Hakikat incitsin seni, bir yalan avutacağına

KEMAL SAYAR
Abone Ol

Halis yaşantı, “-mış gibi hayat” yerine sahiciliktir; onun antitezi yaniinanmadığın sana ait olmayan bir hayatı bir giysi gibi kuşanmaktansakendi yalın varoluşunla olduğun gibi dünyaya arzıendam etmektir.

İnsan en çok, inançlarını destekleyen yalanlara inanır.

Rahmetli anneciğimin sürekli tekrarladığım bir sözü var: “Herkes kendi çanağına sağar.” Yunusumuz diyor ki, “Sen sana ne sanırsan ayruğa da onu san.” Sen kendin için ne dilersen, kendin için neyi hayal edersen, neyi arzu edersen ayruk için, yabancı için de onu dile.

İnsanın kendine taraflılığını ve pozitif illüzyonları pozitif yanılsamaları yok eden bir istisna var, haddizatında her insan kendine söylediği ufak yalanlarla ayakta durmayı başarıyor biraz da. Bu pozitif illüzyonlar bizi ayakta tutuyor. Kendimizi biraz pohpohluyoruz, seviyoruz kendimizi pohpohlamayı fakat bu tarafgirlik bir yerde kırılıyor.

Depresyon insanın hayatı en realist bir şekilde algıladığı durumlardan. O illüzyonlar yanılsamalar soluyor, buharlaşıyor; insan hayatın kırılganlığını, kendi hatalarını kusurlarını çıplak bir ışık altın da görebiliyor. Bu katlanılması çok zor bir görüş berraklığı. Buna depresif gerçekçilik der kimileri. Ancak buna tahammül edilmesi güç, böyle yaşayamaz insan. Bir şeylerin daha iyiye gideceğine inanmamız lazım.

Sen uçuşu hatırla...
Nihayet

İnsan en çok, inançlarını destekleyen yalanlara inanır. Benim ideolojimi, benim dünyaya bakışımı, daha önce biriktirdiğim hayat tecrübemi destekleyen yalanlara daha çok inanma eğilimi gösteririm.

Bu, benim kendime daha çok güvenmemi veya güçlü bir politik taraftarlık içindeysem bunu berkitmemi sağlar. Benim politik düşüncemi güçlendiren veya karşı tarafı çürüten bir yalana daha çabuk sarılırım.

Ralph Keyes’in ifadesiyle “Hakikat sonrası çağda gerçek ve yalanlardan başka, tam olarak gerçeği yansıtmamakla birlikte yalan da denemeyecek muğlak ifadelerden oluşan üçüncü bir kategori vardır.

Yalan, öyle değişik, güzel, allı pullu isimler alıyor ki hakikat sonrası “post-truth” çağında. Ralph Keyes’in ifadesiyle “Hakikat sonrası çağda gerçek ve yalanlardan başka, tam olarak gerçeği yansıtmamakla birlikte yalan da denemeyecek muğlak ifadelerden oluşan üçüncü bir kategori vardır.

Zenginleştirilmiş gerçek denilebilir buna. Neo-gerçek. Yumuşak gerçek. Suni gerçek. Hafif gerçek... gerçeği örtme, olağanüstü dilsel yaratıcılık güçlerini ortaya çıkarır. ‘Güvenilirlik açığı’, ‘yeniden çerçeveleme’ ve Churcill’in ‘terminolojik yanılgı’sı gibi klasiklerin yanı sıra, hakikat sonrası örtmecelere örnek olarak şunlar verilebilir: şiirsel gerçek, koşut gerçek nüanslı gerçek... stratejik yanlış beyanat, yaratıcı zenginleştirme, eksik ifşaat, seçici ifşaat... olgulara dayalı bilgi... gerçeğin gelişmiş bir versiyonunu söylemek.”

  • Yalan, tüm bu kalıplı, iri niteliklerle gerekli hatta mecburi bir şey gibi lanse edilebiliyor. Hakikat sonrasına dair belirtmek istediğim bir başka şey de yalana çok maruz kaldığımız zaman, doğru-yanlış analizi konusunda zihnin pes etme savunması. Artık yalana adapte olup âdeta onu kabul ediyor bu durumda insanlar.

