Evliya Çelebi’nin gözüyle Afrika: Kara derili ademler, Nil’in kaynağı, Piramitler...

MEHMED MAZLUM ÇELİK
Abone Ol

“Evliya Çelebi ne kadar bilimsel bir eser meydana getirmiştir?” veya “Onun yazdıkları kesinlikle abartılı!” şeklindeki yorumları duyduğum zaman aklıma Türk edebiyatının büyük ismi Ahmet Hamdi Tanpınar’ın şu veciz ifadeleri gelir:

“Ben Evliya Çelebi’yi tenkit etmek için değil, ona inanmak için okurum ve bu yüzden de daima kârlı çıkarım.”

Evliya Çelebi’nin dünyasında bulamayacağınız bir şey yok gibidir: savaşlar, hükümdarlar, mekânlar, halklar… Daha özelde ise sıradan insanı asırlar öncesinde doğrudan muhatap alması, onlarla eserinde konuşması seyyahımızı belki de bu yüzden diğer tüm seyyahlardan ayırır.

Yani Çelebi, bir köylünün gözünde büyük bir savaşın etkilerini anlatabileceği gibi, herhangi bir yeniçerinin tanıklığında bir isyanın nedenlerini saymaya başlayabilir.

17. yüzyılın önde gelen seyyahlarından Evliya Çelebi, kendi deyişiyle 51 yıl ara vermeksizin Orta Avrupa, Balkanlar, Kırım, Kafkasya, Anadolu, Mısır ve Arabistan topraklarını gezmiş, gördüklerini de Seyahatname adlı 10 ciltlik eserinde toplamıştır.

  • Eserinin bir diğer büyüsü, seyahat etmenin ne denli önemli olduğunun müellif tarafından farkında olunmasıdır.

Tolstoy en güzel hikâyenin tanımlamasını şu sözlerle yapar:

“Tüm muhteşem hikâyeler iki şekilde başlar: ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir.”

Evliya Çelebi'nin yaşadığı dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları 3 kıtaya yayılmaktaydı.

Dilerseniz evvela Çelebi’nin ağzından hikâyesinin gerekçesini dinleyelim:

“İstanbul’da hanemde bir gece uykuya dalmıştım. Birdenbire kendimi Yemiş iskelesi yanında bulunan Ahi Çelebi Camii’nde gördüm. Camiinin içi nur yüzlü bir cemaatle dolup taşmıştı. Ben de bu camiinin içine girerek minberin dibine diz çöküp oturdum. Bu nur yüzlü pirleri hayranlıkla temaşaya daldım. Fakat bunların kim olduklarını anlayamamıştım. Nihayet yanımda bulunan bir zata sordum: ‘Benim sultanım, ism-i şerifinizi ihsan buyurur musunuz?’ dedim. O zat, Kemankeşlerin Piri ‘Sa’d ibni Ebi Vakkas’ olduğunu söyledi. Derhal elini öptüm. Yine: ‘Sizin yanınızdaki zatlar kimlerdir?’ diye sual ettiğimde: ‘Sahabe-i Kiram ve Ensar Hazretleridir’ dedi. O tarafa baktım. Bu zatlar sıra ile Hazret-i Ebu Bekir (ra), Hazret-i Ömer (ra), Hazret-i Osman (ra), Hazret-i Ali (ra) idiler. Bunları doya doya seyredip taze can buldum. Mihrapta ise Kâinatın Efendisi Peygamber Efendimiz Aleyhisselâtü vesselam oturmakta idi. Biraz sonra yanımda oturmakta bulunan Sa’d ibni Ebi Vakkas Hazretleri elimden tutup beni Peygamber Efendimizin huzuruna götürdü ve dedi ki: ‘Âşık’ı sâdıkın ve ümmet-i müştakın Evliya kulun şefaatin rica eder.’ Ben de derhal Hazret-i Peygamber’in dest-i mübareklerini bûs ettim. Fakat heybetlerinden çok korkarak titredim. Kendilerine:

"Şefaat ya Resulallah!" diyeceğim yerde: "Seyahat ya Resulullah!" deyiverdim.

