Harabeler şairi: Doktor İbrâhîm Nâcî

METE GEZER
Abone Ol

Modern Arap edebiyatında özellikle de Mısır şiirinde, İbrâhîm Nâcî denildiğinde akla aynı anda iki kimlik gelir: Doktor ve şair. O, bir yandan hastanelerde ve muayenehanelerde hastalarının nabzını dinleyen bir hekim, öte yandan insan ruhunun nabzını tutan, aşkı, ayrılığı ve iç yangınını kelimelere döken bir şairdir. Ümmü Gülsüm’ün ölümsüzleştirdiği “el-Atlâl” (Harabeler) şiirinin sahibi olarak geniş kitlelere mâl olmuş, fakat bunun çok ötesinde, hem şiiriyle hem şahsiyetiyle hem de trajik hayat serüveniyle 20. yüzyıl Arap şiirinin en dikkat çekici isimlerinden biri hâline gelmiştir.

Dr. İbrâhîm Nâcî’nin, dostu Dr. Ahmed Ebû Şâdî’ye ithaf ettiği bir fotoğrafı, Şubat 1933.

İbrâhîm Nâcî b. Ahmed Nâcî b. İbrâhîm el-Kasabcî, 31 Aralık 1898’de Kahire’nin Şubra semtinde dünyaya gelir. Kaynakların hemen hepsi onun çocukluk ortamına dair aynı noktayı vurgular: Kültürlü bir baba ve kitaplarla dolu bir ev. Babasının kütüphanesinde çok sayıda Arapça eser vardır. Baba, oğlunun eline sürekli kitap vererek onun okuma, araştırma ve edebiyata yönelme arzusunu besler. Bu ortam, Nâcî’nin hem dil zevkini hem de düşünce ufkunu şekillendirir. Hayatı boyunca dört dili iyi derecede öğrenir ve kullanır.

İlköğrenimini tamamladıktan sonra 1917’de lise diplomasını alır. Bu diploma, onun Tıp Fakültesi’ne girmesini sağlar. 1923 yılında tıp eğitimini tamamlayarak mezun olur. Mezuniyetinin hemen ardından Ulaştırma Bakanlığı’nda doktor olarak görevlendirilir; daha sonra Sağlık Bakanlığı’nda, ardından da Evkaf Bakanlığı’nın sağlık biriminde genel müfettiş olarak çalışır. Bir süre Demiryolları Sağlık Dairesi’nde, özellikle Sühağ’da görev yapar ve burada fakir hastaları ücretsiz tedavi ettiği bir muayenehane açar. Aynı hassasiyeti daha sonra açtığı özel muayenehanesinde de sürdürür.

Kaynakların bir kısmı, hayatının ilk dönemlerinde Mansûre’de yaşadığını, orada Nil’in ve tabiatın güzellikleriyle karşılaştığını, bu tecrübenin şiirinde duygusal ve romantik tonu güçlendirdiğini anlatır. Böylece Nil’in ve doğanın güzelliğiyle uyanan şair bir ruh ile hastanelerin, bekleme salonlarının, reçetelerin ve stetoskopun içinden konuşan bir doktor kalbi aynı bedende birleşir.

Dr. İbrâhîm Nâcî, genç yaşta şeker hastalığına yakalanır ve ömrü boyunca bu hastalığın sıkıntılarını çeker.

Genç yaşta şeker hastalığına yakalanır ve ömrü boyunca bu hastalığın sıkıntılarını çeker. Hayatının sonlarına doğru ise ekonomik ve psikolojik baskının etkisiyle zorlu bir sürece girer.

  • Nâcî’nin doktorluğu, şiirinden ve insan anlayışından asla bağımsız düşünülemez. Onu anlatan pek çok yazar, “edebiyatına tıp pratiğinin izleri en açık yansıyan hekim” olduğunu vurgular. Sadece mesleğini icra eden bir doktor değil; fakirlerin sığınağı, muhtaçların kapısını çalabildiği merhametli bir hekimdir.

