Gazze’de 7–26 Ekim günlüğü sivillerin hayatta kalma mücadelesini aktarıyor
Altı tane romanda imzası olan Atıf Ebu Seyf, 2019’dan beri Batı Şeria’daki Filistin Yönetimi’nin kültür bakanı. Ebu Seyf, Hamas’ın 1400 İsraillinin ölümüne neden olan sürpriz saldırısına misilleme olarak 7 Ekim’de bombalar düşmeye başladığında büyüdüğü Gazze’deki ailesini ziyaret ediyordu. Yurtdışındaki arkadaşlarına sesli notlar göndermeye başladı, günlük yaşamın yıpranan dokusunu tarif etti ve kuşatma altındaki yaşamın bir günlüğünü oluşturdu. Uzunluk, netlik ve üslup açısından düzenlenmiş olan aşağıdaki alıntılar, yaklaşık 7.000 Gazzelinin öldürüldüğü 7-26 Ekim tarihleri arasındaki üç haftayı kapsıyor.
7 Ekim, Cumartesi
Savaşın ben yüzerken başlayacağını aklımın ucundan bile geçirmezdim. Sabah 5:30 civarında kalkmış, bugün güzel bir gün olacak, diye düşünmüştüm. Yüzecek, sonra da doğduğum ve hayatımın büyük bölümünü geçirdiğim mülteci kampı Cibaliye yakınlarına bulunan Saftavi’deki daireme gidip duş alacaktım.
Sahile vardığımızda küçük balıkçı tekneleri denizde geçirdikleri bir gecenin ardından kıyıya dönüyorlardı. Dört kişiydik: kardeşim Muhammed, 15 yaşındaki oğlum Yasser, kayınbiraderim İsmail ve ben. Batı Şeria’dan ziyarete gelmiştim ve sadece birkaç gün kalmayı planlıyordum. Yasser bana eşlik etmek istemişti: Dedesiyle ninesini özlemişti.
Arabayla plajın kuzey ucuna gittik, ana yola park ettik, sonra deniz kabuklarıyla kaplı kumlara doğru yürüdük. Ufukta her zamanki gibi İsrail savaş gemileri görünüyordu.
Deniz davetkârdı. İsmail ve ben üstümüzü çıkardık, şortlarımızlaydık. Yasser fotoğraf çekti; Muhammed her sabah yaptığı gibi o sabah da sigarasını yaktı.
Birden her taraftan patlama sesleri duyuldu, roketler gökyüzünde çizgiler çiziyordu. Bunun bir eğitim manevrası olduğunu düşündüm ve yüzmeye devam ettim. Bir ya da iki saat sürebilir, dedim kendi kendime.
Kıyıya doğru yüzdüm ve İsmail’i yanıma çağırdım. Sudan çıkarken omuz silkti. Ona bağırarak duracak gibi görünmediğini söyledim. Birden sahildeki herkes koşmaya başladı. Muhammed “Buradan hemen uzaklaşmalıyız!” diye bağırdı. Patlama sesleri gittikçe yükseliyordu. İsmail ve ben çıplak ayakla, elbiselerimizi ve göğsümüze bastırarak koştuk. Etrafımızdaki herkes de aynı şeyi yapıyordu.
Arabaya ulaştığımızda, diğerleri daha kapılarını kapatmadan gaza bastım. İnsanlar arabamızın önüne atlayıp onları da götürmemizi istediklerinde deli gibi sürüyordum. Durduk ve beş adamın arkaya doluşmasına izin verdik. Yolu açmak için korna çalıp tekrar hızlandık. Muhammed’e döndüm: “İsmail nerede? Onu roketlere mi bıraktık?”
Muhammed güldü. “Hayır, onu köpekbalıklarına bıraktık.” İsmail’e devam etmesini söylemişti. Evi sahile çok uzak değildi. Muhammed’in köpekbalığı şakası kendimi daha iyi hissetmemi sağlamadı.
Saatlerce kimse neler olduğunu anlamadı. Sonra haberler gelmeye başladı. Ömer Ebu Şawiş adında genç bir şair ve müzisyen olan arkadaşımız, tıpkı bizim gibi Nuseyrat Kampı’nın önündeki denizde yüzerken, oradan geçen bir savaş gemisinden atılan top mermisi onu ve bir arkadaşını vurmuştu. Onların Gazzeli ilk iki şehidi olduğu ilan edildi.
8 Ekim, Pazar
Roots Oteli’nde 13 kişiydik: 10 misafir ve üç görevli. Kahvaltı, asansör ile merdivenler arasındaki koridorda bulunan masalarda servis ediliyordu. Ne zaman bombardıman başlasa -ki Gazze’de neredeyse her ay bombardıman olur- binaların ortasına, genellikle bir koridora ya da merdiven boşluğuna taşınmanız gerekir, çünkü burası onların uçan pencere camlarından en uzak noktadaki en korunaklı bölümüdür. 2008-2009 savaşı sırasında eşim Hanna, çocuklarım ve ben 22 geceyi evimizin koridorunda uyuyarak geçirdik. Bizi hayatta tutan şey kesinlikle buydu.