Cenab-ı Peygamber derhal tebessüm ettiler. Seyahatlerimin hayırlı olması için ‘Fatiha’ dediler. Bundan sonra sıra ile Eshab-ı Kiram’ın ellerini birer birer öptüm. Cümlesi: ‘Seyyâh-ı âlem ve ferîd-i beni âdem ol!’ diye dua ettiler. Ben de Ahi Çelebi Camii’nden dışarı çıktım. Sabah olup uyanınca bir abdest alıp bu rüyamı tabir ettirmek üzere Kasımpaşa’da İbrahim Efendi Hazretlerine gittim. Bu zat bana: ‘Sen büyük bir seyyah olacaksın!’ buyurdu. Ben de bundan sonra seyahate çıkıp gördüklerimi yazmaya başladım.” (Seyahatname Cilt 1, Günümüz Türkçesi ile)

19 Ağustos 1630 gördüğü bir rüya ile yolculuğuna başlayan Evliya Çelebi, rüyasında, İstanbul’da Ahi Çelebi Camii’nde Hz. Peygamber’i kalabalık bir cemaatle birlikte görür, heyecana kapılıp Resul-i Ekrem’in elini öperken, “Şefaat ya Resulallah” diyeceği yerde “Seyahat ya Resulallah” der.

Evliya Çelebi, Hac yolculuğunu tamamladıktan sonra, 1672 yılında Kahire’ye yerleşir. Mısır Kethüdası İbrahim Paşa, nezaretinde sessiz sedasız yaşamaya karar vermiştir; ama hâlâ dünyanın görmediği noktaları içini kemirmektedir. İbrahim Paşa’nın Asyut’ta batan bir geminin akıbetini araştırmak üzere görev verme niyetini sezince nihayet kararını verir ve son büyük yolculuğu olan “Nil’in kaynağı” güzergâhına doğru seyahatini başlatır.

Çelebi, son Osmanlı sınırı olan İbrim’e kadar yoluculuğunu sürdürür. Yolculuğunun başında piramitleri, eski Mısır yazısı hiyeroglifi ve sfenksi kendine has üslubu ile tasvir eder:

“Küçük ihramın doğusunda hamam kubbesi kadar bir beyaz taştan kelledir. Kaşı, gözü, başı, dişi, kulakları var. Başı üzerinde yüz kişi oturabilir. Canlı gibidir, gûya tebessüm eder durur. Gayet kâküller nakşedilmiş... Eski zamanda bu kelle, gelip geçen ile konuşurmuş. Mısır üzerine âsi bir padişahın geleceğini, kıtlık olacağını, yağmur yağıp yağmayacağını, Nil’in ne kadar taşacağını, velhâsıl bütün beş adet bilinmeyenlerden haber verirmiş. Hatta Hazreti Mûsâ’ya bunun konuştuğunu söylemişler. Gelmiş, onun sözlerinden sonra:

‘Her şeyi söylersin, Allah’ın hak peygamberine de iman et’ buyurmuşlar.

‘İdris Peygamberi bilirim, başkasını bilmem.’ deyince, zaten gazaplı bir kimse olan Mûsâ, âsasiyle başa vurup:

‘Sus, yâ mel’un!’ der. O günden beri konuşmaz. Asanın vuruluşundan başı gözü yarıktır.

Bir rivâyete göre de bir kadının malı çalınmış. Ebülhevle (Sfenks) sormuş, o da falan adam çaldı demiş. Kadın hâkime müracaat etmiş. Adamın evini basıp çalınan mallarını bulunca hırsız, Ebülhevl’in başının üstüne çıkıp edeple yağmur gibi işer. O zamandan beri tılsımı bozulup konuşmaz.

Buna yakın bir kilise kapısı var. Kumlarla kapısı kapanmıştır. Üzerinde acayip yazılar vardır. Hakir her çeşit yazıyı okumakta maharetim vardır ama, bu yazıları okuyamadım. İbni Celâl tarihine göre, 781 de Şalâhi tekkesinde oturan Mehmed Sofi adında bir mutaassıp,

‘Hayvan suratı haramdır’ diye Ebülhevlin ağzını burnunu kırarken, Allah’ın hükmü müthiş bir fırtına gelip, tarlaları kumlar kaplayıp kıtlık olur. Hiçbir taraftan zahire gelmez. Derhal hâkim Sofiyi getirip parçalar ve Ebülhevl yanında gömerler. Hâlâ bu mutaassıp herifin mezarına, oraya gelen ziyaretçiler taş atarlar.” (Seyahatname Cilt 10, Günümüz Türkçesi ile)

Evliya Çelebi’nin tasviriyle kaşı, gözü, başı, dişi, kulakları olan ve güya tebessüm eden beyaz taştan kelle: Sfenks.

