6 Şubat Kahramanmaraş Depremi’nde yıkılan şehir hafızası

ÖMER YALÇINOVA
Abone Ol

Bu binaların hiçbiri bizim değildi. Satın almaya kalkışsak gücümüz yetmezdi. Kiralamak istesek yüzlerce engelle karşılaşırdık. Neden daha bir ay önce içine girsek “Buyurun!” diye bizi durduracak ve işimizin olmadığını fark ettiğinde kapı dışarı edecek kişilerin bu mülklerine bu kadar üzülüyorduk? Çünkü şehir demek biraz da hafıza demektir. Şehir ortak mülk, ortak hafızadır. Onda sadece bina sahipleri değil, onun önünden arkasından her gün gelip geçen yani göz izi bırakanlar da hak sahibidir. O yüzden şehrin yıkımı bütünüyle hafızanın yıkımıyla ilgilidir.

2012 yılında eşimi (o zaman nişanlıydık) okuduğum fakülteye götürmek istemiştim. Arabadan inmiş, bildiğim durak ve yollardan geçtikten sonra fakülte binasının olduğu bahçeye girmiştik. Sürekli çevreme bakıyordum, çünkü burayı tanıyamamıştım. Sanki ışık dolu bir alandan karanlık bir koridora girmiş, lambaları açmak için buralarda bir yerlerde düğme olmalı diye düşünüyor ve aranıyordum. Aradığım şey, tabii ki beş yıl boyunca hemen her gün adımladığım koridorlar, içine girip ders dinlediğim sınıflar değildi sadece. Anılarımı arıyordum. Her ne kadar eşime “İşte şurada büfe vardı, burası kütüphane binasıydı,” diye zorlama bir şeyler anlatmaya çalışsam da olmuyordu. Öğrenim gördüğüm binalar yıkılmış, yerine yeni, çok katlı ve modern binalar dikilmişti. Huzursuzluğumu ifade edecek kelime bulamıyordum o an. Eşime beş yıl boyunca yaşadığım enteresan, çoğu komik, anlaşılmaz olayları anlatamamıştım. Sonra o anılar sanki bütünüyle silinip gittiler. Ne zaman sınıf arkadaşlarımdan birini görsem, tekrar o anılar, karanlık bir mahzenden, mum ışığı altında yeniden görünür oluyor ama o kadar. Ötesi ve ayrıntısı yok.

Eski Kahramanmaras -1915.

Benzer bir huzursuzluğu 6 Şubat 2023 Kahramanmaraş Depremi’nden sonra da yaşadım. Kahramanmaraşlıların kısaca “Çarşı” diye adlandırdığı Azerbaycan Bulvarı ve Trabzon Caddesi depremde neredeyse bütünüyle yıkıldı. Ayakta kalan binalar ise ağır hasarlıydı. Dolayısıyla onlar da yıkılacak. Depremden bir ay kadar sonra bir öğrencimle birlikte bilinçli tercihle değil bütünüyle istemsiz ayaklarımızın önce Ulu Camii’ne, sonra da Kapalı Çarşı’ya yöneldiğini fark ettik. Ulu Camii’nin en muhteşem yapısı tabii ki minaresiydi. Böyle bir minareyle gezip gördüğüm şehirlerin hiçbirinde karşılaşmamıştım. Hatuniye Camii’nin minaresi de, Ulu Camii’ninkiyle aynı. Aralarında büyüklük farkı var. Sanki bu minare Dulkadiroğlu mimarisinin eşsiz örneği diye gösterilebilecek yegâne yapıdır. Tabii ki mimarlar, şurasında Memluklu, burasında Selçuklu, diğer tarafında Endülüs etkileri gibi tespitlerde bulunabilirler. Anlatsalar ben de bu tespitleri seve seve dinlerim. Ama şu yaşıma girdim, henüz böyle bir açıklamayla karşılaşmadım. O yüzden Ulu Camii Maraş’ın ta kendisidir, diye düşünür ve her fırsatta söylerim. Çünkü Dulkadiroğlu döneminde yapılan cami, hamam ve çarşılar Kahramanmaraş’a bir şehir kimliği kazandırmıştır. Ve o kimlik, Ulu Camii çevresinde oluşmuştur.