Hakkında, “hastalarının reçetelerine bile şiir yazardı” şeklinde bir rivâyet dolaşır; bu rivâyet, onun için hem tıbbın hem şiirin birer şifa aracı olduğuna işaret eder.

Nâcî, meşhur bir şiirinde tıp ile şiir arasındaki ilişkiyi şöyle özetler:

İnsanlar sorar, kaygılar çoğalır:

Tıp ve şiir nasıl bir araya gelir?

Şiir ruhların merhemidir, sırrıdır

Göğün armağanı ve Deyyân’ın bir hediyesidir.

Tıp ise bedenlerin merhametidir,

Kaynağı ise bu yüce feyizdendir.

Böylece şiiri, “nefsin tedavisi” tıbbı ise “bedenin tedavisi” olarak konumlandırır. İbn Sînâ’dan bu yana süregelen “hekim-şair” geleneğinin 20. yüzyıldaki en parlak halkalarından birini temsil eder.

Nâcî, edebî hayata yaklaşık 1926’da, yirmi sekiz yaşındayken girer. İlk adımı, Alfred de Musset ve Thomas Moore gibi Batılı şairlerden şiirler tercüme etmek ve bunları es-Siyâse ve benzeri haftalık dergilerde yayımlamaktır. Bir süre sonra, Mısır’ın büyük gazetelerinden es-Siyâse’nin düzenli yazarlarından biri olur.

Onu asıl edebî haritaya yerleştiren hamle ise, 1932 yılında kurulan Apollo Grubu'na katılmasıdır.

Ahmed Şevkî’nin de ilk dönem başkanı sayıldığı bu topluluk, klasik kalıpların dışına çıkmak, miras geleneği zorlamadan, Arap şiirine yeni imgeler, yeni ritimler ve yeni bir iç dünya kazandırmak isteyen bir şairler topluluğudur.

İbrâhîm Nâcî, Ali Mahmûd Tâhâ, Sâlih Cevdet, Muhtâr el-Vekîl gibi isimlerle birlikte bu çevrenin kurucu kadrosunda yer alır. Zamanla Apollo Okulu içinde “vekil” (ikinci başkan) konumuna yükselir. Daha sonra Modern Edebiyat Birliği’ni kurar ve ölümüne kadar başkanlığını yürütür. 1940’lı yıllarda ise Mısır Edebiyatçılar Birliği’nin başkanı olarak, dönemin entelektüel hayatında merkezî bir figüre dönüşür.

Apollo Grubu şairleri.

  • Nâcî’nin şiiri, iki büyük kaynaktan beslenir:
  • Arap-İslâm klasiği: Aruz ve kâfiye ilminde ciddi bir birikime sahiptir. Mütenebbî, İbn er-Rûmî, Ebû Nüvâs ve “fuhûl” diye anılan büyük şairlerin divanlarını okur, inceler. Eski Arap şiirinin güç, incelik ve musikîsini özümser.
  • Batı romantizmi: Özellikle Shelley ve Byron gibi romantik şairleri okur. Fransız şiirinin önemli ismi Baudelaire’in şiirlerinden seçmeler tercüme eder ve onun hakkında bir inceleme yayımlar. Böylece, hem Doğu’nun klasik lirizmi hem Batı’nın romantik ve bireyci duyarlığı, Nâcî’nin dizelerinde buluşur.

Bu iki damar, onun şiirinde hem teknik derinlik (ölçü, kafiye, musiki) hem de içsel ve psikolojik yoğunluk olarak karşımıza çıkar.

Eleştirmenler, İbrâhîm Nâcî’yi Mısır romantizminin lirik şiirdeki en saf örneklerinden biri olarak niteler. Dr. Ali Aşrî Zâyid, onun lirik şiirde ulaştığı seviyeyi, “başka Mısır romantiklerinin pek yakalayamadığı bir zirve” olarak değerlendirir.