Perdelerin arasından, otelimizin üzerine tünediği küçük kayalığın altındaki parlak mavi denize baktım. Limanda rölantide çalışan balıkçı tekneleri, perdelerin salınımına eşlik ediyordu. Daha uzakta, üç savaş gemisi seyrediyordu. Yemek yerken içeriden bizi izleyen askerleri düşündüm. Kızılötesi lensleri ve uydu fotoğraflarıyla sepetimdeki ekmekleri ya da tabağımdaki felafel toplarının sayısını sayabilirler miydi?
15 yaşında sadece iki savaşa tanıklık etmiş olan Yasser 2014’teki savaşla ilgili anılarının izlerini hâlâ taşıyor. O sırada 7 yaşındaydı ve savaşı bütün canlılığıyla hatırlıyor. Sadece 2 yaşında olan kız kardeşi Jaffa da hatırladığını söylüyor, ancak o savaşı anlatırken, izlediği videoları anlattığından şüpheleniyorum. Bir tür nostalji yaşıyor. Savaş anıları garip bir şekilde olumlu olabiliyor, zira bu anılara sahip olmak hayatta kaldığınız anlamına geliyor.
Bugünkü sohbetin konusu da hayatta kalmaktı. Otelin diğer konukları -hepsi Batı Şeria’dan- Refah Geçiş Noktası üzerinden Mısır’a gitmeye karar vermişlerdi. Hepsinin pasaportu ve birçoğunun da diplomatik izni vardı. Kahvaltı bitmeden önce Mısır tarafıyla ayarlamalar yapılmıştı. Benim ve Yasser’in isimleri de eklenmişti. Eşyalarımızı topladık. Ama sonra Muhammed arabaya doğru giderken onlara burada kalacağımı söyledim. Bu şimdiye kadar verdiğim en akıllıca karar olmayabilirdi ama bana doğrusu buymuş gibi geliyordu. Korku yüzünden kaçamazdım; babamı, kardeşlerimi ve kız kardeşlerim Eisha ve Asma’yı terk edemezdim. İlk savaşım 1973’te patlak verdiğinde sadece 2 aylıktım ve o zamandan beri savaşların içinde yaşıyorum. Tıpkı hayatın iki ölüm arasındaki bekleyiş olması gibi Filistin de bir mekân, bir düşünce olarak birçok savaşın arasındaki mola, bir istirahat yeriydi.
Yasser’e diğerleriyle birlikte gitmesini söyledim ama o, benim yanımda kalmak istiyordu. Bölünmüştüm -Refah kapısında, İsrail’in savaşlar başladığından beri durmaksızın bombaladığı yerde- onu bir başına bırakmak ve -bugünlerde kendisi bir savaş bölgesi olan- Kuzey Sina’dan geçerken onunla birlikte olmamak beni dehşete düşürüyordu. Sonunda, onun istediğini yaptım.
Yasser’i dedesiyle ninesinin yanına bırakmaya giderken Muhammed’e ağaçları sulamak için benim avuç içi kadar araziye uğramamızı söyledim. Bir gün ev yapmaya niyetli olduğum küçük bir yer. “Dalga mı geçiyorsun?” diye bağırdı Muhammed, “Çok tehlikeli.”
“Ağaçları sulamadan bırakmak da öyle.” diye karşılık verdim, “Eğer savaş çok uzarsa ölürler.”
Muhammed güldü. “İşgal olursa her halükârda ölecekler. Tanklar her zaman olduğu gibi üzerlerinden geçecek.” Yine de ısrar ettim.
Muhammed’le, Yasser’i BM’nin yönettiği okullardan birinin yanında oturan dedesinin yanına bıraktık. Sonra, Beyt Hanun’daki evlerini terk etmek zorunda kaldıklarını anlatan arkadaşım Hişam’ın oğlu Ali’yle karşılaştım. Birçok aile Cibaliye’deki BM okullarına sığınmıştı. Okullardan birinin önündeki sokak insan kaynıyordu: kafası karışmış çocuklar, kızgın erkekler, yorgun kadınlar. Hiçbiri kendinde görünmüyordu. Çiftçiler okul duvarları boyunca mallarını güdüyordu. Bir öğretmen ayakta, çaresizce, bu karmaşadan bir düzen yaratmaya çalışıyordu.
9 Ekim, Pazartesi
Şehir moloz ve enkaz yığını hâline gelmişti. Güzel binalar dumandan birer sütunmuş gibi yıkılıyordu. Sık sık çocukken, Birinci İntifada sırasında, vurulduğum ve annemin bana hayata döndürülmeden önce birkaç dakikalığına öldüğümü söylediği zamanı düşünüyorum. Belki bu sefer ben de aynısını yapabilirim, diye düşünüyorum.
