Ağacın ölümü

EMİNE BATAR
Abone Ol

İçlere doğru ilerledikçe onu gördüm. Onun ölümünü aşikar eden şey bütün bu capcanlı olmayı haykıran çiçeklerdi şüphesiz. Meyvesinin tadını hatırlamaya çalıştım.

"Şuna bak," diyor komşu kadın, "mübarek, nasıl da çiçeklenmiş." Annem uzanıyor, çiçekleri gelişigüzel inceliyor. "Bunların her biri meyve olduğunda dallar başını yerden kaldıramaz," diyor. "Ama," diyor komşu kadın. "Dur bakalım. Ne soğuklar geçecek başından, ne rüzgarlar, ne yağmurlar." Başıyla onaylıyor annem, şöyle bir etrafına bakınıyor. Gözlerinin içi gururla parlıyor, öyle ya; emek verdiği bahçe bugün ona baharı sundu. Geçen yıl don vurmuştu da yemeye bile bir tanecik kayısı bulamaz olmuştuk. Martta yine böyle çılgınlar gibi bembeyazlardı halbuki.

Ne soğuklar geçecek başından, ne rüzgarlar, ne yağmurlar.

Her bir ağaç bahara sevdalanmış da onun gelişiyle içlerinde ne güzellik varsa vermek istermiş gibi gelinliğe bürünmüşler. Ne yana dönsek beyazlık. "İşte!" diyor. "Yapraklarımdan vazgeçtim, kararmış dallarımla bir kışı hüzünle geçirdim. Soğukta titredim, rüzgarda savruldum. En zor mevsimi çırılçıplak karşıladım. Adamakıllı hazırlandım bahara. Özümden gayrı her şeyi güzde bıraktım. Eskimiş giysimden sıyrıldım. Top top beyaz çiçeklerimle yeniden giyindim." Ağaç söylüyor bunları. Annem duyuyor. Gizli bir dil var aralarında. Suyun, gübrenin ne kadar verileceğini o biliyor. Yaprakların renginden neyin eksik olduğunu anlıyor. Aralarında gezerken kendi kendine konuştuğuna şahit oluyorum bazen. Şu, bir yerden bir yere gidemeyen, kendi suyunu, besinini almak için hep bir insana gereksinim duyan muhtaç varlıkları koruyup kolluyor annem. Merhametinden onlara da veriyor. Dallara uzanışında bile bir dikkat var. Annemin hislerini incelten şeyin bu çılgın beyazlıkla bir ilgisi olmalı.

Annem ve komşu kadın yumuşak toprağa bata çıka yürüyorlar, arkalarından bakıyorum. Sonra bir dala uzanıyorum. Meyveye dönüşmek için tomurcuktan fışkırmış bir çiçeği koparıyorum dalından. Pişmanlıkla dolaştırıyorum avucumda. Yerlere kadar eğilmiş dalların altından geçiyorum.

Siyaha çalan gövdeyi kollarımla sarıyorum. Çocukken oynadığım bir oyundu bu. O zamanlar beni duyup duymadıkları ile ilgilenmezdim. Onları güzel birer varlık olarak görürdüm. Şurayı, burayı süslemiş bir şey. Konuşmayan, konuşulanı anlamayan fakat adına canlı denen dimdik bir ölü. O zamanlar da seviyordum ağaçları. Şimdiki düşüncemle değil ama. Oyunlarımla. Oyunuma katıldığı, beni bir yaz güneşinin yakıcı sıcağından koruduğu kadarıyla. Bize sunduğu çeşitli tatlarda kayısılarıyla seviyordum ve okul harçlığı olmak için babamın cebinde paraya dönüştüğü kadarıyla. Saklambaç oyununda arkasına gizlenecek kadar gövdeleri genişlesin istiyordum. Gittikçe zayıflamayı umuyordum bu oyunda kazanan olmak için. Ağaçların çocuklar için başka anlamları da vardır elbet. Çocuk zihninin sorgulamadığı, büyüyünce de üstü örtülen, tozlanan ve gittikçe gerilere itilen düşünceleri bugün bulup çıkarmak için çabalıyorum. Ne yazık ki yoklar ya da kendilerini benden gizliyorlar.