Ulu Camii Minaresi.

Öğrencimle Ulu Camii’nin yıkık minaresini görünce boynumuz koptu sandık. Abartmıyorum. Gözlerim dolmuştu ve öğrencime çaktırmadan ağlıyordum. “Gözüme toz kaçtı.” diyerek durumu idare etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Ağlamamın sebebi, “Artık her sabah neye bakacak da, ne güzelsin diye söyleneceğim?” cümlesinde gizlenen ağıttır. İş yerine gitmek için her gün arabamla caminin karşısına düşen Şekerdere’den inerken özellikle yavaşlıyordum -bence onun en güzel göründüğü cephe burasıydı- ki camiyi daha çok izleyeyim. Şimdi minaresi yıkılmış, ön cephesi göçmüş camiyle birlikte bu hatıralarım da yıkılmıştı. İçimdeki o tertemiz ve bana özel duygu âdeta kırılmış hatta yırtılmıştı. Kalbim bir yandan yıkılan Maraş’a ağıt yakarken, diğer yandan yıkılan kendi iç dünyama figan ediyordu. Bu, Konya’da okuduğum fakülte binalarını artık ebediyen göremeyecek olduğumu fark ettiğimde duyduğum huzursuzluğun ötesindeydi. Ulu Camii’nin karşısında ızdırap içindeydim. Ulu Camii biliyorum tabii ki yeniden ayağa kaldırılacak. Ama o yeniden ayağa kaldıran cami, hatıralarımızdakiyle aynı olmayacak. Kanayan bir yara olarak göreceğiz onu daima. Belki eski hâlini bilmeyenler, onu yeni hâliyle sevecek ve benimseyecekler.

Bahtiyar Yokuşu.

Kapalı Çarşı’da Allah’tan çok hasar yoktu. Orayı hızlıca geçip Çarşıbaşı’ndan Kıbrıs Meydanı’na inmeye kalkıştığımızda asıl yıkımı gördük. Enkazlar arasındaydık artık. Yıkıntılar üzerinde çalışmalar devam ediyordu. Bazı enkazlardan eşya kurtarmaya çalışan kişiler vardı. Bazı enkazlar ise kepçeyle kamyona yüklenip götürülüyordu. Yüreğimiz en fazla Müftülük Meydanı’na kadar dayandı. Çünkü her yerde çalışma ve enkaz vardı. Bahçelievler Camii’nin minaresi de yıkılmıştı. Şehir tanınmaz hâldeydi. Her adımda huzursuzluğumuz artıyordu. Bir an önce buradan çekip gitmek istiyorduk. Çünkü aklımız ve kalbimiz allak bullak olmuştu. Neden ama? Şimdi bunu düşünüyorum. O an düşünmemiştim. Neden bu hâle gelmiştik? Bu binaların hiçbiri bizim değildi. Satın almaya kalkışsak gücümüz yetmezdi. Kiralamak istesek yüzlerce engelle karşılaşırdık. Neden daha bir ay önce içine girsek “Buyurun!” diye bizi durduracak ve işimizin olmadığını fark ettiğinde kapı dışarı edecek kişilerin bu mülklerine bu kadar üzülüyorduk? Çünkü şehir demek biraz da hafıza demektir. Şehir ortak mülk, ortak hafızadır. Onda sadece bina sahipleri değil, onun önünden arkasından her gün gelip geçen yani göz izi bırakanlar da hak sahibidir. O yüzden şehrin yıkımı bütünüyle hafızanın yıkımıyla ilgilidir.

Huzursuzluk zihinde başlıyor, sonra kalbe iniyordu. Yıllarca o köşesinden döndüğün bina bugün yoktu.