Bugün pazartesi. Bu, sabah 10’da Batı Şeria hükümetinin haftalık kabine toplantısı olduğu anlamına geliyor. Zoom aracılığıyla telefonumdan katıldım ama sürekli haber uyarıları geldiği için tam olarak konsantre olamadım. Savaş uçaklarından gelen füze sesleri kulakları sağır ediyordu.
Uyarılar bana El Tirans’ta bir hava saldırısında 50 kişinin öldüğünü bildiriyordu. Diğer bakanlardan özür diledim ve kampa geri döndüm. El Tirans Cibaliye’nin kalbidir. Yakındaki kasaba ve köylere giden tüm ulaşım bağlantıları bu noktada birleşiyor: Beyt Hanun, Beyt Lahia, Bedevi Köyü ve Şerit’in kuzeyindeki diğer yerlere giden taksiler ve minibüsler.
El Tirans’a giderken, Yasir ve ben sersemlemiş bir şekilde dolaşan ailelerin yanından geçtik. Döşekler, giysi torbaları, yiyecek ve içecek gibi tüm dünyevi eşyalarını taşıyor gibiydiler.
Saldırıların yapıldığı yere ulaştığımızda her şeyin dümdüz edildiğini görmek beni dehşete düşürdü. Market, döviz bürosu, felafel dükkânı, manav, parfümcü, tatlıcı, oyuncakçı, hepsi kül olmuştu.
Her yer kandı, bir de oraya buraya savrulmuş oyuncak parçaları, marketteki konserveler, ezilmiş meyveler, kırılmış bisiklet ve parçalanmış parfüm şişeleri. Tıpkı, bir ejderhanın yok ettiği bir kasabanın kara kalem çizimine benziyordu. Yasaer’e dedesi ve ninesinin evinde kalmasını söyledim. Filistinlilerin mantığına göre savaş zamanında hepimiz farklı yerlerde uyumalıyız, böylece ailenin bir kısmı öldürülürse diğer kısmı hayatta kalacaktır. BM okulları yerinden edilmiş ailelerle giderek daha da kalabalıklaşıyordu. Her ne kadar önceki savaşlarda işe yaramamış olsa da BM bayrağının onları kurtarması umut ediliyordu.
Gazetecilerin deliler gibi görüntü indirdikleri ve ajansları için raporlar yazdıkları Basın Evi’ne gittim. Basın Evi müdürü Bilal’le otururken bir patlama binayı sarstı. Camlar kırıldı ve tavan, parçalar hâlinde üzerimize çöktü. Merkez salona doğru koştuk. Gazetecilerden biri uçan camların isabet etmesi nedeniyle kanlar içindeydi. 20 dakika sonra hasarı incelemek için dışarı çıktık. Ramazan süslemelerinin hâlâ sokakta asılı olduğunu fark ettim.
Otele döndüğümde kendimi bitkin hissediyordum ve konsantre olamıyordum. Bileklerimde ağrı vardı. Bilal bana bunun aşırı telefon kullanmaktan kaynaklandığını söyledi. Saatlerce ona sarılıp haber almak için çırpınmıştım.
17 Ekim, Salı
Ölümün yaklaştığını görüyorum, ayak seslerinin gittikçe yükseldiğini duyuyorum. Ne olacaksa olsun, diyorum. Çatışmanın 11. günü ama bütün günler birbirinin içinde kaybolarak tek bir güne dönüştü: aynı bombardıman, aynı korku, aynı koku. Haberlerde, ölenlerin ismini ekranın altında kayıp giden spottan okuyorum. Kendi adımın gözükmesini bekliyorum.
Sabah telefonum çaldı. Rulla’ydı. Batı Şeria’daki bir akraba. Bana Gazze’nin güneyinde kuzenim Hatem’in yaşadığı Talat Hova’ya hava saldırısı yapıldığını duyduğunu söylüyordu. Hatem, karımın tek kız kardeşi olan Hüda’yla evliydi. Annesi, erkek kardeşleri ve aileleriyle birlikte dört katlı bir apartmanda yaşıyorlardı. Aradım ama kimsenin telefonu çalmıyordu. Şifa Hastanesi’ne isimleri okuyabilmek için yürüdüm: geçici morgun dışına günlük olarak asılan ölülerin listesini. Binaya yaklaşamamıştım bile. Binlerce Gazzeli hastaneyi evleri yapmıştı; bahçenin, koridorların, bütün boşluklarında ve köşelerinde aileler vardı. Vazgeçip Hatemlere doğru yürümeye koyuldum.
Yarım saat sonra sokaklarındaydım. Rulla yanılmamıştı. Hüda ve Hatem’in binası bir saat kadar önce vurulmuştu. Çocukların ve torunları bedenleri çıkarılmıştı, bildikleri kadarıyla hayatta kalan tek kişi Wissam’dı, o da yoğun bakıma götürülmüştü. Wissam doğruca ameliyata alınmış, iki bacağı ve sağ eli ampute edilmişti. Sanat okulundan mezun olalı daha birkaç gün olmuştu. Bundan sonra hayatını iki bacağı ve sağ eli olmadan geçirmek zorundaydı. Birisine “Diğerleri?” diye sordum. “Bulamıyoruz.” dedi.
