomisinde güçlü, ciddi ve kurumsal anlamda da entegre olacağını vaat ediyordu. Deng Xiaoping’in reformları, tamamen bu amaca matuftu. Peki, bugüne nasıl geldik? Bugün bence geldiğimiz noktada 1978’den bu yana, çok seri bir şekilde Çin’in büyümesine şahit oldu dünya. Yani bu küresel ekonomi ile entegrasyonu barışçıl mı olacak yoksa mevcut düzeni bozacak mı tartışmaları etrafında oldu aslında bu büyüme. Bir tarafta “hayır, mevcut düzeni etkilemeyecek, gayet barışçıl bir şekilde bu sistemin bir parçası olacak” iddiaları varken; bunların karşısında, “hayır, sistemi bozacak, alternatif bir model getirecek” tartışmaları arasında Çin büyüdü. Çin’in ilk büyüme yıllarında ticari bir tehdit yoktu açıkçası. Fakat 1990’lar ve 2000’li yıllarda artık Çin’in ekonomik anlamda büyümesi ciddi bir sorun çıkarmaya başladı. Peki, bu sorun kime karşı çıktı? Tabi ki dünya ekonomisinin lideri olan ülkelere karşı. Çin çok hızlı bir şekilde dünyada 2009 yılında “ikinci büyük ekonomi” oldu ve 2015’de ABD’yi toplam ekonomik büyümede geçmeye başladı. Belki hala kişi başına düşen milli gelirde hala çok geride Çin, ama toplam iktisadi büyümede bütün dünyada birincil ülke konumuna gelmiş durumda. Bu ister istemez dünyada bazı dengelerin de değişmesine sebep oldu. Bunların başında ticaret geliyor. Çünkü Çin’in ekonomik büyüme sırasında en avantajlı olduğu nokta, iş gücü ve bu ucuz iş gücü ile ürettiği daha alt teknolojilerdeki ürünlerdi. Bütün dünyayı öncelikle bu ticari ürünler ile etkilemeye başladı.

ABD Başkanı Donald Trump ve Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, G20 Zirvesi sırasında.

Bu büyüme modeli şuna dayanıyordu: Çin yavaş yavaş önce ticari anlamda güçlü olacak; basit ya da alt teknolojik ürünleri daha üst yüksek teknolojik seviyeye çıkardığında ise bütün dünya tarafından kabul edilmiş küresel bir teknolojik güç haline gelecekti. İşte bu ideal, dünyada büyük bir güç olma ideali, Çin’i en büyük meydan okuyucusu olan ülkeler ile yüz yüze getirdi. Aslında tarihsel olarak ilk defa değildi. Gerçekten İngiltere’nin “Afyon Savaşı” ile açmaya çalıştığı Çin ekonomisi, belki ilk defa 150 yıl sonra ciddi bir meydan okuma ile karşı karşıya kalıyor. Bu karşılaşma bu sefer eşit şartlar arasında gibi. Çin, eskisi gibi güçsüz değil. Siyasi olarak daha derli toplu ve istikrarlı bir ülke ve ekonomik anlamda da belirli bir kalkınmayı gerçekleştirmiş. Şimdi neresinden bakarsak bakalım, son 40 yılda neredeyse 750 milyon insanı fakirlik sınırından kurtardığını dile getiriyor. Bu az bir rakam değil. Baktığımızda sonuç olarak dünyanın yüzde 10’dan fazla bir nüfusuna denk geliyor. Tek başına bir ülke dünyanın yüzde 10’luk nüfusunu yoksulluktan kurtararak, bir seviyeye çıkartıyor. Temelde ticaret savaşı dediğimiz şey Çin’in ABD’ye karşı olan ticari üstünlüğünün ortaya çıkmasıdır.

2. 1990 sonrası küresel sermayenin kaydığı Asya-Pasifik, Batılı akademik çalışmaları etkileyecek kadar büyük bir ivme kazandı. Bu ivmenin arkasındaki en büyük etken ise 1990 sonrasında Japonya’yı geride bırakarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline dönüşen Çin. Trump’ın ket vurduğu ticaret savaşlarının arkasında yatan reel faktörleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

Spesifik olarak değerlendirecek olursak, 2008 yılını milat olarak görüyorum. 2008 dünya finansal krizini yani. Burada Çinliler ilk defa bir şey fark etti. Bu da şuydu: “Biz 2008 yılına kadar 30 yıllık reform sürecinde sürekli ticari olarak ürettik, dünyanın üretim merkezi olduk ama bu ürettiklerimizi kime satıyorduk? Kalkınmakta olan veya zengin ülkelere. Ancak bu sistemin şöyle bir krizi var. Ya o ülkeler fakirleşir, krize girerse, Çin bu ürettiği malları nereye satacak?” 2008’li yıllara kadar da Çin ekonomi eliti içinde bile çok fazla böyle bir soru sorulmuyordu. Yani ciddi bir güven vardı Batılı ekonomik modele karşı, yani ABD ve Avrupa’ya karşı. Ama 2008’de yaşanan kriz ve hemen arkasından Avrupa borç krizinin gelmesi, 2010-11 döneminde, Çinli eliti ciddi bir şekilde iç hesaplaşmaya çekti. Bu iç hesaplaşmada ana eksen, Çin’in ekonomik modelinin dışa bağımlılığıydı. O halde “dışa bağımlı değil de nasıl daha kendi içine dönük veya bağımsız bir ekonomik model kurulabilir?” sorusu, Çinli ekonomi ve siyasi elit arasında ciddi bir tartışma söz konusuydu. İşte tamda bu sırada, 2011 yılında ABD’den bir hamle geldi. Obama döneminde ABD bir strateji açıkladı. “Asia Pivot” diyoruz buna. Asya ekseni. Aynı zamanda Çin’i yeniden Asya Pasifik’te dengeleme çabası. Doğrudan bu kavramları kullandı Amerikalılar. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Foreign Policy dergisinde bir makale yazdı ve dedi ki: “Biz artık Çin’i dengelemeliyiz. Yeniden Asya’ya odaklanmalıyız’’.