Şiiri, bir bakıma insanî duyguların ansiklopedisi gibidir. Aşk, ayrılık, yüz çevirme, inkâr, ihanet, soğukluk, gurur, zillet, özlem, pişmanlık, umut ve umutsuzluk… Hepsi onun dizelerinde son derece ince bir duyarlılıkla betimlenir. Âşığın hem gururlu hem zelil hâli, hem yaklaşan hem uzaklaşan ruh hâli, hem affeden hem kırılan tarafı onun şiirinde detaylarıyla karşımıza çıkar.

Kendi ruh hâlini zaman zaman “yaşayan ölü” diye betimler. Şiirlerinde geçmişe seslenir, geleceğe bakar, daha adım atarken bile pişmanlığın gölgesini taşır. Bir mısraında sabır ve acı arasında sıkışmışlığını şöyle dile getirir:

Ne kadar da boşa gidiyor sabrım, gizlemeye çalıştığım bu yarada;

Unutmak istiyorum ama onu unutturacak hiçbir şey yok.

Gözümün içinde yaşayan birinin benden uzak durması nasıl mümkün?

Gözüm nereye baksa sadece onu görüyor.

Onun şiirinde başarısız bir aşkın, yarım kalmış bir sevdanın derin izi vardır. Gençlik yıllarında Şubra’da akrabası ve komşusu olan bir kıza gönül verir; evlenmeyi hayal eder. Fakat kız, babasının uygun gördüğü başka biriyle evlenir. Bu sevda, Nâcî’nin ruhunda derin bir yara bırakır; o kız evlenip gitse de, N’den A’ya veya A.M.’ye ithaf edilen pek çok şiirde hayalî bir suret hâlinde yaşamaya devam eder.

Torunu Samia Mehrez, uzun yıllar saklı kalan mektupları, defterleri ve sözlü rivâyetleri inceleyerek bu A.M.’nin (ع. م) kimliğini ortaya çıkarır: Aliyye Mahmûd et-Tuvayr. Böylece, “Her şairin bir Leylâ’sı vardır” cümlesinin, Nâcî’nin hayatında da somut bir karşılığı olduğu anlaşılır.

Nâcî’nin aşk şiirleri sadece romantik değil, aynı zamanda trajiktir. Sevgiliye bağlı kalmış, onun etrafında dönen, ondan kopmaktan korkan bir ruhun sızılarını taşır. Bunu, sıkça alıntılanan dizelerinden birinde şöyle dile getirir:

Dedi ki: ‘Gel!’ Ben de: ‘Emrindeyim.’ dedim.

Gözlerinin emrine karşı gelmem ne mümkün!

Ey sevgili, ben koruluğun kuşuyum;

Niçin kollarında şarkı söylemeyeyim?

Onun şiirinde tabiat da vardır; ama bu tabiat, geniş manzaralarla değil, kalbin daracık odasında yankılanan bir iç tabiat şeklindedir. Eleştirmenlerin ifadesiyle, “imgeleri hafızasından değil, kalbinden; arzusundan değil, sabrından; dış dünyadan değil, iç dünyasından” doğar.

  • Bugün İbrâhîm Nâcî denildiğinde geniş kitlelerin aklına önce “el-Atlâl / Harabeler” gelir. Bu elbette, Ümmü Gülsüm’ün 1966’da bu şiirden yola çıkarak söylediği ve Arap müziğinin en büyük klasiklerinden biri hâline gelen şarkı sayesindedir.

Nâcî, Kudüs’teki Filistin Radyosu stüdyosunda el-Atlâl kasidesini okurken. el-Muntadâ dergisi, 1946 Kasım sayısından.

“el-Atlâl” şiiri ilk olarak 1937’de “Mecelletî”, daha sonra 1941’de “er-Risâle” dergilerinde yayımlanır. 1946’da Nâcî, bu şiiri Kudüs’teki Filistin Radyosu stüdyosunda bizzat okur.

