Hangi terapi?Çağımızda benliğin dönüşümü

KEMAL SAYAR
Abone Ol

Kültürel açıdan bakıldığında, bir terapi görüşmesi belirli hikâyeleri belirli biçimlerde anlatmanın yeridir. Kişisel öykülerin, “Ben neyim? Ne olmak istiyorum? Beni ne rahatsız ediyor?” sorularına bulunan cevapların, o kültürün bu öyküleri dinlemek konusunda yetkili kıldığı kişilere anlatıldığı yerdir terapi görüşmesi. Söze psikoterapinin tarihsel ve kültürel arka planına bakarak başlamak istiyorum.

Geleneksel ve modern kişi

İnsanlığın geleneksel, modern ve postmodern olarak özetlenebilecek üç kültürel dönemden geçtiği varsayılıyor. Postmodern kültürün bir akış çizgisini ifade etmekten çok modernliğe dönüp bakma ya da onun üzerine düşünmeyi temsil ettiği de söylenebilir. Bu üç dünya birbirinden yalnızca sosyal örgütlenmeler, kurumlar ya da iletişim biçimleri açısından ayrılmaz, birey düzeyinde de faklılaşır.

Sir Luke Fildes, The Doctor (1891)

Bir kişi olmanın ne olduğu sosyal olarak inşa edilir ve kişinin içine doğduğu ekonomik düzen, inanç ve akrabalık sistemi ya da ilişkiler ağı gibi farklı etmenlerce biçimlenir. Zamanın değişmesiyle bir kişi olmanın ne demek olduğuna verilen cevaplar da değişmektedir. Terapi bu değişimden hem etkilenmekte, hem de onu ortaya çıkarmaktadır. Geleneksel toplumların kişisi diğer insanlara bedensel, ruhsal ya da manevi anlamda yakın yaşayan kişiydi. Böyle bir toplumda karar veren ve eyleme geçen bir “iç benlik” fikrini anlaşılır bulmak güçtür: Kişinin kim olduğu, tarihi, çevresi, akrabaları, vazifeleri gibi dış etkenler tarafından belirlenmektedir. Modernlikle beraber kişinin çevresi daralmakta, topluluk içindeki kişiden ilişki içindeki kişiliğe gelinmektedir.

  • Psikodinamik kuramın içsel “benlik nesnelerine” yaptığı vurgu bu çerçeveden görülebilir. Modernlikle berber artık içimizde mutluluğu, ilişkilerde yakınlığı, sevmeyi ve sevilmeyi arzulayan sınırları çizili, özerk bir benlik vardır. Kılavuzluk görevi dinden bilime geçmiştir, bilimsel kuramların berisinde gizlenen nedensellik ve kontrol anlatısı insana evrenin hâkimi olabileceğini fısıldamaktadır. Çoğul kişilik vakalarının tarihin bu diliminde giderek daha fazla bildirilmesi akla gelmektedir.

Kişinin önüne farklı iletişim kanallarından çok farklı yaşam biçimleri konulmakta ve adeta şöyle denmektedir: Kim olacağını seçebilirsin. On dokuz yaşında bir genç, Prodigy grubunun üyeleri gibi gözlerinin çevresini boyamayı ve metal askılıklar takarak sokakta dolaşmayı kişiliğinin tanımlayıcı bir özelliği sayabilir. Modern ya da postmodern zamanlarda bir başkası olmayı hayal edebiliriz.

Bir öyküleme süreci olarak psikoterapi

Psikoterapinin bilimsel dilinin altında bir konuşma biçiminin, bir buluşmanın, sosyal bir dramın yattığı tartışılmaktadır. Geleneksel ya da modern öncesi bir kültürde rahip, sağaltıcı ya da şaman ile kişi arasındaki görüşme kişisel öykünün bir uzlaşı yoluyla topluluğun öyküsüne katıldığı bir olaydır. Kişi böylece yeniden moral bulur ve içinde bulunduğu kültürün moral düzenine kabul edilir. Modern psikoterapide de daha bireysel ve bilimsel bir çerçeve içinde benzer bir süreç gerçekleşir.