Yalanın, yalancıya verdiği zararların en önemlisi, yalan söyleyenin hiçbir şeye ve hiç kimseye inanmaz hâle gelmesidir. Güven duymayan insanların bir kısmı da -hepsi değil çok yalan söyleyenlerdir. Bazen klinik örneklemde karşılaştığımız, yalancılık semptomu gösteren insanlar olur; kişinin kendisine güveni o kadar azdır ki kurduğu bir hayal dünyasında hep yalanlarla yaşar. Veya narsistik, kendisine sevdalı kişiler bire bin katarak, her şeyi abartarak kendi kişiliklerini dev aynasında göstererek yaşarlar. Bunun yanı sıra sosyopatlar insanları manipüle etmek ve kötüye kullanmak için yalanlar söylerler.

  • Saadet zincirleri insanları istismar etmek için onlara bir şey satmak için yalanlar söyler. Bir şey bize fazladan bir şey vaat ediyorsa ona daha çabuk inanma eğilimi doğamızda vardır. Yalanın tespiti kolay değildir. Mikro ifade denilen, yüzün içine gizlenmiş ufak mimiklerin birdenbire her zamanki ifadesinden kayması durumunda, bunun yalanın belirtisi olabileceğini söyleyenler de var.

Beden dili ile ilgili birkaç ipucu yaygın olarak gözlemlense de yalan söyleyeni yüzde yüz kesinlikle tespit edebileceğimiz bir yöntem bulunmuyor. Yalanın tespitinde, “göz kaçırmak” kesinlikle güvenilir bir belirti değil. Göz kaçırmak kültürden kültüre değişen sebepler gösterir. Örneğin Japonlar insanların gözlerine bakarak konuşmayı sevmezler, göz göze gelmek saygısızlık addedildiği için gırtlak hizasına bakarlar. Siyahi Amerikalılarda da böyledir ama bir beyaz Amerikalı göz irtibatı kurmazsanız sizin ondan bir şey gizlediğinizi düşünebilir. Kaşınmak elini kolunu oynatmak gibi belirtilerin de kültürel bağlamda değerlendirilmesi gerekiyor.

Yalanı içselleştirmiş kişi, yalan söylerken en ufak bir vicdan azabı duymadığı için kalp hızı ve nabzı da yükselmeyecektir. Sosyopatlar da keza, yalan söylerken korkmaz, gerçeğe kendi kurgusunu katarlar.

Yalan dedektörleri kalp ve nabız hızını ölçse de %25-75 arasında bir oranda yanıltılabileceğini gösterilmiş araştırmalarda. Yalanı içselleştirmiş kişi, yalan söylerken en ufak bir vicdan azabı duymadığı için kalp hızı ve nabzı da yükselmeyecektir. Sosyopatlar da keza, yalan söylerken korkmaz, gerçeğe kendi kurgusunu katarlar.

Umut ediyorum öyleyse yaşıyorum
Nihayet

Hülasa, yalan dedektörleri de yalan söyleyebilir. Muhatabın yalan söylediğini kesin olarak sapta - yabileceğimiz herhangi bir ölçümleme yöntemi bulunmuyor. “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz” diye bir söz var.Az ve öz konuşmayı başarmalıyız.

Anlamaz olgun adamdan ham adam/ Söz hem az hem öz gerektir, vesselam demiş Mevlana.


Gerçeği saklamak yalan söylemek sayılmalı mıdır? Gerçeğin sizce bilinmemesi gereken kısmını saklamak da yalan söylemenin bir türüdür. Böylelikle, gerçeğin açığa çıkmasını önlemiş olursunuz. İnsan bu şekilde de muhatabının gerçeğe erişimine engel olduğu için yalan söylemiş sayılır. Örneğin basın organlar sıklıkla bu şekilde yalan söyler.

Çok spesifik bir örnek vardır; hatırlarsanız Körfez Savaşı’nda bir tane karabatağın petrole bulanmış görüntüsü dönüyordu ekranda sürekli. İletilmek istenen mesaj şuydu: “Saddam çok kötü bir adam, petrolü denize sızdırdı, dolayısıyla ona müdahale etmek en meşru hakkımızdır. Böylece biz çevreyi düşünmeyen kötü bir adamı cezalandırarak haklı bir şey yapıyoruz.” Sonra bunun, bir başka yerdeki petrol sızıntısına ait bir görüntü olduğu ortaya çıktı. Bilinçli bir manipülasyon yapılıyordu, yani gerçek, mahal değiştirerek yalana dönüşmüştü. Orada da bir gerçek, bir vakıa vardı ama o gerçek başka bir alana transfer edildiğinde yalan oluyordu.