Ümmü Gülsüm: Şark’ın Yıldızı
Mecra

Nâcî’nin yakın dostu, şair Ahmed Râmî, Nâcî’nin vefatından yaklaşık 13 yıl sonra, “el-Atlâl’dan 25 beyit ve Nâcî’nin “el-Vedâ‘” adlı başka bir şiirinden 7 beyit seçerek bunları birleştirir ve Ümmü Gülsüm için yeni bir güfte oluşturur. Bazı mısralar, şarkı formuna uyacak şekilde değiştirilir. Meselâ:

“Yâ fuâdî rahimellâhu’l-hevâ” “Ey kalbim, Allah aşka rahmet eylesin” mısraı, “Yâ fuâdî lâ tes’el eyne’l-hevâ” “Ey kalbim, aşka ne oldu?’ diye sorma” şeklinde değiştirilir.

Yine: “Ve hanînî leke yekvî a‘zumî” “Sana olan özlemim kemiklerimi dağlıyor” ifadesi, “Ve hanînî leke yekvî edla‘î” “Sana olan özlemim kaburgalarımı dağlıyor” şeklinde düzenlenir.

Tüm bu müdahalelere rağmen, şarkının omurgası ve ruhu, İbrâhîm Nâcî’nin lirik ve acılı aşk şiirinin ta kendisidir. Ümmü Gülsüm’ün bu yorumu sayesinde, uzun süre klasik eleştirmenlerin gölgesinde kalan ve hak ettiği itibarı göremeyen Nâcî, modern Arap şiiri haritasında hak ettiği yere geri döner.

Nâcî, şiire dair bir beytinde şöyle der:

Şiir bir saltanattır, sen de onun emirisin

Şairlerin taçlara ne ihtiyacı var ki?

Homeros’u zaman kendine emir tayin etti

Nesiller ise ona sultanlık hükmünü verdi.

Şiir ruhunun bitip tükenmeyen yönünü ise şu cümleyle özetler:

Her ne söylersem söyleyeyim

Kalbimde dudakların henüz söylemediği bir şiir kalır

Nâcî sadece bir şair değil; aynı zamanda hikâyeci, denemeci ve çevirmendir. Başlıca eserleri arasında şunlar sayılır: Medînetü’l-Ahlâm, Âlemü’l-Üsra, Risâletü’l-Hayât, Keyfe Nefhemu’n-Nâs, Edrikni Yâ Duktûr.

Bu eserler, büyük ölçüde psikoloji, sosyoloji ve insan ilişkileri ekseninde kaleme alınmış, gözlem ve tecrübe yüklü metinlerdir. Araştırmacılar, 1933-1953 yılları arasında elli civarında hikâye yayımladığını belirtir.

Ayrıca, İsmâîl Edhem ile birlikte 1938’de kaleme aldığı “Tevfîk el-Hekîm: el-Fennân el-Hâir” adlı eser, dönemin edebiyat dünyasını anlamak açısından önemlidir.

Çevirileri arasında şunlar yer alır: Baudelaire’in “Les Fleurs du Mal / Kötülük Çiçekleri’nden seçmeler ve Baudelaire üzerine bir inceleme (Nâcî’nin vefatından bir yıl sonra, 1954’te yayımlanır), Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı, İtalyancadan “Tatilde Ölüm”, Shakespeare üzerine bir inceleme ve çeviri parçaları yer alır.

Bu eserler, onun sadece duygusal bir şair değil, aynı zamanda modern dünya edebiyatına açık, çeviri yoluyla kültürler arası köprü kurmaya çalışan bir entelektüel olduğunu gösterir.

Nâcî’nin şiir mirası, birkaç temel divan etrafında şekillenir: Verâe’l-Gamâm ilk divanıdır. Çıktığında Akkâd ve Tâhâ Hüseyin başta olmak üzere gelenekçi eleştirmenlerden çok sert, çoğu zaman haksız sayılabilecek eleştiriler alır. Tâhâ Hüseyin onun şiirini “salon şiiri” diye nitelendirir ve “dışarı çıksa soğuktan titrer” diyerek küçümser. Bu eleştiriler, Nâcî’yi derinden yaralar; neredeyse şiiri bırakmayı düşünür, fakat sonra susmayı, daha az yayımlayarak yazmaya devam etmeyi tercih eder.