Siyaha çalan gövdeyi kollarımla sarıyorum. Çocukken oynadığım bir oyundu bu. O zamanlar beni duyup duymadıkları ile ilgilenmezdim.

Bahçenin içlerine doğru yürüdüm. Dalların arasında dolaşan rüzgarın çıkardığı hışırtı ve uzaktan gelen çocuk bağrışmaları dışında ses yoktu. "Sizi özledim," dedim sessizce. Dudaklarımın kıpırdanışını ve yeniden kapanışını hissedecek bir yavaşlıkla söyledim. "Yüksek binaların, taş kaldırımların, asfalt yolların her yeri kuşattığı büyük bir kentteydim. Yol kenarlarına serpiştirilmiş ağaçların bir bibloya dönüşmemek için nasıl direndiklerini gördüm. Kafesteki kuş nasıl ‘kendisi’ olmaktan uzaklaştırılırsa öyle uzaklaştırılmışlardı özünden. Sıska, solgun ve tozluydular. Toprak, betonların altına hapsedilmişti, sokaklar tertemizdi. İşler saati saatine yapılıyordu. Fakat kimseciklerin bir ağaca dönüp bakacak zamanı yoktu. Şimdi, içime dolan bu kentli havayı ciğerlerimden söküp alın." Çocukluğumdaki çabukluk yoktu hareketlerimde. Yavaşlamıştım ve onları daha iyi görüyordum artık. Onlara benziyordum git gide.

  • Sanki biraz daha dikkat kesilsem ağaçların söylediklerini duyacakmışım gibi bir hisse kapılıyorum. Sözlerime bir tepki istiyorum. Yaprakların tatlı hışırtısından başka ses duymuyorum. Bunu, söylenmiş bir söz olarak kabul ediyorum. İçime bir genişlik, yüzüme bir gülümseme yayılıyor. Başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Gökyüzünde, beyaz bulutların ardında görünen maviliği seçiyorum bakmak için. Elim diğer elimi buluyor. Rüzgar hafiften şiddetleniyor. Çiçeklerin taç yapraklarını döküyor üzerime. Dalların çarpışmasından oluşan melodi gittikçe gürleşiyor. "İşte, konuşuyorlar," diye geçiriyorum içimden. Benimle değilse bile rüzgarla.

İçlere doğru ilerledikçe onu gördüm. Onun ölümünü aşikar eden şey bütün bu capcanlı olmayı haykıran çiçeklerdi şüphesiz. Meyvesinin tadını hatırlamaya çalıştım. Henüz muzu tatmadığım yaşlarda ablam, "Halamlarda muz yemiştim. Bu kayısının tadı muz tadına benziyor," demişti. Ondan sonra adı muzlu kayısı kalmıştı. Annem onun öldüğünü haber verdiğinde akşam güneşinin batışını seyrediyordum. "Evimizin karşısında bir orman, akarsu, göl yok ama, hiç olmazsa gökyüzü var, güneşin battığını görüyoruz," diye düşünüyordum.

Müslüman kadın kendi adına konuşabilir mi?
Nihayet

Sarsılmadan ölmüş, onurla. Yıkılmamış. Bütün o duruşunu bozmadan sadece vermekten ve almaktan vazgeçerek gidivermiş. Annem söylemişti:

"Ağaçlar vermekten vazgeçtiklerinde almayı da reddederler."

Dallarından birine uzanıyorum. Kaskatı kesilmiş, esnemiyor. Ruh çekilivermiş damarlarından. Bir çatırtı geliyor derinlerden. Dalı bırakıyorum. Dokunmam onu incitiyor olmalı, öldüğünü görmem, bütün bu beyazlığın içinde karardığının farkına varmam onu incitiyor olmalı.

Rüzgar yeniden şiddetleniyor. Mart ayının yalancı sıcaklığını alıp götürüyor. Üşüyorum. Hırkama sarınıyorum bir güzel.

Eve dönmeye niyetleniyorum.

Bunun için gelmiştim: Bu mevsimde hep bembeyaz gördüğüm bir ağacın, öldüğüne inanmak için.