Manipülasyon, insanların yalanla yahut çarpıtılmış gerçeklerle yönlendirilmesi, zihinlerinin şartlandırılması, başka bir şeye hazırlanmasıdır. Buna karşı da çok dikkatli ve agâh olmak lazım. Peki mutlak doğruluk mümkün müdür? Nazi Almanya’sında gaz odalarına gönderilecek birisini sakladığınızı farz edin; çingene olabilir, şizofren veya Yahudi olabilir, gaz odasına gitmemesi gerektiğini düşündüğünüz bir insan bu kişi.

  • Gestapo kapınızı çaldı, kapıyı açtınız, “Evinde bizim aradığımız birisini saklıyor musun?” diye sorulduğunda ne cevap verirsiniz? Doğruyu söylemenin ahlaken yanlış olduğu bazı durumlar da olabilir, yalan söylemenin belirgin şekilde zorunlu olduğunu düşündüğümüz koşullarda, genel olarak yalan söyleyeceğimiz kişinin hem tehlikeli hem hakikat üzerinden uzlaşılamaz olduğuna karar vermişiz, demektir.

Yalan dünya
Nihayet

Demek ki doğruyu açıktan söylemenin maliyetinin çok fazla olduğu bir durumda, çelişen değerlerin hiyerarşideki üstünlük konumuna göre tavır almak gerekir. Bu yaklaşım aslında tüm prensiplerimiz açısından her durumda gözetilmesi gereken bir hassasiyettir. O sebeple, yalan söylemenin cezai müeyyideye bağlanmadığı hukuk düzenlerini anlamak bir şekilde mümkün. Tarihin en eski yazılı yasası sayılan Hammurabi Kanunları’nda da yok ki oldukça ayrıntılı düzenlemelere sahiptir birçok konuda.

Tarihin en eski yazılı yasası sayılan Hammurabi Kanunları’nda da yok ki oldukça ayrıntılı düzenlemelere sahiptir birçok konuda.

Bizim dinimizde de “yalan dünya” diye bir söz var. “Yalan” çünkü gelip geçici ve buna rağmen bizi kalıcılık vehmiyle aldatıyor. Geçmişi tamamen hatadan münezzeh bir kutsal alan olarak yüceltmek, bizim bugünün şartlarından hareket ederek yürürlüğe koyduğumuz hatırlama biçimidir.

Bugünü anlamlandırmak için bazen geçmişi aşırı kutsayabiliyoruz ama geçmiş hep bugünden inşa edilir ve bugünün ihtiyaçlarına göre inşa edilir.

Unutmamalıyız ki nostalji de aslında insan zihninin kendisine oynadığı oyunlardan bir tanesidir. İnsan belleği, en büyük yalancılardan bir tanesidir.

İnsan hafızası çok yalan söyler; size bir resim gösterip “Bu resimde sen annenin evlendikten sonraki ilk evinde Beyoğlu’nda yaşıyorsun.” dense, Beyoğlu’nun bir köşesinde öyle bir ev olmasa, böyle bir yaşantı hiç olmasa dahi siz bir sene sonra hatıralarınızı anlatırken o resme atıfta bulunarak bu hatırayı gerçekmiş gibi anlatabilirsiniz.

Tasavvuf günümüzün psikoterapilerine ne söyler?
Nihayet

İnsan belleği telkine çok açıktır ve hatırladıklarımız çoğu zaman hatırlamak istediklerimiz veya bize etrafımızın anlattığı şeyler olabilir. Bu yüzden günümüzde sadece bellek üzerine insanın hatırladığı şeyler üzerine, yapılan iddia ve suçlamalar, başka delillerle desteklenmediği sürece kesin doğruluk karinesine sahip değildir.

Akira Kurosawa’nın filmlerindeki sinema ve bellek üzerine bir inceleme yapmıştım. Rashamon filmindeki gerçeğin göreceliliği ve insan doğası temalarını ele alan bir çalışmaydı. Filmde bir olay olmuştur. Dört ayrı kişi aynı olaya tanıklıklarından hareketle dört ayrı olay anlatır, aynı eylemleri yaşayan gören kişiler farklı şeyleri hatırlamaktadır. Aynı hadiseyi hepimiz değişik şekillerde hatırlayabiliriz. Ulusların da belleği böyle, biraz kendilerine göredir.

