Kanayan yara Darfur

SELİM TEKE
Abone Ol

Geçtiğimiz hafta, 23 Mayıs günü Sudan’ın Darfur bölgesinden yeni bir saldırının haberi geldi. Bu vesileyle tekrar dünya medyasının gündemine giren Darfur sorunu, Afrika’nın en uzun süreli insani krizlerinden birini bünyesinde barındırıyor.

On binlerce kişinin çatışmalar dolayısıyla hayatını kaybettiği, milyonlarca kişiyi göçe zorlayan Darfur meselesinin ortaya çıkışının nedenlerini Afrika’da 19. yüzyılda başlayan sömürgecilik faaliyetlerine değin takip etmek mümkün. Sömürgeci güçler Afrika’ya gelmeden önce; Sudan özelinde bahsetmek gerekirse de İngilizler bu bölgeye yerleşmeden önce, yerel halkın yaşamı, Batılıların kendileri için tesis edeceği sistemden çok farklı dinamiklerle sürüyordu. Ulus devletlerin aksine bölgede kabilelerin kendi içlerinde oluşturduğu bir otorite sistemi mevcuttu. Darfur’da Birinci Dünya Savaşı’ndan önce bir krallık olmasına rağmen otorite bölgenin her yerine nüfuz etmiyor, gruplar arasında çıkan sorunları kabileler kendi aralarında kurdukları bir heyetle çözüyordu. 1916’da Darfur’u işgal edip Sudan’a katan İngilizlerin kurduğu düzen kısmen yerel otoritelerin dâhil edildiği bir grubu ihtiva ediyorken, Sudan merkeziyetçi bir ulus devlet olarak kurulduğunda bunlar ortadan kalktı. Daha önce hiç bu çapta bir üniter devlet tecrübesi geçirmemiş olan Sudan bölgesi, karşılaştığı yeniliklerden sonra yüzyıllardır alışmış olduğu hayat şeklini ve bölgenin dinamiklerine göre ürettiği iç kurumlarını da kaybetmiş oldu.

Bölge insanı sadece savaşların değil, açlık ve susuzluğun da etkisi altında.

1885’ten 1956’ya dek İngilizlerin atadığı bir vali tarafından yönetilen Sudan 1956’da bağımsızlığını kazandı. Bağımsızlıktan sonra Hartum ve çevresi eski özelliklerini geride bırakarak şehirleşirken Darfur bölgesi önceki yapısını korumayı sürdürdü. Bu da pratik hayatında herhangi bir değişiklik olmamasına rağmen, farklı bir sisteme geçmenin karmaşıklığını yaşayan bir toplum oluşturdu. Sudan’da ortaya çıkan bir diğer mesele olan Güney Sudan sorunu da bu türden bir karmaşaya dayanmaktaydı.

Sudan eski adalet bakanı ve muhalif lider Hasan Turabi.

Sudan’ın ‘İslâmcı’ siyaset önderlerinden Hasan Turabi 1983’te adalet bakanı olarak Şer’i bir anayasa oluşturduğunda, ilk etapta bu yasa sadece Müslümanlara uygulanırken 1985’de tüm bölgede uygulanmaya başladı. Darfur olaylarının da tetikleyicisi sayılabilecek, 1985’de başlayan Sudan iç savaşı, gayrimüslim halkın bu şeriat yasalarının kendilerine de uygulanıyor olmasından doğan isyanından ortaya çıktı. Merkeziyetçi bir yönetime geçmiş olmanın gereği olarak ülkenin yasaları Sudan’ın genelinde uygulanıyor olmasına rağmen, Sudan toplumu tek tip bir yaşam biçimine sahip değildi. Hristiyan ve Animistler kendi kültürleri üzere hayatlarını devam ettirmeye çalışırken, Şer’i hukuka tabi olmak zorunda bırakılıyorlardı. Bu türden bir karmaşıklığın ve isyanın başlattığı, 1985’de başlayarak yaklaşık 22 yıl süren iç savaşta Güney Sudanlılar devletle mücadele etti. Uzun yıllar süren mücadelenin faturası ağır olduğundan, Güney Sudan’daki problem ve güçlerin Darfur gibi sınır bölgelerine kayabileceğinden korkan merkezi yönetim, çoğunluğu göçebe Araplardan oluşan Cancavidleri bu olası sıçrayışı engellemek adına silahlandırdı.