Hillary Clinton, Çin'in dengelenmesi gerektiğini savunuyordu.

İlginç bir şekilde Trump’ın bugünlerde Suriye’den asker çektiğini konuşuyoruz, ama ilk asker çekme vakası Obama döneminde Afganistan ve Irak’tan 2011 yılında gerçekleşti. Bu asker çekme stratejisi Çin’de ikinci bir korkuya neden oldu. Ekonomik anlamda zaten güvenmediği, 2008’den beri bunalımda olan Avrupa ve Batılı ülkeler acaba 2011’de yeniden kendi güçlerini kazanabilmek için Çin’i çevreliyorlar mıydı? Ve böyle bir korku aslında, Çin’in bu dışa açılım stratejisi olan kuşak ve yol girişimini (Avrupa’ya demir ve karayolları üzerinden ulaşmak, bu arada Asya ülkelerini bu şekilde kuşatmak) harekete geçirdi. Aslında bu stratejiler Çinliler tarafından çok uzun süreden beridir tartışılıyordu. İlk defa ortaya çıkan bir strateji de değildi Batı’ya açılım. Wang Jisi gibi profesörler, stratejistler gündeme getirdiğinde, o zamanlar sene daha 2012, 2013’tü. Henüz “kuşak ve yol inisiyatifi” daha açıklanmamıştı. Hemen arkasından Çin 2013 yılında böyle bir strateji açıkladı. Dedi ki: “Bundan sonra kendi bağımsız ekonomik modelimi kurabilmem için böyle bir ekonomik inisiyatife ihtiyacım var.” Çünkü o dönemler ilginç bir şekilde Çin ekonomisinin durağanlaşmaya ve büyüme hızının yavaşlamaya başladığı yıllardı. Tam da böyle bir yılda, benim kanaatim, iki işe yarıyor bu kuşak ve yol projesi: 1) Amerika’ya karşı çevreleme ya da dengeleme stratejisini kırmak. Jeopolitik anlamda aslında Çin’in iddia ettiği şey, Çin’den Avrupa’ya kadar bir ticari hat ve yollar silsilesi kurarak buralarda iletişim ağı oluşturmak, sosyal, siyasi, kültürel ve ekonomik ilişkileri arttırmak. Bu aslında, ABD’nin Asya ekseni ile ya da yeniden dengeleme (rebalancing) kurmaya çalıştığı düzeni jeopolitik olarak yıkmaktı. 2) Durağanlaşmış Çin ekonomisini açmaktı. O dönemde artık yavaş yavaş büyüme oranları yüzde 7,5’lara kilitlenmişti. Biz daha önceki yıllarda yüzde 14’lere çıkan Çin büyümesi görmüştük. Dolayısıyla bu durağan ekonominin çeşitli göstergeleri var. Yani içerde yaptığı yatırımın meyvelerini artık alamıyorlar. Hatta dışarıda yaptıkları yatırım daha karlı olmaya başlıyor. Dolayısıyla Çin sermayesini dışarıya taşıyacak bir stratejidir bu. Dolayısıyla iki hususta, bir jeopolitik olarak bir de ekonomik olarak, bu kuşak ve yol girişimi Çin’i ciddi bir şekilde rahatlatacak bir stratejiydi ama tabi ilk defa bence Çin grand stratejisini açık etti. Bu, ülkenin büyük bir stratejisiydi. Yani “Bu bunalımlı dönemden, istikrarsızlık döneminden nasıl kurtuluruz?” sorusunun da iddialı bir cevabıydı.

Bunun arkasından “Çin yapımı 2025” (Made in China 2025) gibi bir model de ortaya kondu ki burada amaç şuydu: “Biz “kuşak ve yol inisiyatifi”nden sonra kalkınma hikâyesini 2025’e kadar sürdüreceğiz ve yapay zekâ ve veri bilimlerinde diğer batılı ülkelerinde önüne geçeceğiz”. Bu ciddi bir şekilde gündeme geldi. Bu sadece Trump ’la da ilişkili bir durum değildi. Trump 2016 Kasım seçimleri ile başkan olduğunda, Çin ve Amerika arasında örtülü bir savaş zaten başlamıştı. Dolayısıyla benim şöyle bir iddiam var: Bu iş Trump ile başlamadı, Trump ile de bitmeyecek. Çin ve ABD arasında, yalnızca Çin ve ABD değil, Çin ve Batı modeli arasında bir kavga var. Geçtiğimiz günlerde okuduğum bir makalede “Liberalizm ve devletçilik arasında bir tartışma mı?” diye soruluyordu. Bunu önümüzdeki dönemlerde daha çok kavramsallaştırmaya çalışacağız, ama bence makul bir tartışma bu. Liberal uluslararası kurumlarla devletçi kapitalizm mi daha çok kavga ediyor, ki bence bu çok makul bir ayrım. Zira her iki modelde bir çeşit kapitalizme denk geliyor fakat bunların ürettiği kurumlar ve de büyüme modelleri farklı. Çin mesela devletin serbest piyasada daha fazla aktif olduğu ve daha fazla piyasaya müdahil olduğu bir ekonomi öngörüyor. Yani kriz anlarında veya doğal olarak herhangi bir yatırım ihtiyacında devletin daha fazla etkili olduğu bir modelken, diğer tarafta liberal uluslararası kurumculuk, bütün piyasanın serbest olduğu ve piyasanın kendi dinamikleri ile çalıştığı bir model öngörüyor. Dolayısıyla, bu ticaret savaşlarını biraz da bu perspektiften okumak lazım.