Öğrencim sonraki günlerde de çarşıya indiğinde aynı huzursuzluğu hissettiğini söyledi. Aynı huzursuzluk bende de vardı. O yüzden mümkün mertebe çarşıya inmemeye çalışıyordum. Huzursuzluk zihinde başlıyor, sonra kalbe iniyordu. Yıllarca o köşesinden döndüğün bina bugün yoktu. Hatta tek başıma dolaştığım bir gün, çarşı içinde yönümü kaybetmiştim. Çünkü Tekke, belediye binasının olduğu yerden deprem öncesinde görünmezdi. Şimdi belediyeyle Tekke arasındaki yüksek binaların hiçbiri yok. Ve bakınca Abdülhamithan Camii belediyenin önünden net bir şekilde görülüyor. Buna alışkın değildik. Böyle olmazdı depremden önce. Karşımızda sıra hâlinde çok katlı apartmanlar, onların üzerinde tabelalar olurdu. Şimdiyse Tekke ve Mercimek Tepe görünüyor. Eskiden de böyle görünür müydü buralar? Hiç hatırlamıyorum. 1990’lı yıllarda belki. O zamanlardan da hatırladığımı söyleyemem.

Çocukluğumun geçtiği sokakların yıkılıp kocaman bir park yapılması konusuna hiç gelmiyorum; zira mevzu uzar, gereksiz yere duygusal cümleler kurmaya başlarım.Şehrin, büyük bir zihne benzediğine, onda yapılan her değişikliğin, bu zihne zarar verdiğine yeterince örneğimiz var. Şehir hafızası, bence bireyde, diğer ifadeyle bireysel düzeyde yaşanmaktadır. Sonrasında topluma yayılıyor. Daha sonrasında ise tarihe dönüşüyor. Bir süreç bu. Bir evin, sokağın hikâyesi bile şehrin hafızasının özeti olabilir. Romanlar bu yüzden çok önemlidir. Onlar bireyin hayatından toplumun hayatına geçiş yapabileceğimiz, bence yegâne sanat dalıdır. Bunu şiir, hikâye, piyes veya hatıratlardan yakalamak zor. Romanın ise konusu budur: toplum. Hiçbir bireysel oluşum toplumsal yapıdan kopuk veya ayrı değildir. Toplumu olduğu hâliyle kavramak güçtür. Hatta imkânsızdır. Toplum büyüklüğündeki bir yapı sadece akademik araştırmalarda değil sanatın hiçbir dalında da bütün haliyle işlenemez. Akademik çalışmalar toplumun sadece bir yönüne ışık düşürebilir. Sanat ise metafor, simge, imge, sembol gibi sıkıştırılmış gerçeklik diyebileceğimiz, tarih boyunca yorumlanmaya açık yöntem ve kavramlarla özetlenebilir. Bu yüzden bireyi ele aldığında roman, onda toplumu, tarihî, sosyal yapıyı, ekonomiyi, ahlakı, felsefeyi de okuruz. Bu manada eğer şehir büyük bir zihinse bunun merkezinde şahıs ve şahsın zihni bulunmaktadır.

Şehir hafızası denilince akla ilk gelen yapılar arasında tarihî camiler, konaklar, türbeler, saraylar sayılabilir. Oysa şehir hafızasının kurucu unsuru, şahsi tecrübelerdir. Tarihî yapılarsa, sonuçtur. Başlangıç noktası bireyin anılarıdır.

