Arnavutluk’ta yüz ve örtü, dijitalden pasaporta hangi kimlik çatışmasını gösterdi?
Dijital teknolojilerle kuşatılmış çağımızda pasaport kontrolünden sosyal medya filtrelerine uzanan platformlar, “görünen” yüzü mütemadiyen yeniden üretirken “gizlenen” yüzü tehlikeli yahut lüzumsuz addeden ikili karşıtlığı (binary opposition) istikrarlı biçimde pekiştirmektedir. Bu karşıtlık, yüzün hem bedenin en ikonik kimlik alanı hem de siyasal söylemlerin üst katmanlarında yankılanan çoklu toplumsal gerilimleri kodlayan palimpsestik bir form teşkil ettiğini ortaya koyar. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel süreç boyunca ve küreselleşmenin etkisiyle birlikte şekillenen “yüz ve baş” meselesi artık salt “kült” nitelikte olmayıp, derin bir kültürel çatışma zemini oluşturmuştur.
Mary Douglas’ın kirlilik kuramı bu tabloyu aydınlatır: Toplumsal normlara uymayan beden parçaları “düzene tehdit” olarak algılanır.[1] Bu hikâyede peçe, başörtüsü veya burka gibi örtünme biçimleri de kolayca “kirli unsur” sayılabilir. Çünkü modern devlet güvenlik, sekülerlik ya da millî kimlik gerekçelerini öne sürerek açık yüzü doğallaştırılmış bir regülasyon olarak dayatır. Buna karşılık mahremiyet veya dinî sorumluluk motivasyonuyla yüzünü perdeleyen birey, kamusal alanda heteronom baskıyla yüzleşir. Yüzün yıkımı-yeniden inşası, kozmetik cerrahiden deepfake’e, selfie kültüründen hukuka kadar geniş bir alanda beden politikalarının ne denli esnek ama bir o kadar da kuşatıcı olduğuna işaret eder.
Yüz “bizatihi kimliğin imzası” sayılırken yapay zekâ temelli manipülasyon teknikleri, onu hızla değiş-tokuş edilebilir bir görsel nesneye indirgeyebilir. Böyle bir atmosferde yüzünü tamamen örten kadının kamusal bedeni kirleten “kara leke” olarak damgalanması da öznel iman manifestosu olarak ulvîleştirilmesi de mümkündür. Dolayısıyla modern dünyada “görünen” ve “gizlenen” yüzün iç içe geçmiş dramatik karşıtlığı, yalnızca gündelik yaşam normlarını değil, aynı zamanda devletçi ideolojilerin temellerini sorgulayan, her an yeniden üretilen bir sınır hattına işaret eder.
Günümüzde anonimlik arayışı bu çelişkiyi daha da derinleştirmektedir. Sosyal medya profilleri ile yüz tanıma ağları, birey hakkında devasa veri setleri kurarken, kişi kendi kimliğini koruma arzusuyla “gözden ırak” kalmaya çabaladığında sayısız bariyerle karşılaşır. Anonimlik (anonimity) artık yalnızca dijital bir “profil ayarı” değil, fiziksel mekânda da tanınmama hakkını talep eden öznenin çetin mücadelesidir. Örneğin; yüz tanıma sistemlerinin havalimanlarından süpermarketlere dek yaygınlaşması, “yüzünü göstermeden sokağa çıkabilmek” veya “yüzünü kapatan giysilerle dolaşabilmek” fikrini neredeyse olağanüstü bir direniş olarak kodlamaktadır. Fransa (2010), Belçika (2011) ve Hollanda (2019) gibi Avrupa ülkeleri, sınırlarını koruma kaygısıyla burka benzeri giysileri yasaklamış; “güvenlik” retoriği burkayı “kamu düzeni” söylemi içinde ortadan kaldırılması gereken bir “engel” olarak konumlandırmıştır.[2] Bu yaklaşım, kadın bedeninin özerkliği üzerinde tasarruf hakkını ihmal eder ve Douglas’ın da vurguladığı üzere, “düzene uymayan” bedeni “kirli” ve “dışlanması gereken” olarak marjinalleştiren toplumsal mekanizmayı işletir.[3] “Burka yasağı” söyleminin sıklıkla “kadını kurtarmak” gerekçesiyle meşruiyet kazanmaya çalışması, aynı düzenlemelerin “kadının failliğini ihlâl ettiği” savıyla yoğun itiraz doğurmasını da anlaşılır kılar. Böylelikle dijital anonimlik talebi ile fiziksel örtünme hakkı, yüzün kimin tarafından ve ne amaçla denetleneceği sorusunu daha da içinden çıkılmaz kılar.