Her ulus kendi geçmişine dair mitler, kahramanlık hikâyeleri oluşturur. Ama bu söylencelere, milletlerin kuruluş aşamasında ve buhran zamanlarında yani tehlikeye en açık ve hassas oldukları dönemlerde daha sıklıkla başvurulur.

. Rashamon filmindeki gerçeğin göreceliliği ve insan doğası temalarını ele alan bir çalışmaydı. Filmde bir olay olmuştur. Dört ayrı kişi aynı olaya tanıklıklarından hareketle dört ayrı olay anlatır, aynı eylemleri yaşayan gören kişiler farklı şeyleri hatırlamaktadır. Aynı hadiseyi hepimiz değişik şekillerde hatırlayabiliriz. Ulusların da belleği böyle, biraz kendilerine göredir.

Bugün yapılabilecek şeylerin niteliği ne kadar güçsüzse, çaresizlik ne kadar kesifse, şanlı tarih o kadar yüceltilir. Taşta görülen rüya, ruhumuzu her ne kadar ısıtsa da bugün yapabileceğimiz şeyleri ıskalamamıza neden olabilir.

Geçmişe asıl sadakat, sadece kahramanlık hikâyeleri anlatmak değil, onların bize miras ve emanet bıraktığı bu ülkeyi gurur duyacakları yerlere taşımaktır. Bizim de gelecek nesillere bırakacak kendi başarı/kahra manlık hikâyelerimizin olması, onlara minnetimizi göstermenin ve borcumuzu ödemenin en güzel yoludur.

Bütün hatırlamalarımız, umudu saklamak içindir. Hakikat sonrası kavramından bahsetmiştik, bu konuda işaret edeceğimiz bir başka husus da yalanın sahip olduğu, gerçekliği dönüştürme potansiyeli. Bir yalan ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok gerçek olma ihtimali taşır.

Bir yalanı sonsuza kadar veya yeterince uzun süre tekrarlarsanız bir süre sonra insanlar onun sabitliğine zihnen alışır ve onu gerçek kabul etmeye başlar. Biz bu kavramla yakın zamanda en çok Trump’ın seçim kampanyası esnasında karşılaştık, açıkça ve göstere göstere yalanlar söylendi.

Bir yalanı sonsuza kadar veya yeterince uzun süre tekrarlarsanız bir süre sonra insanlar onun sabitliğine zihnen alışır ve onu gerçek kabul etmeye başlar. Biz bu kavramla yakın zamanda en çok Trump’ın seçim kampanyası esnasında karşılaştık, açıkça ve göstere göstere yalanlar söylendi.

İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden çıkması kampanyasında Türklerin Avrupa Birliği’ne üye olacağı, İngiltere’deki bütün işleri ele geçireceği yönünde bir yalan kampanyası düzenlendi ve bu da İngiltereli çalışan kesimi tedirgin etti, bu yalan orada maya tuttu. O kadar çok tekrar edildi ki bu husus, gerekli referanslarla itiraz edilip çürütülse bile etkisini yitirmedi.

Yine Amerika Birleşik Devletleri’nin son seçim kampanyasında sayısız yalan üretildi ve bu yalanlar özellikle Makedonya’da kurulu bir yalan üretim merkezi tarafından organize bir şekilde sosyal medyaya servis edildi.

Benliğin süreksizliği
Nihayet

Körfez Savaşı’ndaki petrole bulanmış karabatak görselinin manipülatif etkisinden bahsetmiş olsak da, ikinci Körfez savaşının tarihin en büyük yalanlarından biri ile tek taraflı ve emrivaki bir şekilde başlatıldığı hususunu belirtmeden yalanın yıkıcı etkisini anlatabilmiş sayılmayız. Irak’a, orada kitle imha silahı bulunduğuna dair Batı hükûmetlerinin elinde delil bulunduğu yalanıyla girildi. Bütün ülke altüst edildikten sonra bile Irak’ta kitle imha silahına rastlanmadı. Bu, herkesin bildiği ama okulun zorbasına karşı çıkmaktan korktuğu için sesini çıkarmadığı bir yalandı.