Etrafımız enkazla çevrili hâlde “Hey? Bizi duyan var mı?” diye bağırıyorduk. Bazılarının hâlâ hayatta olabileceğini umuyorduk. Henüz bulunmamış olanların isimlerini haykırdık. Günün sonunda bir tanesi üç aylık bebeğe ait olmak üzere beş ceset bulmayı başardık. Onları defnetmek için mezarlığa gittik.
Akşam Wissam’ı hastanede ziyarete gittim; zar zor kendine gelebilmişti. Yarım saat sonra bana sordu: “Halo [Amca], rüya görüyorum değil mi?”
“Hepimiz bir rüyanın içindeyiz.” dedim.
“Benim rüyam korkunç! Neden?”
“Hepimizin rüyası korkunç.” 10 dakikalık sessizlikten sonra,
“Bana yalan söyleme, Halo. Rüyamda bacaklarım yoktu. Bu doğru, değil mi? Bacaklarım yok?”
“Ama bunun bir rüya olduğunu söylemiştin.”
“Bu rüyayı sevmiyorum, Halo.”
Oradan çıkmak zorundaydım. Uzun bir 10 dakika boyunca ağladıkça ağladım. Son birkaç günün dehşetinden bunalmış bir halde hastaneden çıktım ve kendimi sokaklarda dolaşırken buldum. Boş boş, bu şehri İkinci Dünya Savaşı veya dünyanın sonu filmleri gibi bir film setine dönüştürebiliriz diye düşündüm. En iyi Hollywood yönetmenlerine kiralayabiliriz. Talep üzerine kıyamet günü.
Hanna’ya Ramallah’ta, çok uzaklardaki tek kız kardeşinin öldürüldüğünü söylemeye kim cesaret edebilirdi? Ailesinin öldürüldüğünü? İş arkadaşım Manar’ı aradım ve birkaç arkadaşıyla birlikte bizim eve gidip haberin Hanna’ya ulaşmasını geciktirmelerini istedim.
“Ona yalan söyle” dedim Manar’a: “Binaya F-16’ların saldırdığını ama komşuların Hüda ve Hatem’in o sırada dışarıda olduğunu düşündüklerini söyle. İşe yarayabilecek herhangi bir yalan.”
Sabah ceset arama çalışmalarına tekrar katıldım. Bina, T.S. Eliot’un dediği gibi, “kırık dökük imgelerden oluşan bir yığın”dı. Biz arama görevlileri, gökyüzünde göremediğimiz insansız hava araçlarının cırcır böceğine benzeyen uğultusu altında enkazı karıştırıyorduk.
18 Ekim, Çarşamba
Bu benim en başından beri olmam gereken yerde, ailemin -babam, kız kardeşlerim, erkek kardeşlerim- toplandığı yerde, Cibaliye Kampı’ndaki ikinci gecem. İnternet yok. Sosyal medya yok. Radyo çağına geri döndük. Patlamalar devam ediyor, her biri bir öncekinden daha yakın hissettiriyor, her biri vurulup vurulmadığımı görmek için kendi bedenime dokunmama telkin ediyor.
Neden hayatta kalmak istiyorum ki? Bir gün daha ölüm korkusuyla yaşayacaksam hayatta kalmanın ne faydası var?
Karanlık ve korkunç bir geceydi. Dün gece El-Ahli Hastanesi’nde yüzlerce kişi öldürüldü. Hayatlarını ve geleceklerini bu hastanenin kutsallığında aramışlar, yanılmış da olsalar, orada güvenli olduğunu düşünmüşlerdi.
Hastane yaklaşık 150 yıl önce İngilizler ya da İngiliz Kilisesi tarafından inşa edildi. Biz buraya İngiliz Hastanesi derdik. Birinci İntifada sırasında bir çocukken vurulduğumda İngiliz bir cerrah tarafından burada kurtarıldım, kurşun karaciğerime saplanmıştı.
Kilisenin önündeki hastanenin bahçesinde çimlerin üzerinde uyuyan, kararan gökyüzünün altında yatan, sadece birkaç dağınık bulut tarafından korunan ve asla uyanamayacakları sabah güneşini bekleyen çocukları düşünerek zar zor uyuyabildim. Gözlerimi kapattım ve uyanmadığımı hayal etmeye çalıştım.
Bir arkadaşım mesaj attı: “Gazze’de neler oluyor?”
Cevap verdim: “Doğru soru ne olduğu değil, 75 yılı aşkın süredir ne olmakta olduğu?
Bir savaş filminin içinde yaşıyoruz ve yapımcı filmin bitmesini istemiyor. Stüdyo senaryoyu yeni sahnelerle beslemeye, bütçeye milyonlarca dolar eklemeye devam ediyor. Çekimler hiç durmadığı sürece gişe rekorları kıracak.