Leyâlî’l-Kâhire ise en meşhur divanıdır. İçinde uzun şiirler, bu uzun şiirlerin içine serpiştirilmiş alt başlıklı bölümler yer alır. Bu divanda el-Atlâl, Leyâlî’l-Kâhire ve dostu İbrâhîm Desûkî Abâza için kaleme aldığı el-İbrâhîmiyyât gibi önemli metinler bulunur. et-Tâiru’l-Cerîh ise 1953’te yazılmış, 1957’de yayımlanan Nâcî’nin üçüncü divanıdır.

Şarkıdan ulusal marşa: Vallah Zaman, Ya Silahî
Mecra

el-Atlâl kasidesini seslendiren Ümmü Gülsüm.

Vefatından sonra da şiir mirası üzerinde çalışmalar devam eder: Dîvânu’d-Doktor İbrâhîm Nâcî adlı bir toplu basım, Kültür ve Ulusal Rehberlik Bakanlığı tarafından hazırlanır; komitede Dr. Ahmed Heykel gibi isimler vardır. Ancak bu baskıda Nâcî’ye ait olmayan şiirler bulunduğu için eser tartışmalara sebep olur.

1973’te Beyrut’ta yayımlanan Ma‘bedü’l-Leyl ise, divanlarından seçmelerin yanı sıra daha önce yayımlanmamış dört parça içerir.

1996’da Yüksek Kültür Konseyi, Hasan Tevfîk’in editörlüğünde Nâcî’nin bütün şiirlerini yeniden yayımlar. Bu baskı, üç ana divanı, 1961 tarihli resmi baskıdaki şiirleri ve Hasan Tevfîk’in keşfettiği, daha önce yayımlanmamış yüz bir şiiri bir araya getirir. Tevfîk, bunlardan ellisini daha önce Kasâid Mechûle adıyla yayımlamıştır.

Nâcî, hayatı boyunca iki tür “yara” taşır: duygusal yara ve eleştirel/siyasî yara. Bir yandan, başarısız aşkının izleri şiirinde derinleştikçe, diğer yandan edebî çevrede de haksız eleştiriler, yanlış anlaşılmalar ve kıymet bilmezliklerle karşılaşır.

Özellikle ilk divanından sonra, Tâhâ Hüseyin ve Akkâd gibi isimlerin ağır tenkitleri, onu içe kapanmaya iter. Aynı zamanda siyasi çalkantılar döneminde, 23 Temmuz 1952 Devrimi sonrası başlayan tasfiye süreci, onu hedef alan bir başka dalga olur. Yeni rejim, eski dönemin sembollerini ve belirli makamlardaki isimleri görevden uzaklaştırma yoluna gider. Bu süreçte, Tevfîk el-Hekîm ve İbrâhîm Nâcî gibi, dönemin en parlak elli-altmış yaş kuşağı isimleri de listelere girer.

Yeni yönetim, Nâcî’nin Demiryolları Tıp Bölümü’ndeki görevini, Hür Anayasalistler Partisi’ne mensup İbrâhîm Desûkî Abâza’nın himayesiyle elde ettiği kanaatindedir. Hakîm, Devrim Komuta Konseyi’nde kendisini savunanlar bulabilmiş, fakat Nâcî aynı desteği görememiştir. Bu nedenle görevden alınır, büyük bir haksızlık duygusuna kapılır ve yakınlarının anlatımına göre adeta kahrından ölür.

Tıbbî açıdan da zayıflamıştır; gençlikte başlayan şeker hastalığı, ilerleyen yaşında zatüre ve başka sağlık problemleriyle birleşir. En çok aktarılan rivâyete göre, 1953 yılında, Şubra el-Hayme’deki muayenehanesinde bir hastanın kalbini dinlerken aniden yere yığılır ve orada son nefesini verir. Böylece, ölene kadar tabiblik vazifesini ifa etmiş oldu. Hem doktorluk hem şairlik görevini, kelimenin tam anlamıyla son nefesine kadar sürdürdü.