Hyper Normalisation/Hiper Normalite isminde hükûmetlerin ve sermaye sahiplerinin 1970’lerden sonra karmaşık “gerçek dünya”dan vazgeçerek şirketler tarafından yönetilen ve politikacılar tarafından sabit tutulan daha basit bir “sahte dünya” kurduğunu anlatan BBC yapımı bir belgesel vardır.

Bu belgeselde yönetmenin bildirdiğine göre Kaddafi bir pazarlık karşılığında kitle imha silahlarını imha edeceğini taahhüt etmiş ve düzmece bir mizansenle olmayan kitle imha silahlarını imha etmiş olmasına rağmen niyetini çoktan bozmuş Batılı hükûmetler adamın tepesine bomba yağdırmaktan vazgeçmedi.

Yakın zamanda bir Facebook veri skandalı yaşandı. Orada yapılan manipülasyon, insan psikolojisinin nasıl da araçsallaştırılarak seçmen tercihlerinin yönlendirildiğine dair çok açık ve dehşet uyandıran bir örnek.

Bütün bunlar aslında insanların algıları ile oynayarak, onları gerçek olmayan bir şeye inandırarak yapıldı. Bu, manipülasyona açık olma hâli, bu kırılganlık çok tehlikeli bir şey.

Yakın zamanda bir Facebook veri skandalı yaşandı. Orada yapılan manipülasyon, insan psikolojisinin nasıl da araçsallaştırılarak seçmen tercihlerinin yönlendirildiğine dair çok açık ve dehşet uyandıran bir örnek.

Meksikalı işçilerin Facebook’unun duvarına düşen, Trump’ın adaylık vaadi şu şekildedir: “Trump aslında sizi korumak istiyor, öreceği duvar ülkeye yeni Meksikalıların gelerek sahip olduğunuz işlerin elinizden alınmasını engellemek için.” Toplumun tüm sınıf ve bölümlerine, kendi nitelikleri uyarınca başka bir mesaj gönderilmişti, üstelik bu vaatlerin birbiriyle tutarsız olmasında da bir beis görülmüyordu.

Tamamen duygu yönetimine oynayarak bir yandaşlık devşirme üzerine kurulu, seçme kabiliyetini felç eden, akl-ı selimi kullanılmaz hâle sokan bir stratejiydi bu. Çok meşhur bir vecizede söylendiği gibi “Savaşta ilk kaybedilen şey gerçektir.” İlk zayiatımız gerçektir, üstelik de savaşların öncesinde.

Bunun daha erken örneklerini Edward Sid, Oryantalizm kitabında anlatıyordu; İslam coğrafyası konulu haberlerin Batı medyasında nasıl çarpıtıldığını gösteriyordu. Bu Batı medyasında hâlen de çok sık yapılan bir şeydir. Mesela haberlerde Müslüman protestocuların görseli için ağzından köpükler saçan en kılıksız ve gudubet adamlar seçilir.

Medyanın kasıtlı manipülasyonu için bir başka meşhur örnek, Time dergisinin beysbol oyuncusu O.J. Simpson’ın resmini, karısının cinayet haberini verirken deri rengini karartarak rotüşladığı yayındır. Irkçı önyargıları derinleştirmek için bilinçaltına oynanan bir oyundu bu.

Daha önce de bir kitabımda bahsetmiştim,Umberto Eco’nun bir denemesinde, sevgilisine Barbara Cartland yüzünden sevdiğini söyleyemeyen bir adamın postmodernlik dramından bahseden bir tespiti vardır: “Sanırım postmodern davranış, ince ruhlu bir kadına âşık ve ona ‘Seni delice seviyorum’ diyemeyeceğini bilen bir adamınkidir çünkü adam kadının bu sözlerin Barbara Cartland tarafından zaten çoktan yazılmış olduğunu bildiğinin farkındadır (keza kadın da adamın bunu bildiğini bilir) yine de bir çözüm vardır. Adam ‘Tıpkı Barbara Cartland’ın da söylediği gibi, seni çılgınca seviyorum’ diyebilir.

Bu noktada, yani sahte masumiyet gösterisinden kaçındıktan, bundan böyle masumca konuşmanın mümkün olmadığını ifade ettikten sonra söylemek istediğini yine de söyleyebilir tabii: Yani onu yitik masumiyet çağında sevdiğini.”

“Günümüzün dünyası her şeyi içeriğinden, anlamından boşaltıyor” demişti merhum dostumuz Hüsamettin Arslan. Onun yayınevinde çıkan Sözün Düşüşü kitabında da bahsedildiği gibi söz, görüntünün sultasına yenik düşmüştür.