Telefonumu şarj etmek ve haberleri izlemek için Basın Evi’ne gittim. Dün gece bütün mahalle vurulmuş ve pencereler, yerler, tavanlar, raflar, kapılar, her şey paramparça olmuştu. Düşmeyen tek şey iç avluda asılı olan Gazze fotoğraflarıydı. Yasir, kardeşim Ahmed ve ben ilk hafta yaptığımız gibi geceyi orada geçirseydik hayatta kalamazdık. Neyin güvenli neyin tehlikeli olduğunu kimse bilemez. Zarları atmak zorundasınız.
İsraillilerin, muhtemelen Gazze Şehri’ni dümdüz edebilmek için, Şerit’te yaşayanların yüzde 60’ından fazlasını tahliye etmek istedikleri haberi geldi.
Dün, İsraillilerin emri üzerine Gazze’den güneye doğru hareket eden arkadaşım Muhammed’in kardeşi ailesiyle birlikte Nuseyrat Kampı’nda öldürüldü.
İtaat eden diğerleri o kadar uzağa bile gidemedi. Dün güneye giden ana arter olan Selahaddin Caddesi’ne düzenlenen füze saldırılarında onlarca kişi öldü.
Dışarıdaki bir insansız hava aracının sesi ya da içerideki bir sivrisineğin ısrarlı vızıltısı gibi, tehlike her yerde. Gazze Şeridi’nde hiçbir yer güvenli değil.
22 Ekim, Pazar
Bugün çatışmanın 16. günü. Ben hâlâ hayattayım. Gazze artık Gazze değil. Bu sabah uyanıp penceremden Cibaliye Kampı’na baktığımda, onlarca gencin füzelerin isabet ettiği binaların enkazını kaldırdığını ve umutsuzca altında ezilen cesetleri çıkarmaya çalıştığını gördüm. Sekiz gündür eşimin kız kardeşi, kocası ve oğullarının cesetlerini çıkaramıyoruz. Hanna her sabah telefon edip soruyor.
Her gün bir hayatta kalma stratejisi gerektiriyor. Tabii ki ekmek almak en önemli görev. Aileler çocuklarından birini gün doğmadan fırının önünde kuyruğa girmesi için gönderiyor. Değerli kargolarıyla dönmeden önce beş saat kadar beklemek zorundalar. Dün gece hiç ekmek alamadım. Cibaliye’de bütün yük ve acıları paylaştığımız komşumuz Ferec’in aldığını sanıyordum, o da benim aldığımı sanıyormuş. Felafel alıp onunla evin önünde buluştuğumda, yiyeceğimiz tek şeyin felafel topları olmasından dolayı mahcup olmuştuk.
Mahalleden bir arkadaşımız olan Yusuf bizi duyup karısını aramış. Dakikalar sonra, bizim için dokuz küçük ekmekle çıkageldi.
Ekmekten sonra düşünmeniz gereken ikinci şey temiz su. Soğuk suyu unutun. Sadece içilebilecek kadar temiz su. Son 10 günün çoğunu geçirdiğim Basın Evi’nde hiç suyumuz yoktu.
Elektrik çoğu zaman kesik olduğu için suyunuz olsa bile binaların tepesindeki depolara pompalayamıyorsunuz. Ve herkesin şişe su almaya gücü yetmiyor. Savaşın ilk birkaç gününde küçük bir şişenin fiyatı 10 şekele, yani yaklaşık 2,5 dolara yükseldi. Hastanede ateşler içinde yatan Wissam için suya ihtiyacım var. Sanki hâlâ patlamanın sıcaklığını hissediyor.
Üçüncüsü ise piller. Cibaliye Kampı’nda en son 13 gün önce elektrik vardı. On yıldan uzun bir süredir günlük kesintilere maruz kalan (sekiz saat açık, sekiz saat kapalı) çoğu insan buna uyum sağlamayı öğrenmiş. Şanslı olanların yedek jeneratörleri var, ancak çoğu arabalarda kullanılanlara benzer aküleri kullanıyor. Bunlar geceleri düşük aydınlatma ve biraz internet erişimi sağlıyor ancak ocak, buzdolabı veya su ısıtıcısı gibi hiçbir şeye güç veremiyor. Bir aküyü şarj etmekse beş saate kadar sürebiliyor.
Bu sabah fırınların önündeki kuyruklar normalden daha uzundu. Vihda Caddesi’ndeki Şanti Fırını ile Vihda ve Nasır caddeleri arasındaki Family Fırını önünde 500 metreden fazla kuyruk vardı. Fırıncılar Derneği başkanına göre yedi fırın İsrail füzeleriyle vuruldu. İki gece önce kız kardeşim Esma’nın evinin yakınlarındaki fırın, dışarıda kuyrukta bekleyenlerin çoğunun hayatıyla birlikte yerle bir edilmişti.
