Filozoflarla kahve üzerine

HABER MASASI
Abone Ol

Normalden daha farklı konular üzerine şarkılar yapan Talking Heads adında bir rock grubunun 1978’li tarihli “More songs about Buildings and Food” (Binalar ve Yiyecekler hakkında daha fazla şarkı) adında bir albümü vardı. Pop şarkıları geneli itibariyle aşk teması üzerine varyasyonlardan oluşur; Van Morrison’ın 1976 yılında çıkarttığı hit parçası “cleaning windows” ise diğerlerine nazaran çok daha farklı bir konumdadır.

Aynı şekilde felsefeciler ise sığ bir şekilde epistemoloji, metafizik ve hayatın anlamı gibi ıvır zıvır şeylerle ilgilenme eğilimindedirler. Fakat arada sırada bu büyük kafalar arasında kendi sahalarından çıkıp başka alanlar üzerine yazanlar da olmuştur. Mesela binalar ve yapı üzerine (Martin Heidegger), yemek üzerine (Hobbes), domates suyu üzerine (Robert Nozick) ve son olarak hava üzerine (Lucretius and Aristoteles). Bu kısa seri felsefecilerin ağzından duymaya pek de alışık olmadığımız şeyler hakkında onların ne dediği üzerinedir.

Kant’ın hayatı boyunca muazzam bir tutkuyla bağlı olduğu iki şey vardı: tütün ürünleri ve kahve.

Kahve insanı diri tutar, belki de bu yüzden Immanuel Kant bu siyah şeye çok inanıyordu. Thomas de Quincey, Immanuel Kant’ın Son Günleri’nde Kant için şunları söyler: “Kant’ın hayatı boyunca muazzam bir tutkuyla bağlı olduğu iki şey vardı: tütün ürünleri ve kahve”. Ancak felsefeciler yine de birçok şey hakkında fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Anglo-İrlandalı felsefeci ve roman yazarı Irıs Murdoch ise kahve konusunda Kant’la aynı düşünmez: “Kahve, iyi olmadıkça ve başka biri tarafından yapılmadıkça, oldukça çekilmezdir.”

Wittgenstein kelimeler ve anlamlarıyla meşgul olan bir filozoftu. Bunu düşünmek için kahve hakkında yazmaktan daha iyi ne olabilir? “Kahvenin aromasını tarif edin. Neden yapılamıyor? Kelimelere mi ihtiyacımız var? Peki sözcükler ne için eksik? Ama böyle bir tanımlamanın her şeye rağmen mümkün olması gerektiği fikrine nasıl kapılıyoruz? Hiç böyle bir tanımın eksikliğini hissettiniz mi? Kahvenin aromasını tarif etmeye çalıştınız ve başaramadınız mı?” (Philosophical Investigations, §610).

Kahve, o dönemde İngiltere’deki filozofları biraz meşgul etmiş olmalı ki Elizabeth Anscombe (kendisi de birinci sınıf bir filozof olmasının yanı sıra Wittgenstein’ı çevirmiştir) bir sözcüğün kastının neden belirli olması gerektiğini açıklamak için bunu örnek olarak kullanmıştır: “Çay doldurmak istediğimi vurgularken kahve doldurmak eylemi, “bu cezveden sıvı dökmek” tanımı altında kasti bir eylemdir.” (Ethics and Medical Decision-Making, s. 223).

Søren Kierkegaard’ın en ünlü eseri Ya-Ya da’dır. O zamanlar yirmi dokuz yaşında olan yazar bu başyapıtı kaleme aldığında çok önemli bir varoluşçu soru üzerine kafa yoruyordu: Kahve içmek ya da içmemek? İşte bu Ya- Ya da’dır.

Çünkü kendisinin de açıkladığı gibi, “... kahve içtiğimde mide bulantım kahve içmekten kaynaklanıyor ve kahve içmediğimde mide bulantım kahve içmemekten kaynaklanıyor. Ve biz insanlar için de öyle. Tüm dünyevi yaşam bir tür rahatsızlıktır; bunun nedeni bazılarında çok fazla çaba, bazılarında ise çok az çabadır.” Kahvesini içerken kullandığı tuhaf yöntem, alışkanlığının kötü etkilerini açıklayabilir. Kierkegaard’ın anlattığına göre, “keyifle... şeker dolu poşeti tuttu ve şekeri kahve fincanının içine, kenarından yukarıya yığılana kadar döktü. Ardından, beyaz piramidi yavaşça eriten inanılmaz derecede sert, siyah kahve geldi.” (Garff, Kierkegaard, s.288).

Kahve, o dönemde İngiltere’deki filozofları biraz meşgul etmiş olmalı ki Elizabeth Anscombe (kendisi de birinci sınıf bir filozof olmasının yanı sıra Wittgenstein’ı çevirmiştir).

Voltaire’in -Candide’in ve “mümkün olan tüm dünyaların en iyisi” ününün sahibi- günde elli beş fincan kahve içtiği söylenir. Bu da dikkat çekici görünüyor. Doktoruna göre de oldukça tehlikeliymiş. Doktor seksen yaşındaki Aydınlanma filozofunu bunun “yavaş bir zehir” olduğu konusunda uyardığında, Voltaire metanetle, “Evet, seksen yıldan fazladır her gün alıyorum” diye yanıt verdi (Mercure de France, 4 Ekim 1783).

Yani kahve mutlaka sağlıksız değildir. Hatta yaşamı onaylayan bir şey bile olabilir. Simone de Beauvoir karakterlerinden birine şöyle dedirtmiştir: “Köşedeki bistroda bir fincan kahve içmeye gidiyorum. Birkaç dakika içinde dönerim.” (The Mandarins, s. 827). Ben de aynısını yapacağım.