Nâcî’nin vefatından sonra, hakkında çok sayıda çalışma kaleme alınır. Bunlar arasında şu eserler yer alır: Sâlih Cevdet’in “Nâcî: Hayâtuhû ve Şi‘ruhû”, Dr. Nimet Ahmed Fuad’ın “Nâcî” ve “Nâcî eş-Şâir”, Dr. Gâzî el-Kusaybî’nin “Ma‘a Nâcî ve Ma‘ahâ” adlı eseri, Tâhâ Vâdî’nin “Şi‘ru Nâcî: el-Mevkıf ve’l-Edât” adlı incelemesi, Vedi‘ Filistîn’in “Nâcî: Hayâtuhû ve Eş‘aruhû”, Dr. Ali el-Fekî’nin “İbrâhîm Nâcî” adlı eserleri.

Mısır üniversitelerinde onun şiirinde yabancılaşma, kadın imgesi, romantizm gibi konular üzerine doktora tezleri yapılır.

Samia Mehrez’in çalışması.

Son yıllarda ise en dikkat çekici çalışma, torunu Samia Mehrez’in “İbrâhîm Nâcî: Ziyâra Hamîme Teahharat Kesîran” adlı kitabıdır. Mehrez, büyükannesine ve teyzesine ait özel arşivleri, mektupları, günlükleri, aile içi rivâyetleri titizlikle inceler. Böylece Nâcî’nin sadece “Harabeler Şairi” etiketiyle sınırlanmasına itiraz eder, ilk aşkının kimliği üzerine ortaya atılan rivâyetleri belgesel yöntemle sorgular, “A.M.” harflerinden yola çıkarak ilham perisinin Aliyye Mahmûd et-Tuvayr olduğunu tarihçi Hüseyin Ömer’in tanıklığıyla ortaya koyar, Nâcî’nin Sâmiye Sâmî ile evliliğini, Mansûre’den yazdığı “Azîzetî Sûme” hitaplı mektupları ve aile içi ilişkilerini ayrıntılarıyla anlatır.

Bu çalışma, Nâcî’nin hem özel hayatını hem şiir dünyasını yeniden yorumlayan, onu söylentilerin gölgesinden çıkarıp somut belgelere dayalı bir portreyle karşımıza getiren çağdaş bir biyografidir.

  • İbrâhîm Nâcî, doktorluk ile şairliği, bilim ile sezgiyi, bedenin acısı ile ruhun sancısını aynı kişilikte buluşturan ender isimlerdendir. Bir yandan muayenehanesinde hastalarının kalp atışlarını dinlerken, diğer yandan kendi kalbinin kırık atışlarını şiire dönüştürmüştür.

Çocukluğunda kitapların arasında büyüyen, tıp mektebinden mezun olup demiryollarından bakanlıklara uzanan bir meslek hayatı yaşayan, Nil’in kıyısında ve Kahire’nin sokaklarında romantizmi hisseden, Apollo ekolüyle Arap şiirine yeni sesler taşıyan, aşk acısını “A.M.” harflerine saklayan, gelenekçi eleştirmenlerin sert yargılarıyla yaralanan, siyasi tasfiyelerle sarsılan, ama buna rağmen kalemini ve stetoskopunu bırakmayan bir insan... Onu, belki de en iyi şu cümle özetler: “Şiir ruhların merhemidir, tıp ise bedenlerin merhametidir.”

Bugün İbrâhîm Nâcî, sadece el-Atlâl’in şairi değil; modern Arap şiirinde insan ruhunun kırılganlığını, aşkın yarasını ve varoluşun sızısını en zarif biçimde dile getiren doktor-şair olarak hatırlanmaya devam ediyor.