Vurulan sadece fırınlar değil, insanların toplandığı diğer yerler de vuruluyor. Dün gece Nuseyrat Kampı’ndaki çarşıyı ve kampın en tanınmış iki restoranı olan Cenîn ve Akîl’i vurdular: Savaşın beşinci gününde Akîl’den bir sandviç almıştım. Dün orada kuyrukta bekleyen insanlar şimdi ölü.
Elektriksiz ve internetsiz geçen uzun geceler boyunca kendimi dünyadan kopuk hissediyorum. Nereden geldiğini bilmediğim patlamalar ve çığlıklar duyuyorum. Bazen Ferec, Muhammed ve ben her patlamanın nerede olduğunu ve ne kadar yakın olabileceğini tahmin etmeye çalışıyoruz. Gazze’de çoğumuzun oynamayı çok iyi bildiği bir oyun bu.
Tek çözüm bir radyonuzun olması. Babamda üç tane var, muhtemelen hepsi aile yadigârı. Uzun tartışmalardan sonra bir tanesini kullanmama izin verdi. Gecelerimizi düzgün çekmesi için kavga vererek geçiriyoruz.
23 Ekim, Pazartesi
Dün geceki şimdiye kadarkilerin en şiddetlisiydi. Şerit’teki saldırılarda yaklaşık 600 kişi öldü. Saat 23:00 sularında her zamanki sekansı yaşadım: bir roket sesi, karanlıkta bir parıltı, bir patlama sesi. Karanlık ve zehirli bir bulut aşağıdaki sokağı doldurmaya başladığında dairenin ortasında bir şiltenin üzerinde yatmış ve neredeyse uyuyakalmıştım. Öksürmeye başladım. Kül ve yanık metal kokuyordu. Sokağın sonuna doğru ilerleyen 12 ambulans saydım.
Gerçek yemeği özlüyorum. Çoğu gün kahvaltıda da akşam yemeğinde de falafel yiyorum. İki gün önce biraz tavuk bulacak kadar şanslıydım ve Muhammed, Yasser ve kendime çabucak üç parça tavuk kızarttım. Tam bir ziyafet! Her yediğimde, bunun şimdiye kadar yediğim en lezzetli yemek olduğunu hissediyorum. Sanırım içten içe kendime bunu söylüyorum çünkü bu son yemeğim olabilir.
Bu sabah berber dükkanının açık olduğunu görünce şaşırdım. Dışarıda bir sürü genç adam kuyrukta beklerken içeri girme çabalarım başarısız oldu. Onun yerine kardeşim İbrahim’e küçük elektrikli usturasıyla saçımı kesmesini istedim. Rahmetli ağabeyim Naim saç kesme konusunda çok iyiydi. Birinci İntifadanın 40 gün kadar süren sokağa çıkma yasakları sırasında Naim mahalledeki erkeklerin saçlarını keserdi.
Bugün Cibaliye’de kaldım. Bu, Wissam’ı hastanede ziyaret edemeyeceğim ve Basın Evi’ne gidemeyeceğim anlamına geliyordu. Wissam’ı bu şekilde görmek çok zor. Sanırım tahminimden daha güçsüzüm. Kendime yarın onu görebilmek için bugün dinlenmem gerektiğini söyledim. Ayrıca, arabayı her gün kullanamam.
Benzin istasyonlarında hiç benzin kalmadı. Dün, Cibaliye Kampı’nın girişindeki benzin istasyonu sahibinin çaresizce kalabalığa yalvardığını, herkesi yakıtının olmadığına ve kuyruğa girmenin boşuna olduğuna ikna etmeye çalıştığını gördüm. Bir adam “Nasıl oluyor da benzin istasyonunda benzin olmaz?” diye bağırdı.
Sahibi öfkeyle “Savaşa sorun” diye cevap verdi.
Eisha’nın kampın Tel el-Zater mahallesindeki evine doğru ilerledim. Her yerde moloz yığınları ve yarı yıkılmış binalar vardı. Bu aşamada, etrafımdaki şehirde delikler açan patlamalara karşı kayıtsız hâle gelmiştim. Burada ölen herkes tamamen kötü şans neticesinde ölüyor. Sadece o anda füzenin düştüğü yerde oldukları için. Küçük bir teselli ise roketin sesini duyduğunuzda sizi vurmayacağını bilmeniz. Bu tüm Gazzelilerin öğrendiği bir ders. Hedef olduğunuzda hiçbir şey duymazsınız, sadece ölürsünüz.