Çin, bugün Afrika'nın dört bir yanında inşaat projelerini hayata geçirmiş durumda.

Trump belki ilginç bir şekilde bu ticaret savaşı dediğimiz dönemin tam da ortasına denk geldi ve tam da buradan pragmatist bir şekilde avantaj elde ediyor. Neden? Çünkü zaten iki farklı modelin çarpışması varken, tam da Trump gibi pragmatist, oldukça popülist, korumacı ekonomik modele inanan biri iktidara geldi. Mesela çok ilginç bir şekilde, yukarıda bahsettiğim liberalizm vs. devletçilik tartışması Trump ’tan bağımsız bir tartışma. Trump bunların ikisine de uyacak bir tip değil. Trump tamamen anlık kazanç ve krizlerden faydalanmak isteyen bir siyasi model kendi içinde. O yüzden ben Trump’ı çok belirleyici görmüyorum yani bu Amerika ve Çin arası rekabette. Trump sonrasında da devam edebilecek daha yapısal bir kriz var. Dolayısıyla, bu krizi 2018 Nisanında teknik olarak başlatıyoruz, ancak arka planı çok daha derin. 2018 Nisan’ında Trump’ın bu 260 milyar dolarlık ürüne karşı uygulandığı vergi artışı uygulanmaya başladı ve 2018 Haziran’dan itibaren de biz “bir ticaret savaşı var” diyoruz. Yaklaşık bir seneyi geçti. Şu an geldiğimiz nokta, 90 günlük ateşkes. Demek ki taraflar birbirleri ile konuşmaya çalışıyor. Yani bu kavga ya da rekabet, birinin kazandığı, birinin kaybettiği bir süreç olmaz, çünkü ikisi de devasa ekonomiler ve birinin çökmesi Asya Pasifik’teki birçok borsanın -bunun içindeki Amerikan ittifakı olan Japonya, Kore, Tayvan ittifakının da- yıkılması demektir. Dolayısıyla burada birbirleri ile çok ilişkili iki ekonominin rekabetinden bahsediyoruz. Bu şimdilik 90 günlük bir ateşkes ve yeni bir müzakere süreci demek. Ben yine de dediğim gibi çok olumlu değilim. Çin istediği kadar taviz versin, Trump muhtemelen bütün o fırsatçılığını kullanarak maksimum fayda elde etmek istediği müddetçe Çin tarafı buna direnecektir. Çin de basit bir ekonomi değil.

3. Mao sonrasında Çin'in en önemli lideri olan Deng Xiaoping’in oğlu Deng Pufang ‘’Uluslararası belirsizliklerin arttığı bir dönemde barış ve kalkınmaya bağlı kalmalı, işbirliği ve kazan-kazan uluslararası bir çevre kazanmaya çalışmalıyız’’ diyerek Çin’e uluslarası konumunu katı bir şekilde hatırlattı. Bu savaşın, bir yandan “süper güç” söylemleri devam ederken, Çin’in aktif pragmatist politikaları ile bağlantılı olduğunu düşünüyor musunuz?

Aslında Çin 2011 sonrasında farklı bir model üretmeye başladı: Ortadoğu ölçeğinde aktif pragmatist, dünya ölçeğinde ise agresif ve daha sert. “Tao guang yang hui”, yani çok suya sabuna karışmayan daha itidalli, bir çok uluslararası kriz ve probleme müdâhil olmayan Çin’in yerini artık daha belirleyici bir strateji öneren bir Çin almaya başladı. Aslında bunun çok ufak göstergeleri bile dünyayı rahatsız etti. Devlet Başkanı Xi Jinping geçtiğimiz ay, “kuşak yol girişimi” ile ilgili bir açıklama yaptı: “Bunun hiçbir şekilde jeopolitik hedefi yoktur.” Neden bunu bir devlet başkanı söyleme ihtiyacı duysun? Çünkü böyle bir baskı var. Sizin jeopolitik hedefleriniz var demektir ki, ben jeopolitik hedefi olduğunu savunanlardanım. Bir iktisadi hedefi var, bir de jeopolitik bir hedefi var. İktisadi hedef, jeopolitik hedef olmadan gerçekleşmez. Hatta şöyle söyleyeyim: Jeopolitik hedefiniz ekonomik hedeflerinizden bağımsız olabilir, öyle bir jeopolitik ideolojiye sahip olabilirsiniz, ama hiçbir ekonomik getirisi yoktur. Örneğin, Hitler’in irrasyonel Sovyet müdahalesi böyle bir şeydi. Ama iktisadi hedefleriniz varsa, o iktisadi hedeflerinizi yerine getirmek için jeopolitik hedefleriniz olmak zorundadır. Yani Orta Asya’da bir çıkar alanını hedefliyorsanız, burada yatırımlarınızı korumanız gerekir. Bu coğrafyada ne oluyor, buradaki siyasi istikrarsızlık alanları vs. nedir… Hepsini bilmek zorundasınız. Dolayısıyla ben Xi Jinping’in bu anlamda meselenin bir tarafını eksik bıraktığını düşünüyorum.

Deng Pufang, Çin'in biraz frene basması gerektiğini savunuyor.