Dikkat ederseniz, Çelebi, Hiyeroglif yazısındaki resimleri hayvan sureti haramdır diyen zata mutaassıp sıfatını layık bulması da son derece ilginçtir.

Nil’in kaynağına doğru

Çelebi’nin, Nil’in kaynağının peşindeki ilk önemli durağı Sudan’ın eski başkenti Sennar olur. Buradaki siyahi halkı latif ifadelerle tanımlar:

“Kendileri bir yumuşak huylu, tatlı dilli genç şeyh şeklinde esmer tenli, güzel yüzlü, orta boylu, başında beyaz sarık, sırtına yine beyaz astar giyip daima ibadetle meşguldür.

Ama divan günleri ağzını ve burnunu bağlar. Huzuruna gelen şikayetçiler karnı üzere, yani yüzü koyun yatıp dava eder. Suçlanan kimse de yanına gelir, o da yüzü üzerine yatar, melik yanında kadıları dava dinler. Ama gayet fazıl Maliki âlimidir, zira Berberistan Sudan diyarları tamamen Maliki mezheplidir.

Kadısının ismi Şefiüddin, sultanları melik Kakan, veziri Kanfin'dir.

Zira bu dünyada ne kadar esvap giyer adam var ise bu Mısır kıtasında bin kez o kadar çıplak, aç ve susuz insan vardır.

Hastalık nedir bilmeyip yaşarlar.” (Seyahatname Cilt 10, Günümüz Türkçesi ile)


Evliya Çelebi'nin Nil’in kaynağının peşindeki ilk önemli durağı, Sudan’ın eski başkenti Sennar olur.

Çelebi’ye göre Sudanlılar zengin maden yataklarına sahiptir. Bu madenleri çıkartamama nedenlerini ise şöyle açıklar:

“Gümüş madeni, bakır, demir, kurşun, neft, katran, cam tozu billur, alçı taşı, sürh ve kilermeninin temizi, kükürdün tane tane iyisi olur ki bir diyarda yoktur. Bunun benzeri nice madenler ve tılsımlı defineler vardır ki hepsi açıktadır. Ancak bir alay yaramaz ve uğursuz taife içinde olduğundan çıkarmaya güçleri yetmez. Hayvan gibi işsiz bekar hovarda kavmi vardır. Bu taifenin hallerini, tavır ve davranışlarını yazsak söz uzar gider. Sayıları gibi halleri de çoktur ki yazılmaz.” (Seyahatname Cilt 10, Günümüz Türkçesi ile)

Evliya Çelebi, sırasıyla Cebel-i Sindas, Rümeyleti’l-Himal, Cebel-i Şevam’a, Cersinka güzergâhında Afrika keşfine devam eder. Bu yolculukta Çelebi’nin en mustarip olduğu konuların başında Afrika’nın vahşi hayvanları gelmektedir:

“Buradan kalkıp sağa sola, bağlar, ormanlar içinden geçerek, Pelenk Bekr gibi vahşi hayvan korkusunu çekerek 18 saat o yâbanlar içinden geçtik ama, 6 gün aslâ güneş yüzü görmedik. Çünkü ok atsak geçmez meyveli ormanlardır. Çoğu Sene, Santa, Sindyan, Etle ve zekkum ağaçlarıdır.” (Seyahatname Cilt 10, Günümüz Türkçesi ile)

Seyyahımız, korkusunun yanı sıra Afrika’nın hayvanlarına duyduğu hayranlığı da gizleyemez:

“Bütün menzillerde çöl, çöllerde arslan, kaplan, fil, gergedan, züreva, ceyran, kepçe kuyruk, yaban koyunu, ukab, rengârenk eşekler (zebra) ve korkunç hayvanlarla doludur. Hattâ fil büyüklüğünde üç arslan avlayıp kamıştan bir kulübede hapsetmişler, ömrümde öyle korkunç arslan görmemiştim.”

Evliya Çelebi, sırasıyla Cebel-i Sindas, Rümeyleti’l-Himal, Cebel-i Şevam’a, Cersinka güzergâhında Afrika keşfine devam eder.

Evliya Çelebi, Nil’in güneyine indikçe, daha önce hiç beyaz âdem görmeyen siyahlar ile arasında geçen “Çiğ adam” münakaşasını da şu sözlerle aktarır:

“Bu Kan Cercis bizi gördüğü vakit evvelâ bir köşeye gizlendi. Tercümanı çağırıp (Bu çiğ adamlar nedir!) dedi.