“Günümüzün dünyası her şeyi içeriğinden, anlamından boşaltıyor” demişti merhum dostumuz Hüsamettin Arslan. Onun yayınevinde çıkan Sözün Düşüşü kitabında da bahsedildiği gibi söz, görüntünün sultasına yenik düşmüştür. İnsanın, gördüğüne inanma temayülü kullanılarak görüntü, manipülasyonun en efektif enstrümanı hâline getirilmiştir.

Bugünün dünyasında özellikle sosyal medya, yalan ve uydurma görsellerle desteklenen haberlerin en hızlı ve kolay dolaşıma sokulduğu mecra. Yalan, benzin alevi gibi hızla, birdenbire yayılıyor; insanlar kendi kanaatlerini besleyen kötü habere inanma eğilimi içinde oldukları için, bu haberlere ışık hızıyla inanıyor.

Sosyal medya sitelerinin, arama motorlarının bize ne tür oyunlar oynadığını, bizim profilimizi nasıl çıkarıp servis ettiğini, bizim hakkımızda neleri ciğerimize kadar bildiklerini zamanla daha iyi anlayacağız, nasıl bir dünya içerisinde yaşadığımızı henüz hakkıyla fark etmiş değiliz.Bir sürü program ve aplikasyon protokolünü onaylarken, şirketlere mikrofona erişim hakkını da tanıyoruz çok da dikkat etmeden.

“Tamam beni dinleyebilirsin her zaman” diye ruhsat veriyoruz. Cep telefonumuzun masada bulunduğu bir ortamda sizinle sohbet ederken, bir müzisyenin adı geçmişse, mikrofon bu esnada veriyi iletmeye devam ediyor ve program çıkışında internete girdiğimizde, bize o müzisyenin en son albümünü tanıtan bir reklam gönderisi ulaşıyor.

Reklamlar tarafından her yönden kuşatılmış bir dünya bu yaşadığımız. Ama yine de bu ortamda çok tedbirli olmamızda fayda var. Çok temel bazı hassasiyetleri gözetmek gerekiyor; her gördüğümüz görsele ve habere inanmamalıyız, sosyal medyada karşımıza çıkan her kötü sözü ve olayı bayraklaştırıp yaymamalıyız.

Dezenformasyon ve yanlış bilgiye karşı uyanık ve tetikte olmalıyız. Biz kötülüğü, yanlışlığı çoğaltanlardan olmayalım. Neden bu kadar oltaya geliyoruz, neden büyük yalanlara, komplo teorilerine inanıyoruz? Önyargı sahibi olduğumuz meselelerde yalan habere hemen inanmayı tercih ediyoruz, onu derhâl tweetlemek istiyoruz?

“Alternatif gerçek”, bu da yalanın süslü adlarından bir tanesi. Aklıma gelen ilk örnek, aşı olan çocukların otizme yakalanma riski ile ilgili bilimsel temelden yoksun kampanya; bu iddia sayısız defalar yanlışlanmasına rağmen insanlar hâlen daha inanmakta ısrarcılar. İşte bu durum da hakikat sonrası çağın göstergelerinden bir tanesi.

Bir başka meşhur örnek, Obama’nın Amerikan vatandaşı olmadığına dair şayianın dolaşımda kalması. Veya Obama’nın Müslüman olduğu haberi. Her ikisi de muhaliflerinin en etkili propaganda malzemelerindendi. Gerçek olmayan şeylerin gerçekmiş gibi çok köpürtülerek sunulması ve bunun yalan üretim merkezleri tarafından sistematik şekilde yürütülmesi artık vaka-i adiyeden.

Nasıl tepki verileceğini planlayıp bir impulse, bir dürtü empoze ediyorlar medya aracılığıyla insanlara ve bu gerçek dışılık tüm dünyayı ışık hızıyla dolaşıyor, yalanın bunca yayılması da onun inandırıcılığını daha çok arttırıyor. İnanmak istediğimiz yalanlara inanıyoruz.

Bizim mesleğimizde psikoterapi seanslarında insanlar kendilerine dair hikâyeler anlatır. O hikâye ne kadar doğru veya gerçek bilinmesi mümkün değildir ama anlatılan hikâye onun öz gerçekliğidir. Bu yüzden doğru olup olmadığına bakmaksızın o kısım bizim için önemlidir. İnandırıcılığını sorgulamaksızın hikâyenin unsurlarını gerçek kabul edip, hikâye etme biçimine odaklanırız. Neyi anlatmadığına, örtüp gizlediğine ayrıca dikkat kesiliriz.