Bu bağlamda, Mart 2025’te Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde okullarda gündeme gelen “başörtüsü yasağı” etrafındaki tartışmalar da anonimlik ve beden politikaları geriliminin yerel bir izdüşümü olarak okunabilir. Yasağı destekleyenler bunu laiklik/tarafsızlık ilkesiyle savunurken karşıt görüşte olanlar uygulamayı ayrımcılık ve beden-inanç üzerinde devlet tahakkümü olarak algıladı. Bu örnek, yüz ve baş meselesinin küresel-yerel katmanlarda nasıl tebarüz ettiğini gösterir.[4]
Osmanlı’dan bugüne yüz ve örtü
Osmanlı toplumunda kadının bedeni, peçe veya çarşaf gibi farklı örtünme şekilleriyle görünür kılınırken, Tanzimat ve Meşrutiyet reformlarının getirdiği yeni kıyafet anlayışı yüzün daha fazla spot ışığı altına taşınmasına neden olmuştur. Böylece geleneksel örtü, bir yandan “geri kalmış” bir kalıntı olarak etiketlenirken öte yandan modernliğe meydan okuyan bir sembole de dönüştü. Cumhuriyet devrimleriyle beraber “başını açmak,” medenîleşmenin bir nişanesi olarak görülmüş; “çağdaş” bir toplum inşa etme çabası, kentli kadın görünürlüğünde keskin bir kırılmaya yol açtı. Bununla birlikte 1970’lerden itibaren üniversite kampüslerinde yükselen başörtülü genç kadın hareketi[5] “eski ve geri” diye yaftalanan örtüyü bir tür entelektüel ve politik direniş stiline dönüştürmeye başladı.
Osmanlı ve Türkiye tarihinde siyasi söylemler örtüyü yoğun sembolik anlamlarla donatırken, iktidar değişimlerinin kamusal giyim pratiklerini dönüştürücü gücü, “giyinme/kılık kıyafet”i söylemsel bir kategori olarak ele almayı zorunlu kılar. Bu bağlamda, örtü geleneği tarihsel bir süreklilik içinde bedeni işaretleyen, kuran ve farklı anlam katmanlarıyla donatan bir pratiği simgelemektedir. Söz konusu çelişkili nitelikleri -politik ve kişisel anlam çeşitliliğini- aynı anda taşıdığı için, örtünün toplumsal hafıza içindeki rolünü kavramak her zaman kolay değildir. Zira bu noktada örtü geleneği beden üzerinde hem kurucu hem işaretleyici bir pratik üretir; beden bu noktada hem mekân hem enstrüman hem de söylem sahnesidir.
Buradan hareketle, örtünme sadece “kadın özgürlüğü”nü tartışmaya açmakla kalmaz, aynı zamanda beden sınırlarının pazarlığını da gündeme taşır. “Başını açma”yı kutsayan reformist bakış, yasaklamalar yoluyla kadınları paradoksal biçimde “daha görünür” kılan bir karşı duruluşu da ateşler; çünkü başörtüsü salt bir giysi olmaktan öte, kimliğin belirlendiği ve sınırların çizildiği bir anlam taşıyıcısıdır. Michel Foucault’nun ileri sürdüğü gibi, iktidar bedeni disipline etmeye çalıştıkça direniş de aynı bedende yoğrulur.[6]
Bu tarihsel ve sosyopolitik çerçeve, yüze anlam yükleyen pratiklerin basit bir “giysi tercihi” olmadığını, aksine kültürel hafıza ve modern ideoloji tarafından sürekli yeniden inşa edilen sembolik bir dil işlevi gördüğünü göstermektedir. Elbette bu dil, kamusal alanda “kadın bedeni”ni bir kimlik vitrini hâline getirirken, örtünün öznel veya manevî saiklerini de bütünüyle dışlamamaya çalışır; ne var ki çoğu zaman kadın özne “kurtarılacak” mı yoksa “sınırlanacak” mı ikilemine sıkıştırıldığı için daima canlı tutulan bir çatışma sahnesi yaratmaktadır.
Üstelik, meselenin yalnızca “gelenek” ve “modernite” ekseninde kısıtlanamayacak kadar geniş bir boyutu olduğu da açıktır. Pek çok Avrupa ülkesinde uygulanan burka yasakları kadın bedenini homojenleştirme arzusunun yansımasıdır. Kirlilik mecazı burada yeniden belirir. Burka “kamusal hijyeni bozan” unsur olarak damgalanır, alternatif varoluş biçimleri böylece bastırılır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ya da Fransa, Belçika ve Almanya örneklerindeki gibi kadınların kıyafet tercihleri ve beden politikaları, toplumsal normlarla devlet politikalarının kesişim noktasında her daim sorguya çekilmektedir. Bu durum tarihsel olarak hiç kesintiye uğramadığı gibi, dijital platformlarda dışlanma, çevrimiçi taciz veya ayrımcılık gibi çağın yeni gerilimleri eklenince, kimlik siyaseti daha da çok katmanlı bir hâl almaktadır.