Darfur gerilimi, Sudan Devlet Başkanı Ömer Beşir'in ''soykırım''la suçlanmasına yol açtı.

1989’da Ömer El Beşir başa geçtiğinde ise Güney Sudan sorununu çözmek için müzakerelere başladı. Güney Sudan Halk Özgürlük Ordusu (SPLA) lideri John Garang ile fikir birliğine varabilen Ömer el Beşir, 2005’de Garang’ı ülkenin ilk başkan yardımcısı olarak görevlendirdi. Varılan anlaşmaya göre Sudan devleti otoritesinden taviz vererek Güney Sudan’ı özerk bir bölge olarak kabul edecekti. 2005’de henüz Başkan Yardımcısı olmuş Garang’ın şaibeli bir helikopter kazasında ölmesine rağmen Sudan yönetimi anlaşmayı devam ettirdi ve Güney Sudan’a özerklik verdi. Ömer el Beşir’in Garang ile birlikte ortaya koymaya çalıştıkları birlik duruşu Garang’ın ölümüyle bozulunca Güney Sudan 2011’de bağımsızlığını ilan etti.

John Garang, 2005'te şüpheli bir helikopter kazasına kurban gitti.

Sudan iç savaşında kazandıkları silahları ile güçlenen Cancavidler başka bir problem ortaya çıkardı. Sadece etnik bedevi Arapları değil aynı zamanda toplumdan tecrit edilmiş suçluları da bünyesinde barındıran Cancavidler Darfur’un sahra bölgelerinde yaşayan, tarım yapan Zurkalardan farklı olarak hayvancılık yaparak özellikle de deve yetiştirerek geçimini sağlayan göçebe topluluklardı. Göçebe olmayan anlamına gelen Zurka kelimesi ile isimlendirilen topluluklar ise Araplardan daha siyahi olan, tarım ile uğraşan ve yerleşik bir yaşam süren yerel gruplardı. Bölgede yaşayan bu iki grup arasında yaşanan, Darfur olaylarının başlangıcından önceye de götürülebilecek olan çatışma ve anlaşmazlıklar, sanıldığının aksine etnik bir mahiyet taşımıyordu. Zira buradaki halklar birbirlerini soyları üzerinden tanımlamaktansa yaşam biçimlerine dayanarak tanımlamaya yatkınlardı. Aynı zamanda ne göçebe topluluklar tam olarak ortak bir etnik kökene sahipti, ne de Zurkalar. Bölgede nesep ilişkisi ile kurulmuş toplumsal yapılar sayıları onları bulan kabilelerken, Zurka ismi yerleşik kabilelere verilen genel bir isimdi. Bu açıdan bakıldığında Darfur olayı etnik şiddet olarak tanımlanabilecek bir muhtevaya sahip değildi. Aslında iki grup arasında süren gerilimin sebebi, bölgedeki zenginliğin dağılımı ile ilgiliydi.

Darfur krizi, birçok yerde olduğu gibi en fazla çocukları etkiliyor.

Darfur’daki çatışmalar 1985’de başlayan kuraklık ile zuhur etti. Kuraklık sebebi ile daha sulak bölgeler olan güneye inen çoban Araplar ile Furlar arasında sürtüşmeler yaşanmaya başladı. Bu sürtüşmeler ve kavgalar kısa bir süre sonra her iki tarafın da birbirine ağır zararlar vereceği çatışmalara dönüştü. Furlar, Sudan’ın batısında yaşayan ve Arap olmayan etnik gruplardı. Darfur ismi de zaten, “Furların ülkesi” anlamına geliyordu. Furların, komşu ülke Çad’da akrabaları bulunduğundan, Çad da Darfur meselesinin dolaylı taraflarından biriydi.

Çatışmalar sebebiyle, yüz binlerce insan derme-çatma çadırlarda yaşamını sürdürüyor.