Danışanlarımdan biri, ancak birkaç görüşmeden sonra bana kendini tanıttığı ismin sahte olduğunu, kökeninin başka olduğunu açıklayabilmişti. Ancak o aşamada danışanımın güvenini kazanabilmiştim.

Yalanlarla zedelenmiş bir güvenin tamir edilmesi çok zordur. Çünkü daha önce de belirtildiği üzere güven ile birlikte kişinin izzetinefsi de yara alır. Yalan söylenmiş olan insanın özgüveni incinir, kendisinin insandan daha aşağı bir seviyeye düşürüldüğünü hisseder.

Burada, bir filozofun tarif ettiği ben-sen ilişkisi, ben-şey ilişkisine dönüşmüştür artık. Nesneleştirilmiş olmak insanın ruhunu örseler, ona saygınlığının iade edilmesi gereklidir. Bu güven ilişkisi de mümkünse eğer ancak doğruluk, dürüstlük ve şeffaflıkla zaman içinde onarılabilir. Yalancı, mumunun yatsıya kadar yanacağını bildiği hâlde yalan söylemekte ısrarlı olabilir, bu durumda kişilik düzeyinde problemlerinin bulunması kuvvetle muhtemeldir. Yalan söylediklerini anladığımızda dahi insanlara muamele ve ifade üslubumuza dikkat etmemiz önemlidir.

Çok değerli bir hocam vardı, Allah uzun ömür versin kendisine, Harvard Üniversitesi’nden Arthur Kleinman. Onun asistanı Mısırlı bir hanım bize bir gün anlatmıştı: Bir bilim adamının sunduğu tezi çok ağır bir şekilde eleştirmiştim, Arthur Hoca beni hemen yanına çağırdı ve “Tamam eleştirilerinde çok haklısın fakat bunu daha kibar, daha nazik bir şekilde ifade etseydin karşındaki insan da kendini geliştirmek için bir fırsat bulurdu. Şimdi bunu saldırı olarak algıladığı için bu fırsatı yitirdin. Gerçekler daha nezaketle, muhatabının da yararlanabileceği şekilde ifade edilmelidir” mealinde bir ikazda bulunmuştu.

Arthur Hoca beni hemen yanına çağırdı ve “Tamam eleştirilerinde çok haklısın fakat bunu daha kibar, daha nazik bir şekilde ifade etseydin karşındaki insan da kendini geliştirmek için bir fırsat bulurdu. Şimdi bunu saldırı olarak algıladığı için bu fırsatı yitirdin. Gerçekler daha nezaketle, muhatabının da yararlanabileceği şekilde ifade edilmelidir” mealinde bir ikazda bulunmuştu.

Anlamı oluşturacak olanlar bizleriz. Manipülasyona gelmemek, bizim için kötü niyetleri olan insanların oyununu bozmak, uyanık olmak, soru sormaya devam etmek, kendi nefsimizi/egomuzu sorgulamak, yeri geldiğinde kendi kabilemizin inançlarını eleştirmek ve kolayca sürüye dâhil edilen insanlar haline gelmemek, kendimizi yalandan korumak için elimizdeki en etkili savunma mekanizmaları.

Batı için toptan bir hükümle, riyakâr diyemeyiz ancak modern Batı uygarlığında kendini kayıran bir taraf var. Kendisi için istediğini başkası için çok da lüzumlu görmüyor. Kendisini demokrasiye layık görse de demir yumrukla yönetilen birtakım ülkelerle ahbap çavuş ilişkilerini hiç sorgulamadan yürütebiliyor.

Bağımsız bilim adamları tarafından yapılmış çok enteresan bir araştırma sonucu var; İngiltere’nin Afrika Barışı Projesi’ni başlattığı dönemde, Afrika’daki çetelere en yüksek meblağda silah satışı yapmış ülke İngiltere.

Devlet ilişkileri alanında, özellikle Batı ile yürütülenlerde bu türden riyakârlıklarla karşılaşmak işten değil. Buna “organize riyakârlık” deniyor. Bırak hakikat incitsin seni, bir yalan avutacağına.