“Yüzün açık tutulması” talebi her daim salt güvenlik motivasyonlu değildir; bedeni disipline eden müdahaleler çoğu kez homojen ulusal kimlik inşasının bir veçhesidir. Ulus-beden metonimisini millî anlatılar üzerinden somutlaştıran Sara Ahmed (2006) ulusu, bedene benzetir ve kutsal hedefi kendini korumak olan bedenin sınırlarının tıpkı derimiz gibi geçirgen, saldırıya açık ve kolaylıkla tahrik edilebilir olduğunu söyler.[7] Kadınla ilişkilendirilen bedenin özellikleri olan tutku ve pasiflik arasındaki (passion-passivity) etimolojik ilişkiye değinen Ahmed, buradan yola çıkarak kadın bedeninin başkaları tarafından biçimlendirileceği korkusunun millî kimlik anlatılarında duygu, düşünce ve mantık çatısı altında konumlandırıldığını iddia eder.[8] Özellikle Kıbrıs gibi tarihsel olarak farklı kültür ve inanç gruplarının iç içe yaşadığı, siyasi gerilimlerin ve kimlik müzakerelerinin yoğun olduğu bölgelerde devletin veya resmî kurumların başörtüsü ya da yüz kapatma pratiklerine getirdiği kısıtlamalar, çoğulcu toplumsal yapıyı yaralayan ve toplumu konsolide etmeye yönelik dayatmalar olarak okunabilir. Anonimliğini korumak veya inanç gereği yüzünü tamamen kapatmak isteyen bireyler, kamusal alandan dışlandıklarında örtünme daha da politikleşmekte; basit bir mahremiyet talebi olmaktan çıkıp bir “kimlik direnişi” hâline dönüşmektedir. Bununla birlikte mahremiyet hakkı arayan herkesin mutlaka dinî bir motivasyon taşıdığını varsaymamak gerekir; dijital gözetim çağında, örneğin tanınmamak için maske veya çeşitli kapatıcılar kullanmak da bir direniş biçimi olarak algılanabilmektedir. Pandemi sürecinde maske kullanımının küresel ölçekte zorunluluk hâline gelmesi, bu konuda bir meşruiyet zemini sunuyor gibi görünse de maske “dinî” ya da “kültürel” bir simgeye dönüştüğünde, devletlerin ve kurumların toleransı hızla düşebilmektedir.
Sonuç olarak “yüzün saklanması/ifşası” modernitenin en çetin sorunsallarından biridir ve “Beden benim mi, kamunun mu?” sorusunu keskinleştirir. Yüz, iktidar-direniş sarmalında zaman zaman “kirlilik kaynağı”, zaman zaman “özgürlüğün kalesi”ne terfi eder. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki başörtüsü tartışmasından Avrupa’daki burka yasaklarına ve çevrimiçi anonimlik arayışına kadar uzanan yelpaze, beden ve yüzün kime ait olduğunu, kim tarafından, hangi normlara göre zapt edildiğini sürekli yeniden düşünmeye mecbur bırakır. Nihayetinde, hem Osmanlı’dan bugüne taşınan tarihsel hafızayı hem de çağımızın dijital gerçekliğini hesaba kattığımızda, yüzün yıkımı ve yeniden inşası, yalnızca bir giysi ya da teknoloji tercihinden ibaret kalmayıp, kimlik siyasetinin, iktidar ilişkilerinin, güvenlik kaygılarının ve özgürlük arzularının kesiştiği bir omurga hâline gelmektedir. Düzeni sabit tutmak isteyen düzenleyici güç ile normları aşındırarak başka bir varoluş biçimi arayan bedensel tercihler arasındaki daimî mücadele, bugün hâlâ anonimlik haklarından Kıbrıs’ın başörtüsü tartışmalarına, Avrupa’nın burka yasaklarından sosyal medyadaki yüz filtrelerine kadar uzanan pek çok kulvarda varlığını sürdürmektedir.
[1] Mary Douglas, Purity and Danger: An Analysis of Concepts of Pollution and Taboo (New York and London: Routledge, 1966).
[2] Fransa’da 2011 yılında uygulamaya konulan burka yasağıyla başlayan süreçte, “abaya,” “haşema” ve “burkini” gibi farklı kültür ve işlevlere sahip giysilerin yasaklanmasına dair gelişmeler, örtünme yasaklarının Avrupa genelinde hem coğrafi hem de niceliksel bakımdan genişlemesini göstermektedir. Daha detaylı bilgi için bkz: Erlanger, Steven (13 July 2010). “Parliament Moves France Closer to a Ban on Facial Veils”. The New York Times. Archived from the original on 29 April 2011. Retrieved 14 September 2010. "Veiled women arrested at Paris protest | CBC News". CBC. Retrieved 3 October 2018. Friedman, Barbara; Merle, Patrick (November 2013). “Veiled Threats: Decentering and unification in transnational news coverage of the French veil ban”. Feminist Media Studies. 13(5): 770–780.
[3] Douglas, age., s. 130.
[4]https://www.ntv.com.tr/dunya/k...https://www.diken.com.tr/kibri...
[5] Daha detaylı bilgi ve kuramsal tartışma için bkz. Nilüfer Göle, Modern Mahrem, 1999.
[6] Foucault, Discipline and Punish, s. 26.
[7] Ahmed, Duyguların Kültürel Politikası, s. 3.
[8] Ibid.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.