John Collier (1850–1934), The Sentence of Death (1908)

Psikoterapi de kendi yöntemiyle anlatıyı ya da öyküyü yeniden inşa etmektedir. Geleneksel ve dini temelli sağıltımın aksine, psikoterapide müşterinin öyküsü sosyal ve kültürel bağlamından soyutlanır ve bunun yerine kişide “altta yatan” patolojik yapıların keşfine soyunulur. Terapiyi modern hayatın güçlü bir unsuru ya da albenili bir ürünü yapan şey, pek çok kişi için terapi odasının gerçekten işitildikleri, öykülerini anlatıp kabul gördükleri yegâne yer olmasıdır. Ancak öykünün anlatılmış olması, geçmişin aksine kişiyi paylaşılan, bir kültürün üyelerini birleştiren daha büyük anlatıya eklemlememektedir. Geleneksel toplumlarda bir topluluğun tarihi sözel anlatılarla ve efsanelerle nesilden nesile aktarılırken, modern zamanlarda kişilerin tarihi en çok dede ve ninelerine uzanmaktadır. Savaş, göç ve sosyal değişime bağlı kayıpların sonuçları yeni nesiller üzerinde etkili olmuş olsa bile, modern terapilerde kişinin geçmişi çocukluğundan başlatılmaktadır. Modernliğin sınırında artık hikâyeler de farklı biçimlerde anlatılmakta, farklı işitilmektedir. Hikâyeci ile dinleyiciler ayrışmış, efsane hikâyeleri artık dinleyicilerin de katıldığı karşılıklı yaşantılar olmaktan çıkmıştır.

Terapi globalleştikçe tüm dünyadaki terapistler aynı el kitaplarından edindikleri standart girişim yöntemlerini benzer biçimlerde müşterilerine sunmaktadırlar.

Ancak postmodern zamanlarda terapi müşterişleri de giderek külyutmaz bir kişiliğe bürünmekte, hem kendisinin hem de terapistin hikâyesini yapıçözümüne uğratacak, terapinin kendisi üzderine düşünebilecek bir yetenek göstermektedir. Terapiye yönelik postmodern yaklaşımlar terapinin bir yapıçözümünü yapmakta, onu ait olduğunu iddia ettiği bilimsel bilgi/güç/kesinlik tahtından indirmekte ve terapinin özünü kişisel hikayelerin anlatıldığı bir meydan olarak tanımlamaktadır.

Postmodernizm ve psikoterapi

Postmodernizmin psikoterapideki yansımalarını gözden geçirebiliriz artık. Postmodern düşünürler bilginin öznel, göreli ve yanılabilir olduğunda hemfikirdirler. Hakikat duruma bağlıdır, gözlem ve anlama durumdan duruma değişebilir. Gözlenen ile gözleyeni ayırmak imkânsızdır. Postmodernler ayrıca bir kişiyi anlamak için onun içine doğduğu sosuyla bağlamı ve dili anlamak gerektiğini söylerler. Bu epistemolojik konum, bilmeyi imkânsızlaştırdığı gerekçesiyle eleştirilmiştir.

Son yıllarda psikanaliz içinde ego’dan self’e doğru bir yöneliş gözlenmektedir.

Oysa postmodernizm gerçekliğin değil, onu yorumlama biçimlerimizin sabit olmadığını söylemektedir. Son yıllarda psikanaliz içinde ego’dan self’e doğru bir yöneliş gözlenmektedir. Bu iki kavramda Türkçe’de “benlik” sözcüğü ile karşılanabilir; self için önerilen “kendilik” sözcüğü kanımızca kullanım zorluğuyla maluldür. Her iki kavramda neticede birer eğretilemedir ve değerlemelerini klinik kullanışlarından alırlar. Psikanalizin Batı toplumunun sosyal ikliminden etkilenerek ego’dan self’e yaptığı bu yolculuğun dört temel nedeni şöyle özetlenmiştir: Sahici ilişkilere kendini daha az verme, insan ilişkilerinde aşk ve sevginin yerine cinsel tatmini koyma, narsisizm kültü, refah toplumunda tamahkârlığın yükselişi. Bu toplumsal nedenler sonucunda bazı psikanalistler ilgilerini ego’nun intrapsişik yaşantısından alarak self’in doğasına iç ya da dış nesnelerle etkileşimine yöneltmişlerdir. Postmodernistler dış dünyayla ilişki kuran benliğin (self) dil ve kültürün bir inşası olduğunu, insan tabiatı ya da objektif gerçeklik olarak nitelenemeyeceğini dile getirmektedirler. Sözgelimi duyguların içten, içimizden gelen bir şey olduğu Batılı annelerin çocuklarına öğrettiği bir şeydir. Batı toplumunda “benlik” kavramı farkındalık, duygu, muhakeme ve eylemin dinamik bir merkezini içerir. Özdenetimin özerk ve olgun bir kişinin içinde yerleşik olduğu varsayılır.

  • Bazı postmodern yazarlar özerk benlik düşüncesinin yaklaşık dört yüzyıldır Batı kültürüne has olduğunu ve diğer kültürlerde denetimin bireyin ve bireyin ötesindeki güçlerin elinde bulunduğunun düşünüldüğünü bildirmişlerdir. Benliğin sınırları farklı kültürlerde daha akışkandır ve kimlik, daha çok bireysel farklılıkla değil, grup üyeliğiyle ilişkilidir. Ancak burada günümüzün psikanaliz kuramcılarının sağlıklı bir benliğin aile, toplum ve kültürle bir bağlılık ilişkisi geliştirebilen, sınır koyabilen ve bu sınırları değiştirebilen, sınırları geliştirip onları yeniden tesis edebilen, besleyen ve bundan beslenen bir benlik olduğu yolundaki görüşlerini de zikretmeliyiz.