24 Ekim, Salı
“Gazze’de hayat her zaman zor mu?” Bu soru bana çok soruluyor. Zor olmadığı bir zamanı hatırlamakta güçlük çekiyorum. Belki 90’lı yılların başında, Filistin yönetimi şehirde bir üs kurduğunda, dağınık birkaç an için biraz sakinlikten bahsedilebilir. Ya da sükûnet vaadinden. O zamanlar 20 yaşında olan benim kuşağım için gelecek aydınlık görünüyordu. Barış süreci yeni bir başlangıca işaret ediyordu. Binlerce insan bunu desteklemek için sokaklara döküldü. O zamanlar farkında değildik ama boşa kürek çekiyorduk. Annem Oslo Anlaşmalarını kutlayan gösterilerden birine katılmıştı; İsrail ordusuyla girdiği bir çatışmanın ardından yedi yıl hapse mahkûm edilen kardeşim Naim’in serbest bırakılmasını sağlayacağına inanıyordu. Naim’in serbest kaldığını göremeden öldü.
Ne yazık ki bu atmosfer sadece birkaç yıl sürdü ve ardından her şey çöktü. Barış Filistinliler için bir yük hâline geldi, bunun bedeli -her yerde İsrail polisinin varlığı- çok fazlaydı. Gelecek iptal edildi. Ekonomi durgunlaştı, havaalanı bombalandı, insanlar kuşatıldı. İsrailli yerleşimciler ve askerler 2005’te çekildiğinde bile, duvarlar yükseldi ve Gazze halkı bir kez daha burada vatandaş değil mahkûm olduklarını anladı.
Dün bütün gece boyunca tanklar bombardımanlarını sürdürdü. Eisha’nın evi Cibaliye’nin doğu tarafında, yüzlerce tankın bulunduğu sınıra yakın bir yerde. Buraya gelmek riskli bir karardı ama 17 gün boyunca bir yerden bir yere taşınmak ve suya kısıtlı erişimin olması artık canıma tak etmişti. Bir duşa ve gerçek bir yatakta düzgün bir gece uykusuna ihtiyacım vardı.
Eisha erken kalktı çünkü hazırlaması gereken ekmekler vardı. Onca bombadan sonra 14 yaşındaki oğlunu saatlerce kuyrukta beklemeye göndermeyecek tek çözüm kendi ekmeğini yapmak. Yardım ediyorum, hamuru yoğuruyorum ve kesiyorum. Binlerce Gazzeli aile de şüphesiz yeniden ekmek yapmayı öğreniyor. Eisha şanslı olanlardan biri: Kızartma için gazı var. Çoğu insan molozlardan topladıkları tahtalarla besledikleri ateşlerle doğaçlama yapıyor.
Birkaç yıl önce birisi Cibaliye’nin doğusundaki BM okulunun duvarına garip bir slogan yazılmıştı: “Geriye doğru ilerliyoruz.” Hoş bir tınısı var. Her yeni savaş bizi en başa geri götürüyor. Evlerimizi, kurumlarımızı, camilerimizi ve kiliselerimizi yıkıyor. Bahçelerimizi ve parklarımızı yerle bir ediyor. Her savaşın ardından toparlanmak yıllar alıyor ve biz daha toparlanamadan yeni bir savaş geliyor. Ne uyarı sirenleri ne de telefonlarımıza gönderilen mesajlar var. Savaş sadece geliyor.
25 Ekim, Çarşamba
19. Gün. Hastanelerdeki ilaç ve ekipman eksikliği inanılmaz boyutta. Hastalar anestezi olmadan ameliyat ediliyor, koğuşlarda çığlık sesleri duymak normal hâle geldi. Ağrı kesici yok, sakinleştirici yok. Üç yatak için tasarlanmış bir koğuşta şimdi yedi yatak var. Yataklar koridorlara, bekleme odalarına, ameliyathanelere, hatta banyo girişlerine ve merdiven boşluklarına tıkıştırılmış durumda.
Bu sabah El Şifa Hastanesi insanlarla dolup taşıyordu. Orada hiç doktor yoktu, sadece genç bir hemşire herkesin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu.
Yatağının yanına vardığımda, Wissam kalbimi kıran bir istekte bulundu. Bilmek istiyordu: Ona zehirli bir iğne yapabilir miydim? Allah’ın onu affedeceğinden emindi. Gülümsedim ve “Ama O beni affetmeyecek, Wissam.” dedim.
“Senin adına O’ndan bunu isteyeceğim.” dedi.
Yüce Allah’ın hikmetiyle ilgili bir ayetten alıntı yaptım. Wissam’a O’nun tüm bu ölümün ortasında hayatta kalmasını tercih ettiğini söyledim. Acıya daha fazla dayanamayacağı konusunda ısrar etti. Ona hiç ilaç verilmemişti. Yüzü solgundu ve pes etmeye hazır görünüyordu.
Savaşın sona ereceğine dair hiçbir nişane yoktu. İktidar sahibi kimse ateşkesten bahsetmiyordu. Haberlerde, insani yardım -biraz ilaç ve yiyecek- ve birkaç saatlik bir ateşkes için tartışma vardı. Birimize bile sormadan bizim hakkımızda konuşmalarını, bizim için karar verdiklerini duymayı dayanılmaz buldum.