Furlar Arap bölgelerini, Araplar da Fur köylerini basarak karşılıklı olarak katliamlara imza attılar. Birbiri ardına gelen baskınlar, intikam duygusunu besleyerek olayları iyice kızıştırdı. Darfur’da silah tedarik edip silahlı bir birlik oluşturmak zor değildi, zira Libya ve Çad arasında gerçekleşen, 1986 başlayan savaş sürerken Sudan yönetimi Libya’ya Darfur’u üs olarak kullanma izni vermişti. Sıcak bir savaşın burada vuku bulması, bölgeyi adeta bir cephaneliğe çevirmişti. Silahlı çeteler kurulduktan sonra olay bütün Darfur’a yayıldı ve 3 yıl boyunca aralıksız devam edecek bir savaş çıktı. 1989’da bölge devletlerinin tesis ettiği bir uzlaştırma konferansında taraflar barıştırılmaya çalışıldı, fakat başarılı olunamadı. İki taraf da birbirini, kendi soylarına dayalı bir Darfur inşa etmeye çalışma, kendinden başkasına bir gruba müsamaha göstermeme iddiaları ile suçlayınca, Darfur meselesinin soykırım olarak lanse edilmesinin temeli atılmış oldu.

Darfur’daki bu gerilim Sudan içindeki bütün muhalif güçlerin ilgisini çekti ve birçok muhalif güç Darfur’daki gruplarla irtibata geçerek, örgütlü bir direniş grubu kurma teklifinde bulundu. Bu teklifler sadece Zurkalara değil aynı zamanda Araplara da yöneltilmişti çünkü aynı Zurkalar gibi Araplar da merkezin Darfur’a olan konumundan dolayı muhalif durumdaydılar. Davud Yahya Bolad SPLA’dan aldığı destek ile bir örgüt teşkil etmeye çalışsa da başarılı olamadı. Fur kökenli bir Avukat olan Abdulvahi Muhammed Nur’un teşebbüsü ile kurulan Sudan Kurtuluş Hareketi ise isminden oldukça söz ettiren eylemlere imza attı. 2001’de el Beşir iktidarına karşı silahlı mücadele etmeye karar veren örgüt 2002’de, önce 200 kişinin öldüğü garnizon baskını, daha sonra ise içinde uçak ve helikopterler de olmak üzere birçok mühimmata zarar verilen, 20 yetkili subayın kaçırıldığı başka bir baskın gerçekleştirdi.

Sudan'daki kabile yapılanması, çatışmaların tetikleyici unsurlarından biri.

Bu ağır tahribatlar sonucu Sudan yönetimi, daha önceden dikkatini çok da yöneltmediği Darfur bölgesine dikkat kesildi. Merkeze karşı ayaklanmış olan ve askeri garnizonlara saldırıda bulunan bu örgütler ile askeri mücadeleye girişmek için eldeki imkânlar yetersizdi. Sudan ordusunun çoğunluğu Güney Sudan sınırında çatışmada bulunuyordu. Aynı zamanda Eritre destekli isyancılar ile ülkenin doğu kısmında mücadele eden başka bir birlik daha vardı. Sadece Sudan ordusunun sayısının yetersizliği değil, bölgesel tecrübesizliği de bu mücadeleyi onların yapmasını engelliyordu. Hayatını burada geçirmiş yerel örgütler ile düzenli bir ordunun çöl ortamında savaşması pek mümkün değildi. Bu nedenlerden ötürü, Sudan hükümeti isyana müdahil olmaları için Cancavidleri silahlandırdı.

Zaten o ana dek gerçekleşen çatışmalardan dolayı, birçok insanın hayatını kaybettiği bölge Cancavidlerden sonra kan gölüne döndü. Elinde daha geniş bir silah kaynağı olan bedevi Araplar ve Zurkalar, birbirlerine karşı çok sayıda saldırı gerçekleştirdi. Olaylarda on binlerce kişi yaşamını yitirdi.

Devam eden çatışmalar, dünyanın gözünün yeniden Darfur'a çevrilmesine yol açarken, krizin en çok vurduğu siviller çaresiz.

Cancavidler ve Zurkalar arasındaki çatışmalar bugün dahi sürüyor. Merkezin tüm anlaşma çabaları 2009’daki barış teşebbüsünde olduğu gibi başarısızlıkla sonuçlanıyor. Batı ülkelerinin başlatmış olduğu “Save Darfur” hareketi ile güçlü bir medya desteğine sahip olan; Çad, Eritre gibi bölgesel güçlerden de askeri yardım alan Zurka grupları da barışmaya yanaşmıyor ve Darfur meselesi çözülemiyor. Birleşmiş Milletler’in 2010’daki raporuna göre bölgede 300.000 insan hayatını kaybederken 3 milyona yakın insan göç etmiş durumda. Fakat Sudan hükümeti bu sayıların abartılı olduğunu iddia ediyor.