Tarihî yapıları anlamlandıran da, şahsi tecrübe ve eğilimlerdir. Öğrencimle Ulu Camii’nin yıkılmış minaresini gördüğümüzde, bu yüzden boynumuzun kırıldığını hissettik. Yine aynı sebepten belirttiğim üzere hiçbir şahsi mülkiyetimiz olmamasına rağmen Azerbaycan Bulvarı ve Trabzon Caddesi’ndeki yıkılmış dükkân, apartman ve otellere üzüldük. Onlara yüklediğimiz, tecrübeye dayalı anlamlar da yıkılmıştır çünkü. Öyleyse hafızadan; nesneyle ilişkiye giren zihni anlayabiliriz. Nesne de bu noktada zihin kadar önemlidir. Anlam yükleyeceğin nesne yoksa, anlam da olmaz. Oluşmuş, yüklenmiş anlam, nesnenin varlığıyla kaimdir. İddia ediyorum, çocukluğumun geçtiği, şimdilerde kocaman park olan mekânı yazacak olsam, çok soyut hatta uydurulmuş zannı uyandıracak tasvirlerle doldururum o metni. Oysa oraya tekrar gidebilseydim hem hatıralarım canlılığını yeniden kazanacak hem de tasvirlerim inandırıcı olacaktı. Eğer elimden bir hatırat çıkarsa, yine eminim birçok önemli ayrıntıyı yeniden o sokaklarda adımlayamadığım için ıskalayacağım. Tarihî yapılarsa, bu sürekli yenilenen, değişen, dönüşen özne-nesne ilişkisinin değişmeyen noktalarıdır.

Şıh Turan Cami.

Şehrin hafızasını oluşturan unsur sadece değişmeyen, korunmaya çalışılan, tarihî diye nitelendirilen; insanların geçmiş dönemlere yönelik özlemlerini, dolayısıyla yeni dönemlere yönelik öfke, tepki ve eleştirilerini simgeleyen yapıları değildir. Mesela 6 Şubat Depremi’nde yıkılan Selçuklu Sitesi de aslında tarihî Şıh Camii kadar şehrin hafızasının oluşmasında etkindir. Ama işte Selçuklu Sitesi “tarihî yapı” olmadığından yeniden yapılmayacak. Fakat yıkılan Şıh Camii ayağa kaldırılacak. Dolayısıyla şehrin hafızası diye nitelendirilen yapılar, bir yerde aydınlatıcı olurken, diğer yerde şehrin oluş halini gösteremedikleri için yanıltıcı olabiliyor. Belki de yine bu yüzden “ara sokakların tarihi” önemlidir. Şuna da benzetilebilir bu: Bir savaşta binlerce insan ölür ama o savaş, ölmeyen komutanın ismiyle anılır. Doğal bir süreçten söz ettiğimin farkındayım. Ben daha çok savaşta trajik diyebileceğimiz, bireysel bir olaya gözümü dikmiş gibiyim. Çünkü bence anlam oradadır. Doğru yorum da öyle. Kitleler göz önünde bulundurularak yapılan genellemeler, nasıl kazananın hanesine yazılıyor, insani/ahlaki olanı ıskalıyorsa, şehrin hafızası denilince sadece tarihî yapıların göz önünde bulundurulması şehri şehir yapan, küçük ama bir o kadar anlamlı olayların göz ardı edilmesine sebep oluyor. Tümeli görmek için tikel önemsenmediğinde, tümel diye ulaşılan sonuçlar da yanlış çıkacaktır.