Bu sabah 3:15’te bir hava saldırısıyla uyandım. Füzenin kaldığım Ferec’in evini vurduğunu düşünerek yatağımdan fırladım, saldırıyı duyma kuralını unutmuştum. Pencereye koşup aşağıdaki sokağa baktık. Yıkılan duvarların sesini duyuyorduk, cam kırıkları her yerdeydi. Burunlarımız ağır bir yanık metal ve ahşap kokusuyla doldu. Üç vuruş saydık ve her zamanki tahmin oyunumuza başladık. Bu sefer vurulan yer neresiydi?
Sabah Muhammed vurulanın el-Halebi ailesinin evi olduğunu söyledi. İlk etapta altı ceset bulundu ve 15 kişi kurtarıldı, diğerleri ise yıkıntılar içinde hâlâ kayıptı. Kurtarma çalışmalarına yardım etmek için aşağı indim. Parçalanmış ceset parçalarını bir battaniyenin üzerinde topladık; şurada bir bacak, orada bir el buluyorsunuz, geri kalanı ise kıyma gibi görünüyor.
Geçtiğimiz hafta içinde pek çok Gazzeli, ölüm geldiğinde kimlikleri tespit edilebilsin diye ellerine ve bacaklarına tükenmez kalemlerle isimlerini yazmaya başladı. Bu ürkütücü görünebilir ama çok mantıklı: Hatırlanmak istiyoruz; hikâyelerimizin anlatılmasını istiyoruz, saygınlık istiyoruz. Bu sayede en azından mezarlarımızda isimlerimiz olacak.
Geçen hafta vurulan bir evin yıkıntıları altından çıkarılmamış cesetlerin kokusu havada. Zaman geçtikçe koku daha da güçleniyor.
Cibaliye dar sokaklarıyla ünlüdür, ancak şimdi hepsi yıkılmış duvarlar, beton parçaları ve birbirine karışmış metallerle tıkanmış durumda. Bir saat önce birilerinin evi olan bir kaos yığının üzerinde durmuş, doğup büyüdüğüm mahalleyi düşünüyorum. Onun labirent gibi daracık sokaklarını avucumun içi gibi biliyorum; gözlerim kapalı yolumu bulabilirim. Yakında geride kalan yalnızca anılar olacak.
26 Ekim, Perşembe
Dün gece bombardıman gün sökünceye kadar sürdü. Evin içini toza boğdu, camları açık tutmalıyız çünkü eğer kapatırsak patlamaların yarattığı basınç nedeniyle parçalanırlar. Kamptaki binalar en iyi biçimiyle keyfidir. Geleneksel olarak, bir aile tek katlı bir ev inşa eder; sonra oğullarından birisi evlendiğinde yukarı ikinci kat eklenir, ikinci oğul evlendiğinde üçüncü kat, dördüncü oğlu evlendiğinde beşinci kat... Bombardımanı dinlerken binaların, yolda zikzak çizerek ilerleyen bir minibüsün arkasında lalettayin dizilmiş, ağzına kadar dolu hasır kutular olduğunu hayal ettim.
Sabah 6:30’da yataktan çıkıp köşedeki tatlı kruvasanları ve pankekleriyle meşhur küçük fırına aklımda Wissam’ın kolaylıkla yiyebileceği yumuşak bir şeyler alma düşüncesiyle gittim. Fırın sahibi üzülerek unu kalmadığını ilan edene kadar yarım saat kadar bekledim. Öğleden sonra tekrar gelmemizi söyledi. Eve dönerken, patlamalar arabayı takip ediyor gibi görünüyordu. Dikiz aynasından gökten bir ateş duvarının düşmekte olduğunu gördüğümde Celle Caddesindeydim. Her yerden patlama sesleri geliyordu. Sürebildiğim kadar hızlı sürdüm. İnsanlar buna -çok sayıda füze aynı yeri aynı anda vurduğunda olan şeye- “ateş halkası” diyorlar.
Muhammed terimi kullandığımda güldü: “Şu halimize bak! Nasıl da uzman olduk!” “Herhâlde,” dedim, “hem de hayatta kalma uzmanları.”
Haberler daha sonra bizlere bu halkada 40 kişinin öldüğünü ve 120’sinin hâlâ kayıp olduğunu bildirdi.
Gazze Sağlık Bakanlığına göre Gazze’de bugün ölü sayısı 7000’in üzerinde ve bunların neredeyse yarısı çocuk. Haberlerde, enkazdan kurtarılan bir çocuk onu çıkaran paramediklere “Teşekkürler ambulans, seni seviyoruz!” diyor. Sonra, kısık sesle, annesinin nerede olduğunu soruyor. Akşam yemeğinden sonra tabakları yıkarken, yarın yemek bulup bulamayacağımızı, bu gece uyuyup uyuyamayacağımızı ya da gelecek günlerde su bulup bulamayacağımızı merak ediyorum.
*Bu yazı 30 Ekim 2023 tarihinde Washington Post’un internet sitesinde yayımlanmıştır.
Atıf Ebu Seyf. Çeviren / Feyza Betül Aydın
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.