Neden bu “kuşak ve yol girişimi” herkesi rahatsız etti? Trump’ın bu meydan okuması ve Çin’i yeniden sınırlamaya çalışması, Çin içinde bir tartışma yarattı. Şimdi Deng Xiaoping’in oğlunun konuşması biraz iç siyasete dair bir konuşmaydı. Çin Komünist Partisi’nde etkin bir konumda bulunuyor Deng Pufang. Verdiği mesaj şu: “Çin bir yerlerde biraz frene basmalı”. Zaten Pufang’ın konuşmasından sonra biraz frene basıldı. Mesela Xi Jinping ve Trump’ın ikili görüşmesi bu frene basmanın göstergesiydi. Az bir miktar değil, mesela 300 milyar dolara yakın bir miktardaki ürüne haksız vergi uygulamış. Dünya Ticaret Örgütü kurallarına aykırı biçimde tek taraflı vergi uygulayan bir ülkenin Devlet Başkanı (Trump) ile Xi Jinping gitti görüştü. Normalde haklı taraf Xi iken, adaletsiz döngüyü kuran devletin başkanı ile gitti görüştü. Neden bu tavizi verdi? Aslında bu aşamada Çin’in daha fazla taviz vereceğini de düşünüyorum. Deng Pufang biraz daha taviz verme yanlısı. Tam bu noktada, söylediği “uluslararası belirsizliklerin arttığı bir dönemde barış ve kalkınmaya bağlı kalmalı” ne demek? “Çok sert gidersek, büyük ihtimalle büyüme duracak” demek. Çünkü bu son 1,5 senedir devam ediyor ticaret savaşları somut olarak, yani bu süreçte Çin ciddi bir darbe aldı. Çin ekonomisinde zayıflama emareleri var. Borsasında var, sanayi endeksinde var. İlk defa büyüme yavaşladı. Bunlar sıkıntıların göstergesi. Dolayısıyla, Çinliler erken davranarak bir müzakere süreci başlattılar ve muhtemelen de çok büyük bir meydan okuma gerçekleşmeden bir uzlaşma bekliyorum.

4. Alibaba’nın kurucusu Jack Ma iş ve siyaset dünyasını uyarıp, etkisi 20 yıl sürecek ve kısa vadeli çözümün olmadığı küresel bir etki yaratacak ticaret savaşlarında etkilenen tarafın, Çin’in yanı sıra Amerika ve Avrupa olacağından bahsetti. Ve çözüm olarak Çin'in ekonomisini güçlendirmesi için ticari ilişkiler noktasında ekonomik rotasını ABD’den Güneydoğu Asya ve Afrika gibi bölgelere kırmasını önerdi. Bu öneri Çin için uzun vadeli bir çözüm süreci üretebilir mi?

Bu Jack Ma’nın kendi iş dünyası açısından gördüğü bir gerçeklik. Tabi ki Jack Ma önemli bir aktör ama bu Çin devlet kurumlarını -misal bir polit büroyu ya da stratejisini- etkileyebilecek bir konumda değil. Ama öngörüsü önemli. Süre konusunda katılıyorum. Sanki Soğuk Savaş’ın emareleri var. Ben şunu çok daha ağırlıklı görüyorum: Dünya gittikçe daha çok iki kutuplu, Amerika ve Çin’in başı bir şekilde çektiği iktisadi bir kutuplaşmaya doğru gidiyor. Bu siyasi değil. Henüz ideolojik değil, ama olabilir mi bunu konuşmak lazım. İdeolojik saikleri görmüyorum bu “soğuk savaş”ta. Yani bu bir soğuk savaşsa eğer -ki iktisadi olarak çok açık zaten- bu durum muhtemelen kendi ideolojik savaşını da üretecektir. Ben bunu önemli görüyorum. Mesela geçtiğimiz yüzyılda şahit olduğumuz Soğuk Savaş da ilk başta iktisadi bir savaştı. Sosyalist model ile karşısındaki kapitalist modelin mücadelesi idi. Aynı zamanda siyasi ideolojilerdi ve siyasi yansımalarını da gördük. Ben Çin’in böyle siyasi bir model ya da siyasi farklılaşmaya gidip gitmeyeceğini tam olarak bilemiyorum. Çünkü bu zamana kadar Çin’in büyüme döneminde böyle bir eğilim görmedik, ama görmeyeceğimiz anlamına gelmez. Ortaya çıkacak olan siyasi modelin ne olacağına bakmak gerekir. Ne kadar destekçi görecek? Ama çok da fazla kabul göreceğine inanmıyorum. Bu savaş temel anlamda iktisadi olarak kalacağa benziyor. Burada şu net ki, daha dinamik, daha canlı ve daha çok üretmeye yakın olan Çin tarafı.

ABD ve Avrupa’nın zayıf karnı çok fazla; fakat Çin’in de zayıf karnı çok fazla. Hava kirliliğinden yaşlanan nüfusa, sosyal güvenlik krizi var. Hala “hu kou” diye bir sistem var ve yeni şehirlerde nasıl bir sosyal düzen oluşturulacağına dair bir öngörü yok. Uygur sorunu, Tibet sorunu, Tayvan sorunu, Güney Çin Denizi sorunu, Kuzey Kore sorunu. Yani Çin’in etrafı da çok büyük sorunlarla sarılmış durumda. Dolayısıyla ben burada kısa vadede bir kazananın çıkacağına inanmıyorum. Muhtemelen şu olacak: Biz bu tarz ikili kutuplaşmalarda geçici ittifak sistemleri görebileceğiz. Amerika’nın yakınına gelebilecek ülkeler, ya da Çin’in yanına çekebileceği ülkeler, ki mesela Rusya- Çin yakınlaşması bunun bir göstergesi. Rusya, Çin, İran, belki Ortadoğu’da Türkiye böyle bir pozisyon alabilir. Ama Türkiye gibi aktörler burada farklı pozisyonları deneyecektir.