Şehir hafızası, bir de sanatçılar ve “ayaklı kütüphane” veya “şehir divanesi” denilen kişilerle oluşur ve anlam kazanır. 6 Şubat Depremi bu manada da Kahramanmaraş için şehir hafızasının yıkımı olmuştur. Maraş’a dair tarihî, iktisadi veya dinî aklınıza gelebilecek her türden soruyu sorup karşılında tatmin edici bir cevap alabileceğiniz Yaşar Alparslan hoca, depremde vefat edenler arasında. Hocanın Maraş hakkında yazdığı ve hazırladığı yüzlerce kitap var. O kitaplardan birini alıp okumayı deneyin. Orada şehrin kült yapılarıyla karşılaşırsınız. Benim tarihî yapılara denk düşer, bu kült konu, şahıs ve olaylar. Bir de bu kült yapıların temelini oluşturan, diğer ifadeyle onları ayakta tutup günümüze gelmesini sağlayan canlılık, hareket ve ayrıntılar vardır. İşte o ayrıntıları kitapları karıştırarak öğrenemezsiniz. Ben Yaşar Alparslan hocaya koşup o ayrıntıları konuşurdum. Gülümseyerek, tane tane anlatırdı. Benzer özellik Ahmet Doğan İlbey ve Oğuz Paköz için de geçerlidir. Rahmet olsun, ikisini de depremde yitirdik. Ahmet Doğan İlbey’e Kahramanmaraş’ın görünen yüzünü sorun, o görünmeyen yüzüyle birlikte saatlerce anlatırdı. Ve maalesef bu anlattıklarının çoğunu yazıya geçirmedi. Oğuz Paköz’ün, kitapları dışında Alkış dergisinde kalan, Kahramanmaraş hakkındaki yazıları da aynı doyuruculuğa sahipti. Bu isimlerin çalışmalarında ve sohbetlerinde bulacağınız bilgi, tespit ve yorumlar, kitaplara girmeyecek ama şehir hafızasının kılcal damarları diye nitelendirilebilecek cinstendi. Benzer bilgi ve yorumlar depremde kaybettiğimiz Recep Şükrü Güngör, Fazlı Bayram ve Ferhat Ağca’nın öykü, şiir ve denemelerinde de vardı. Mesela Ferhat Ağca, Maraş’ın çiçeklerini edebiyatla iç içe işliyordu yazılarında. Recep Şükrü Güngör’ün hikâyelerinde mekân Maraş’tı. Fazlı Bayram’ın şiirlerinde duygu Maraş’la ilgiliydi. Genç yaşta kaybettik bu sanatçıları. Dolayısıyla yine kaldık, tarih kitaplarının soğuk, ayrıntıyı es geçip daha çok kazananın hanesine yazılan genellemelerine.

Kahramanmaraş Taş Medrese ve Türbe.

Tarihî cami, konak, türbe, han, hamam gibi yapıların şehir hafızasının oluşumu ve temsilindeki güçlü yerini inkâr etmeden ve küçümsemeden dikkat çekmek istediğim şey; aslında mimari hiçbir ayırıcı özelliği olmadığı hâlde canlılığı, hareketliliği sağlayan gözden kaçırılanlar şehir hafızasının organik yapılarıdır. Bunlar, bir adım öncesi veya sonrası düşünülmeden, herhangi bir rahatsızlık duyulmadan yıkılıp parka dönüştürülüyor ya da yeniden farklı bir mimariyle inşa ediliyor. İkincisi, özne-nesne etkileşiminde özne kadar nesnenin (mekânın) de önemli olduğunu vurgulamaktı gayem.Hatta söz konusu hafıza olunca Riccardo Manzotti gibi filozoflar nesnelerin daha önemli olduğunu söylüyorlar (Zihnin Ucu Bucağı, 2018, Metis Yayınları). Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nda da benzer bir denklemi kurduğu düşünülebilir (2014, İthaki Yayınları). Hafıza Sanatı’nın tarihini yazan Frances A. Yates de, hatırlamakla mekân ilişkisini ayrıntılı bir şekilde işlemiştir. Üçüncü gayemse, şehir hafızasını oluşturan hareketliliğin taşıyıcıları, anlatıcıları olarak nitelendirdiğim “şehir divaneleri” ve sanatçılardır. Maalesef 6 Şubat 2023 sabahı saat 04:17’de Pazarcık merkezli 7.7 şiddetinde, saat 13:24’te Elbistan merkezli 7.6 şiddetinde gerçekleşen depremler hem tarihî yapıları hem şehrin hareketli cadde, sokak ve mahallerini hem de “şehir divaneleri” ve sanatçıları elimizden alarak Kahramanmaraş’ın hafızasını altından zor kalkılır bir tahribata uğratmıştır.