Özerk benlik her zaman bağımsız ve çevresinden kopuk bir benlik demek değildir. Psikanaliz tekniği de postmodern yaklaşımla mercek altına alınmıştır. Klasik psikanalizde analistin otoritesi sorgulanmaz ve en ufak bir şüphe ya da soru direnç olarak algılanırdı. Analiz edilen kişi bir bağımlılık durumunda sayılırdı, o elinden tutulup yol gösterilecek bir çocuktu. Yeni modellerde ise terapistin otoritesi ve rolü sorgulanmaktadır. Klasik kuramda değişime direnç her zaman hastadan gelirdi, paradigma değişimiyle birlikte, direnç artık hasta ve analistin terapötik etkileşiminde aranmaktadır. Nörotik örüntüler terapistte de olabilir ve terapistin hüneri direnci tanıyıp yorumlamakta olduğu kadar onun verdiği duygusal zararla başa çıkabilmekte de yatar. Klasik analizde terapist gerçeğin gözlemcisidir; o gerçeği nesnel olarak gözler, ancak hasta kendi öznel ihtiyaç ve yaşantıları için gerçekliği çarpıtmaktadır. Postmodern zihniyet dönüşümüyle birlikte analist, hastasıyla içinde bulunduğu etkileşim sürecinin kendisini ve hastasını anlama biçimini sürekli biçimde etkilediğini kabul etmektedir. Terapistin anlayışı hastasının bilinçaltı direncinden olduğu kadar, kendi bilinçaltı direncinden de etkilenmektedir.

Benliğin boşluğu

Buradan “benlik” (self) kavramının ayrıntılı bir okumasına geçebiliriz. Benlik kavramı “insan olmanın ne olduğu” sorusuna bir kültürel grubun kendi psikolojisi içinden verdiği cevaptır. Benlik, o kültürün insanoğlunun evrendeki yerinin ne olduğuna, sınır, yetenek, ümit ve yasaklanmalarının neler olduğuna dair anlayışıdır.

Çifte Kapıların Ötesi

Bu anlamıyla tarihten ve kültürden bağımsız bir benlik yoktur, evrensel bir benlik kuramı yerine yerel kuramlar vardır. İnsanları inceleme süreci onları birer metin gibi okumak değildir, daha ziyade onların gerisinde durup, omuzları üzerinden, onların kendilerini okudukları kültürel metni okumaktır. Batılı benlik özel psikolojik sınırları olan, bir iç denetim odağı bulunan ve dış dünyayı kendi amaçları uğruna biçimlendirmek isteyen bir benlik olarak tanımlanmaktadır. Bu yazının kalan kısmında görüşlerini özetleyeceğimiz Philip Cushman, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batılı benliğin bir “boş benlik” olarak tanımlanabilceğini söylemektedir. Bu benlik; topluluk, gelenek ve paylaşılan anlamın yokluğunu yaşantılayan benliktir. Görünüşte böyle bir sosyal yoksunluk ve sonuçlarını kayda değer bulmayan “boş benlik”, bu yoksunluğu süreğen bir duygusal açlık olarak cisimleştirmektedir. On altıncı yüzyılda Batı dünyası dini referans çerçevesinden bilimsel olana, zirai üretim biçimlerinden sınai olana, kırsal yerleşimden şehir yerleşimine ve cemaat yaşantısında birey yaşantısına geçmiştir. Viktoryen dönemde derin, mahrem, güdü yönelimli ve potansiyel olarak tehlikeli olan benlik kavramı devletin benlikler üzerindeki denetimini meşrulaştırıyordu. Viktoryen kişiler para biriktirmeyi, cinsel ve saldırgan dürtülerini denetlemeyi düstur edinirken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batılı insan para harcamaya ve dürtülerini serbest bırakmaya başlamıştı.

  • Çağdaş Batılı benlik boştur, zira aile, cemaat ve gelenekle irtibatını kaybetmiştir. Bu benlik, çağının yabancılaşma ve parçalanmasına karşı durabilmek için, tüketim malzemeleri, kaloriler, yeni yaşantılar, politikacılar, romantik sevgiler ve empatik terapistler tarafından doldurulmayı arzulamaktadır. Bu iç boşluk kendini farklı biçimlerde gösterebilir: azalmış özsaygı, değer karmaşası, yeme bozuklukları, madde bağımlılığı ve kronik tüketicilik gibi.