Onlar da (Mısır vezirinden kardeşiniz Fonc sultanına giderler) dediler. O vakit (Ya bunlar böyle aktır, yüzlerinin derisini yüzenlerden şikâyete mi geldi? Bunları böyle beyaz, çiy idenin hakkından gelinsin!) dedi.

Hakir hayret ettim ve tercümana dedim ki: ‘Biz Mekke ve Medine Sultanı, Kostantiniyye Kayseri Sultan Mehmet han kullarındanız. O diyarlar kavmi bizim gibi beyaz olur. Adetullah böyledir. Bu Berberistan, Sudan ve Foncistan halkı Ham evlâdındandır. Hepsi sizin gibi yüzleri, gözleri bile böyle karadır. Allah sizi öyle siyah, bizi böyle beyaz yaratmış. Yoksa bizim yüzümüzün derisini kimse yüzmedi. Öyle olsa yüzümüzden kan akardı. Yüzümüz ki cihanda akdır...’

Vaiz gibi sözler ettim. Tercüman bunları ona nakledince, hayrette kaldı. Sonra yanındaki siyah adamlara hitap edip: ‘Siz bunlar gibi pişmemiş çiy adamlar gördünüz mü?”

Evliya Çelebi, İslâm’ın yayılmadığı beldelerdeki halkın çıplak gezdiğini ok ve yaydan oluşan silahları ile son derece iptidai bir hayat yaşadığını belirtir. Afrika içlerinde onu en fazla etkileyen canlı ise zürafalar olur:

“Zürafa at kadardır. Boş sığır derisi gibi, boynuzun, başı keçi başı gibi elma gözlü, deve kulaklı, gerdanından bir siyah çizgi dümmüne varıncaya kadar çekilmiştir. Kuyruğu sığır kuyruğu gibidir. Ön ayakları çok uzun, kıç ayaklan çok kısadır. Şirin hayvandır. Ama tekmesi müthiştir. Bağdat ahusu gibi seğirtir. Koyun etinin mis gibi kokusu vardır. Çünkü buradaki otlar, hiçbir diyarda bulunmaz. Havasının güzelliğinden mahbup ve mahbubeleri lâtif ve zarif olur. Ama elbiseleri yoktur. Birer peştemal bürünürler.”


Seyahatname'de, İslâm’ın yayılmadığı beldelerdeki halkın çıplak gezdiği, ok ve yaydan oluşan silahları ile son derece iptidai bir hayat yaşadıkları söylenir.


Yolculuğun zorlukları

Evliya Çelebi, yolculuğun zaman içerisindeki mihnetlerinden bahsederken en çok özlediği şeylerin, normal yemekler ve Türkçe konuşacağı biri olduğunu söyler.

İlerleyen bölümlerde Çelebi’nin duaları kabul olur ve İbrahim Paşa’nın bölgeye gönderdiği bir başka kaşifle karşılaşır. Hüseyin Bey isimli bu kişi ile Afrika’nın dehlizlerinde tanışmasını şu sözlerle aktarır:

“Safâ geldin, hoş geldin dedikde cânım yerine geldi. Meğer fasîh Türkçe bilirmiş...”

Çelebi, Hüseyin Bey’in yönettiği ve Afrikalı siyah ademlerin yaptığı savaşı da dikkatle izleyip satır satır yazacaktı:

“(Fakat Al-i Osman’ın deryalar gibi top, tüfenki, temiz askeri vardır) dedim. Onlar dediler ki: (Hele Kan Hüseyin Bey askerine varalım. Derya gibi askeri orada gör) dediler. Bunların asker dedikleri çıplak, ellerinde bir parça ekmek kara bir sürüdür. Yüzbaşıları bunları arkalarına vurarak götürürler. O kadar zayıftırlar ki derilerinden kemikleri görünür. Fakat çok çeviktirler ki, ceylana aman vermeyip yetişirler. Bu askerle bir gün gittik.”

Velhasıl sayısız değinmemizin mümkün olduğu konu ve başlık olsa da yazının sonuna burada gelmek zorundayız. Evliya Çelebi 1685 yılında Nil’in kaynağına yaptığı bu tuhaf yolculuktan kısa bir süre sonra hayatını kaybetti. Bugün bildiğimiz tek şey, mezarının Afrika’da bir yerlerde olduğudur…