Alibaba Group'un kurucusu Jack Ma.

Jack Ma, mesela Güney Doğu Asya’da çok mantıklı bir tespitte bulunmuş. Oradaki ülkeler muhtemelen gelecek yıllarda ABD’nin müdahale etme ihtimalini bile sorgulayacaklar. Çünkü, Amerika ileriye dönük olarak, ne derece bu alanlara müdahil olabilecek? Bu artık soruluyor. Bakın işte Suriye. İyi bir mesaj vermiyor Asya Pasifik bölgesine. Suriye’den çekilen bir Amerika, yarın 7’nci Filo’yu da çekebilir. Yarın-bir gün Japonya’daki, Kore’deki, Avustralya’daki askerlerini de çekebilir. “O zaman ne olacak? Biz günün sonunda yine Çin ile baş başa kalacağız” kaygısı var. Dolayısıyla bu ihtimal, buradaki aktörleri bölgesel dominant ülke olan Çin ile daha fazla anlaşmaya ve çalışmaya itecek. Bu görünen tablo.

5. G-20 Zirvesi sonrası “iki ülke arasında 90 gün boyunca yeni gümrük vergisi getirilmemesi” konusunda uzlaşma çıktı. Fakat ateşkesin hemen ardından Huawei’nin sahibinin kızı ve şirketin finans yöneticisi Meng Wanzhou’nu gözaltına alınması ile ticaret savaşlarının Huawei'ye sıçradığı yönünde bir algı var. Neden Huawei? Bu gerilim arkasındaki kodlar nelerdir?

Aslında bu sadece Huawei ile sınırlı değil. Daha öncede Amerika’nın farklı şirketlere sınırlamalar getirdiğini ve onları kara listeye aldığını biliyoruz. Bu sadece Amerika’da da değil. Almanya ve Fransa gibi çeşitli ülkeler, Çin devleti ile bu tarz şirketler arasındaki bağlantıların çok güçlü olmasından dolayı bir güvelik endişesi duyuyorlar. Yani bu şirketlerle gerçekleştirilen ekonomik ilişkilerin bir istihbarat faaliyeti olarak Çin’e geri döneceğinden endişeliler. Dolayısıyla burada birçok konu -siber güvenlikten tutun ülkelerin teknoloji hırsızlığına kadar- gündemde. Peki, neden Huawei? Huawei için “Çin’in göz bebeği” diyelim. Çin’in çok uzun yıllardan beri uluslararası bir marka haline getirdiği, uluslararası olimpiyatlarda ve organizasyonlarda sponsor yaptığı, bütün dünyanın da görsel olarak tanımaya başladığı bir marka. Huawei, uluslararası piyasalarda Batılı markalara bir rakipti. Dolayısıyla en öndeki hedef Huawei oldu. Bu ticaret savaşları başladığında, bu tarz şirketlere çeşitli yaptırımlar uygulanıyor. Mesela birçoğunu duymamışızdır. Bunlar zaten kimya ya da petrol şirketleri gündelik hayatımıza çok etki eden şirketler değildi. Ama Huawei öyle değildi. Artık bütün dünyada Huawei marka cep telefonları, modemler vb. mevcut. Türkiye’de telekomünikasyon sistemlerin çoğunu Huawei gerçekleştiriyor. Birçok Ortadoğu ve Afrika ülkesinde de bu böyle. Yani Huawei, Çin’in ulusal bir gururu olmuştu. Dolayısıyla buraya vurmanın ve Huawei’yi seçmenin Batılı ülkeler için, ABD için çok özel bir anlamı var. Çin’in kalbine, Çin’in en hassas olduğu o ulusal gurura vurmak demektir. Burada şöyle bir uyarı var: “Biz Çin’in bu tarz büyümesinden, bu modelde büyümesinden rahatsızız.” Bence, Huawei meselesinin arkasında, temelde böyle bir saik yatıyor. İlginç bir şekilde Huawei olayının ardından Çin’deki medya ve sosyal medyaya baktığınızda, Huawei ulusal bir gurur meselesi haline geldi Çin’de. Mesela bazı şirketler Huawei marka cep telefonu alanlara indirim yapmaya başladı. Huawei fiyatları ucuzladı. Diğer şirketler Huawei vermeye başladı, çeşitli indirim kuponları vs. dağıtıldı. Yani Huawei birden bire ulusal bir gurur konusu haline geldi. Zaten öyleydi Çin’de, ama Kanada ile de ikili gerilimin bir parçası olması dolayısıyla, böyle bir reaksiyon oluştu.

6. Ekonomi Uzmanı İgbal Guliyev, bu durumu ABD ve Çin’in küresel bir bilgi ağı kurmak için rekabette oldukları 5G yarışına bağlıyor. Bu küresel teknolojik rekabet, siyasi sükûnetin önüne geçebilir mi?

İfade ettiğim gibi, siyasi olarak belki aralarında çok büyük bir savaş ya da istikrarsızlık yok, ama ekonomik anlamda bir rekabet var. Bir ticaret savaşından bahsediyoruz. İster istemez bu ticaret savaşının arkasında yatan şey de, ilk başta özetlemeye çalıştığım Çin’in 2025 hedefleri. Ki bu da 5G gibi meseleler ile ilgili değil. Daha yüksek teknolojik ürünlerde Çin’in öne geçmeye çalışması. Biliyorsunuz teknolojiyi ele geçiren taraf, aslında aşağı yukarı diğer sosyal, siyasi ve ekonomik gelişmeleri de önceden yönlendirme avantajına sahip oluyor. Bu dünyada böyle. Yani ABD bütün dünyadaki gücünü aslında en temelde bu teknolojik ekonomik üstünlüğünden ya da bilgi üstünlüğünden alıyor. Yani bilimsel bilginin oluştuğu ve üretildiği yer Batı dünyası ve ABD. Şimdi böyle bir üstünlüğün Çin’e geçme olasılığı var mı? Bakın bu tartışılabilir tabi ki, ama şu anlık bunu teknolojik alanlarda görüyoruz. Henüz daha bilimsel alanlarda gerçekleşmemiş bile. Ancak öyle kritik bir yerde teknolojik anlamda bu tetiklenebilir, ki bu da bütün o bilimsel hikâyeyi de değiştirebilir. Yani bir anda Çin’in yapay zeka ve data bilimlerinde ele geçireceği üstünlük, birdenbire tıpta, mesela biyolojide farklı dünyayı belirleyebilecek temel ürünlerde üstünlüğü ele geçirmesine sebep olabilir. Bunlar hep geleceğe bakarak tahmin ettiğimiz şeyler.

Huawei'in kurucusunun kızı Meng Wanzhou, geçtiğimiz ay Kanada'da tutuklandı.

Buradaki ekonomi uzmanının ifade ettiği şey de bunun bir parçası, yani telekomünikasyon sistemleri, 5G vb. Ama bundan daha ciddi, askeri sanayiyi ilgilendiren konular olacak. Yani sizin sadece yapay zekayı, data bilimlerini, telekomünikasyon ağlarını ele geçirmeniz, burada yüksek teknoloji üretmeniz değil. Bunun sonuçları olacak. Askeri sanayide üstün silahları da üretmeye başlayacaksınız. Ya da iletişim teknolojilerinde en iyi en kalite telefonu üretmeye başlayacaksınız. Otomotiv sektöründe en iyi otomobilleri siz üretmeye başlayacaksınız. Ve bunun somut etkileri olacak gündelik hayatta.

7. Anadolu Ajansı için hazırladığınız bir analizde Çin’in Kuşak ve Yol Girişimi (KYG) projesinin siyasi sonuçlar üretmeye başladığına vurgu yaptınız. Ticaret savaşları ile Çin ekonomisinin de durağanlaştığı bir dönemdeyiz. 2049’da tamamlanması beklenen bu projenin bu kriz ile başarısız olma ve Çin’i ekonominin yanı sıra diplomatik olarak zayıflatma ihtimali nedir?

Açıkçası yazdığım yazıda şöyle bir iddiada bulunmuştum: “Bu proje sadece ekonomik bir proje değildir. İster istemez çok doğal olarak siyasi sonuçlar üretecektir.” Bundan kaçamaz Çin veya bütün dünya. Yani Çin ile ilişkiye girecek olan bütün ülkeler, “Bu işten sadece ekonomik olarak kazançlı çıkarız, sonrada işimize bakarız” diyemez. Çünkü her bir iktisadi ilişki siyasi bir sonuç üretir. Ve bunun ilk sonuçlarını Pakistan ve Myanmar örneklerinde görmeye başladık. Mesela Çin’in etkin olduğu ülkelerde hükümet ve muhalefet birbirleri ile farklı düşünmeye başladı. Yazdığım yazıda örnek verdiğim ülkelerde, genelde hükümet ikili ya da gizli anlaşmalarla Çin ile özel bazı anlaşmalar yapıyor. Ve muhalefet bunu öğrendiğinde de hükümete eleştiriler getirmeye başlıyor. Dolayısıyla ben bunun ülkelerin kendi içinde kriz çıkarma ihtimalini ve bunun da ikili ilişkileri etkileme ihtimali olduğunu düşünüyorum. Yani gerçekten çok büyük bir proje. Bu projeyi genelde ikili ilişkiler ile götürmeye çalışıyor Çin. Yani böyle çok bir organizasyon yok mesela. Tek kuşak yol girişimi var, ama bu bir forum gibi. Bir organizasyon değil. Bir sekretaryası yok. Ülkeler gelip eşit şekilde masanın etrafında oturmuyor. Burada başı çeken, lider olduğunu söyleyen bir ülke var. Ve bu ülkenin ikili ilişkiler ile sisteme kattığı bir ülke var. Dolayısıyla Çin ikili ilişkilerinin zedelendiği her bir örnekte ciddi sorun yaşar, projenin gidişatı açısından da. Mesela diyelim ki Sincan’dan, Kaşgar’dan bir yol yapıldı. Bir boru hattı var, ya da bir demiryolu hattı var, ticaret yapıyor. Bu nerelerden geçecek ortalama? Kazakistan’dan geçebilir, Kırgızistan’dan geçebilir… Oradan Orta Asya ülkelerini dolaşıp Türkiye’ye uzanan bir hat olduğunu düşünün. Diyelim ki Kazakistan ile Özbekistan ile bir sorun yaşadı Çin. Özbekistan bütün ihaleleri iptal etti. Ne olacak? Bu bütün projenin diğer tüm ortaklarını etkiler. Dolayısıyla benim burada iddiam şu: Çin’in bunu, yapacaksa bile ikili ilişkiler ile değil de çoklu ilişkiler ile yapması gerekiyor. Yani herkesin aynı masada kendi düşüncelerini ifade ettiği platformlarda tartışması, anlaşmaların da buna göre çoklu anlaşmalar olarak yapılması lazım. Yani ikili anlaşmalar, diğer ülkelerle sorun çıkartacak sürekli.

8. Bu kriz döneminde Çin ve Türkiye arasındaki ilişkilere yönelik değerlendirmeleriniz nedir?

Türkiye ve Çin ilişkileri, 1971’den bu yana gelişmeye başladı, özellikle 2000’li yıllardan bu yana bir ivme kazandı. 2 konu var Türkiye-Çin ilişkilerinde. Bir tanesi tabii ki ekonomi. Ciddi bir ekonomik büyüklük var ortada. Bu ekonomik ilişkilerin açıkçası en önemli problemi ise ticaret açığıdır. İki ülke arasında Türkiye’nin aleyhine olan yaklaşık yüzde 90 civarında bir ticaret açığı var ve Türkiye’nin bu ticaret açığını kısa vadede kapatmasının ihtimali yok. Çünkü rekabet edebileceği çok fazla ürünün yok Çin’le. Bunu ülkelerin nasıl kapatacağına dair bir yığın tartışma ve tabii ki beklenti var. Rekabet halindeki ürünleri yapmaya çalışıyor zaten. Burada turizm ya da dış yatırım gibi faktörler devreye giriyor. Çin buraya dış yatırım yapar ya da ne kadar turist sayısını arttırabilirse, bir o kadar bu ticaret açığı düşebilir. Ben tam anlamıyla kapanma ihtimalini mümkün görmüyorum. İkinci bir konu ise bunlarla ilişkili olarak siyasi sorunlar. Aslında genel olarak iki ülke arasında yaklaşık 40 yıldan beridir ciddi bir siyasi sorun yok. Ancak 2000’li yıllardan bu yana Ortadoğu’daki jeopolitik durumların gittikçe değişmesi ile birlikte artan bir sorunlar yumağı var. Bunlardan bir tanesi, Ortadoğu’daki istikrarsızlık ve Çin’in bu istikrarsız Ortadoğu’ya ciddi biçimde, ekonomi ve enerji anlamında bağımlı olmasıdır. Ortadoğu Çin için gittikçe çok önemli bir bölge haline geldi. Bu böyle değildi 1980’li yıllarda. Ama 2010’lara gelindiğinde, Çin toplam enerji ihtiyacının neredeyse yüzde 50’sini Ortadoğu’dan alıyordu. Bu yüzden, ister istemez Ortadoğu’da olup bitenleri umursaması gerekiyordu. Çünkü aşırı bir istikrarsızlık, Basra Körfezi’nin karışması, Körfez’in gemi trafiğine kapanması, Hürmüz Boğazı’ndan petrol akışının durması Çin’e petrol akışının durması demektir.

Çin'in Uygurlara uyguladığı baskı ve asimilasyon politikası, Türkiye-Çin ilişkilerini etkileyen bir unsur.

Tabi bir diğer problem de Uygur meselesi. Çin’in “bölücü terörizm” şüphesiyle yaklaşarak politika üretmesi, bölgede Uygur sorununu gündeme getirdi. Özellikle 2000’li yılların başından bu zamana kadar güvenlik politikalarının gittikçe artışı ile beraber, Uygurların “eğitim kampları” adı altındaki çeşitli yerlerde ciddi bir baskı altına alındığını, bir zulüm gördüğünü biliyoruz. Bu, 2000’li yıllarda başlayan ve bugüne kadar gelen, gittikçe asimilasyona benzer politikaların uygulandığı bir süreç oldu. Türkiye de ister istemez bu Uygur sorununun bir parçası oluyor. Çünkü Türkiye’de bir Uygur diaspora var belirli bir sayıda ve bunun yanında Uygur ve Türkiye halkları arasında kültürel bir yakınlık bulunuyor. Her şeyden öte insan hakları ile ilgili bir sorun varsa, bu evrensel bir sorun demektir. Türkiye’yi ister istemez -kamuoyu ve devlet yöneticileri seviyesinde- bağlayan bir sorun.

Bu iki sorun (ekonomik ve siyasi) Türkiye-Çin ilişkilerinin ana problemlerini oluştursa da, iki ülke 2016 yılındaki darbe girişiminden bu yana ciddi anlamda ilişkilerini geliştirmeye başladı. Çin, 15 Temmuz darbe girişimini üst düzeyde kınayarak Türkiye’de seçilmiş hükümete destek verdi. Türkiye için bu çok önemli ve olumlu bir katkıydı. 2016 yılından bu yana ilişkiler hem kurumsal, hem kültürel, hem de sivil toplum ve akademik düzeyde ciddi bir artış gösteriyor, gelişiyor diyebilirim.

9. Küresel rekabet tartışmalarının merkezinde olan Amerika ve Çin arasında başlayan kriz, küresel güç tartışmalarını doğrular nitelikte bir algının ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu krizin jeopolitik anlam ve önemi nedir?

Aslında aşağı yukarı bu jeopolitik tartışmaları konuştuk. En nihayetinde şöyle tamlayabiliriz: ABD ve Çin dünyanın tabii ki en büyük iki ekonomisi ve jeopolitik bir rekabete de girmiş durumdalar, özellikle Asya Pasifik’te. Dolayısıyla ben şuna inanıyorum, iki ülke arasındaki asıl jeopolitik rekabet alanı Asya Pasifik’tir. O yüzden ben Ortadoğu, Orta Asya, Afrika, Latin Amerika veya Balkanlar vs. bu tarz bölgelerde rekabetin doğrudan olmayacağını düşünüyorum. Dolaylı olarak vekâlet yoluyla, Çin’e daha yakın devletlerin, rejimlerin Çin’in lehine davranması gibi durumlar mümkündür. Örneğin, İran hiçbir zaman Amerika’nın yanında olmayacak diyebiliriz, mevcut rejim devam ettiği müddetçe. Ama burada yüz yüze gelmeyecekler. Asya Pasifik çok ilginç bir yer. Çünkü çok ciddi kriz noktaları var, mesela Güney Çin Denizi. Çok basit bir konu değil. Çok girift, iç içe geçmiş, yaklaşık 14 ülkeyi ilgilendiren ve her an bir patlama noktasında olan bir bölge. Bir defa burada yüz yüze gelebilir iki ülke.

Çin'le Tayvan arasındaki kriz, ABD'nin de duruma müdahil olduğu bir sürece yol açıyor.

İkinci mesele ise Tayvan krizidir. Çin, Tayvan’ın hâlâ kendisinin bir parçası olduğunu iddia ediyor. Tayvan ise bağımsız bir siyasal varlık olduğu iddiasında. Uluslararası anlamda da Tayvan tanınan bir ülke değil, ama Amerika Birleşik Devletleri özel bir yasa ile Tayvan’ı tanıyor ve hatta son dönemde Trump siyasi liderlerin de Washington’a gelebilmesini sağlayan bir Senato kararını geçirdi. Bunun yanında Kuzey Kore meselesi var. Bunlar çok ciddi jeopolitik risk alanları, Kuzey Kore’de işler yolunda gidiyor. Trump ve Kim geçtiğimiz sene görüştüler ve 2018 yılı içinde en azından Kuzey Kore şimdilik nükleer tesislerini kapatma kararı aldı. Bu mevcut çalışmaları tamamen durdurduğu anlamına gelmiyor ama muhtemelen ilerleyen yıllarda Amerika ile müzakere sürecine yönelik çeşitli hamleler yapacaktır. Ancak Amerika ve Çin’in asıl çıkar alanları Asya Pasifik. Ortadoğu’da çıkarlar başka çıkarlara dönüştürebilir ve uzlaştırılabilirken, mesela bir Tayvan sorunu başka bir çıkar alanına dönüştürülemez. Tayvan, Çin için varoluşsal bir sorundur. Tayvan, Amerika için 7’nci Filo ve Asya Pasifik’teki varlığı için varoluşsal bir konudur. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde Asya Pasifik’i daha fazla konuşuyor olacağız ve jeopolitik kırılma alanı bence orası olacak.

10. Son olarak, bu ticaret savaşlarının hangi aşamasındayız, yakın gelecekte bu ekonomik sorunların nereye evrileceğini ya da neler olacağını tahmin ediyorsunuz?

Ticaret savaşları bir defa uzun soluklu olacak, çok yakın bir süreçte bitmeyecek, çünkü her iki ülke de çok ciddi anlamda ekonomik olarak güçlü. Ama bunların politik sonuçları olacak. Mesela yukarıda işaret ettiğim gibi Tayvan, Uygur sorunu, Tibet ve Kuzey Kore, Ortadoğu’da Suriye problemi… Buralarda bu savaşın çeşitli yansımalarını görebiliriz.

Ben bütüncül bir sonuç ortaya koymaktan ziyade, böyle daha parçalı sonuçlar ortaya koymayı öneriyorum. Ülkeler, her ortaya çıkan olayda farklı davranacaklar. Böyle kriz dönemlerinde bütüncül bir stratejiden ziyade, daha seçmece stratejiler uyguluyor devletler. Yani işte Soğuk Savaş döneminde “bizim sosyalist bir modelimiz var, bütün sosyalist ülkeleri destekliyoruz” diyebilirdiniz, ama şimdi böyle ideolojik ve siyasi bir ayrım olmadığı için, ekonomik çıkarların ağır bastığı bir dönemde duruma göre, seçmeci (selective engagement) bir şekilde, ülkeler seçerek belirli bir konuda rekabet edecekler. Sonra o konu bittikten sonra başka bir konu ortaya çıkacak. Ne zaman bunlar bütüncül bir şekilde ele alınırsa, o zaman hem siyasi hem de ekonomik soğuk savaş ortaya çıkmış diyebiliriz. Bence bu parçalı dönem, devletlerin bu parçalı sorunlara parçalı cevap vermeleri (İran sorunu çıktığında İran sorununa cevap verme, Suriye sorunu çıktığında Suriye sorununa cevap üretme şeklindeki) ve tartışmaları devam edecek…

Kadir Temiz kimdir?

2006 yılında Beykent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Aynı yıl İstanbul Teknik Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü Siyaset Çalışmaları yüksek lisans programına başladı. 2010 yılında “Konfüçyanizm ve Alternatif Haklar Teorisi” başlıklı tezi ile yüksek lisans derecesi aldı. 2017 yılında Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsü’nde “The Rise of China and the Middle East: Chinese Foreign Policy Towards Iran, Israel and Turkey, 2001- 2011. [Çin’in Yükselişi ve Ortadoğu: Çin’in İran, İsrail ve Türkiye’ye Yönelik Dış Politikası, 2001-2011]” başlıklı tezi ile doktora derecesi aldı.

Çin Hükümet Bursu kapsamında Çin Halk Cumhuriyeti Pekin Üniversitesi Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü ve Şanghay Yabancı Diller Üniversitesi'nin Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde araştırmacı olarak bulundu. Halen Modern Çin Tarihi, Çin Dış Politikası ve Uluslararası İlişkileri, Doğu Asya Siyaseti ve Çin’in Ortadoğu ülkeleri ile ilişkileri gibi konularda çalışmalarını sürdürmektedir. Kadir Temiz ayrıca Boğaziçi Üniversitesi Asya Çalışmaları Merkezi’nde araştırmalarına devam etmektedir. 2018 yılından itibaren İstanbul Şehir Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Siyaset Bilimi, Modern Türkiye’nin Oluşumu, Doğu Asya Siyaseti, Yükselen Küresel Güçler ve Dünya Siyaseti’nde Çin başlıklı dersler vermektedir.