Bu boşluk manevi bir klavuzluk açlığı şeklinde de kendisini gösterebilir. Böyle bir manevi rehberlik açlığı, kişiyi sahte dini oluşumlara, karizmatik politik liderler veya etik davranmayan psikoterapistlere yönlendirebilir. Devlet artık benlikleri Viktoryen dönemdeki gibi dürtülerini denetleyerek kontrol altında tutmaz, boş benliğin teskin ve tatmin edilme isteğini yönlendirir. Kişiler ahlaki tutarlılığı önceleyen bireyler olmaktan çıkarak başkaları tarafından beğenilmeyi önceleyen bireylere dönüşür. Ahlaki olarak doğru olanı yapmak yerine, başkalarını cezbederek onların beğenisini kazanmak hayatın temel amacı olur. Benliğin boşluğunu reklam endüstrisi ve psikoterapi kurumu doldurmaya soyunmaktadır.

Phillip Cushman

Reklamlar tüketiciye bir ürünle hayatlarının değişebileceğini vaat ederler. Tüketici reklam edilen ürüne sahip olarak ya da onu tüketerek büyüsel bir dokunuşla dertlerinden sıyrılacak ve reklamdaki modelin yerini alacaktır. Reklamlar hayatlarından memnun olmayan insanlara hayat tarzı satmakta, bir ürünle birlikte ani ve yanılsamalı bir dönüşüm vaadinde bulunmaktadır. İnsanları bu yanılsamaya yönelten “boş benlik”tir, benlik ancak bir ürün, bir ideoloji, bir şöhret ya da maddeyi içine alarak, onunla bütünleşerek açlığını gidermekte, boşluğunu ancak böyle doldurabilmektedir. Yoksa darmadağın olacak ve değersizlik duygusunun uçurumundan yuvarlanacaktır. Gerçek hayatlarından hoşnut olmayan kişiler için tüketmek yeni bir kimlik, yeni bir hayat edinmektir. Doğru diş macununu kullanmak ya da güçlü bir siyasi liderle özdeşleşmekle tüketici kişi benliğini büyüsel bir biçimde dönüştürür, farklılaştırır. Değişik bir düzlemde psikoterapi de reklam endüstrisine benzer bir işlev göstermekte ve müşterilerine “yaşam biçimi çözümü” vaat etmektedir. Hasta kişi, bilinçdışı bir süreçle, boş benliğine terapistin kişisel değer ve davranışlarını yerleştirebilir. Özellikle benlik bozukluklarında kişi beğenilen kişilerle bütünleşme konusunda güçlü bir istek duyabilir. Eğer terapist narsistik aktarım tepkilerini yeterince tanıyıp anlamıyorsa, kendi anlaşılma ve takdir edilme arzusu bunu hastalarından devşirmek isteyecek kadar şiddetliyse ya da kendisi yaralıysa ve bu yüzden hastasına galebe çalmak istiyorsa, hastanın suistimali çok mümkün görünmektedir. Güç ve beğenilme meraklısı terapistler, terapi ortamında aşırı yüceltme ve boyun eğicilik davranışını tetikleyebilirler. Bu tür tahripkâr bir yaşam biçimi terapisine maruz kalan kişiler, gerçekten dönüştüklerini düşünebilirler. Kendilerini, geçmişleri ve bireysel hayat hikâyeleri olan, daha geniş bir topluluğun parçası olarak değil de, geçmiş yaşantı ve inançlarından özgürleşmiş bireyler olarak görebilir ve topluluklarıyla olan bağlarını koparabilirler. Bu zamanımızın en önemli sorunlarında ikisini, yalnızlaşma ve ahlaki karmaşayı beraberinde getirecektir. Psikoterapi mesleğini ahlaki ve mesleki ilkelere dikkat ederek icra eden çok sayıda terapist olmakla birlikte, sözünü ettiğimiz tehlikelerin ihmal edilmemesi gerektiğini düşünüyoruz.

Yitirilen empati

Çağımızın ekonomi, ulaşım, kitle iletişimi, teknoloji, popüler kültür ve yaşam biçimi açısından hızlı dönüşüm ve değişimlere tanıklık ettiğini biliyoruz. Geçmiş çağlardan farklı olarak, öznelliğimizi oluşturan anlam ve yaşantılar dönüşüme uğramaktadır. Kleinman empatinin de bu hızlı sosyal değişimden payına düşeni aldığı kanaatindedir. Empati, politik baskı dönemlerinde kaybolmaya yüz tutar ve onun yerine ihanet ve ihbar özendirilebilir. Zamanımızda da TV haberlerinin eğlenceye dönüştürülmesi ıstırabı seyirlik bir nesne kılmakta, empatiyi zayıflatmaktadır. Kleinman farklı dünya ve çağların değişik öznelliklerle uğraştığını ve bunun için farklı terapötik yaklaşımlar geliştirilmesi gerektiğini söylemektedir.

Arthur Kleinman

Biz dede ve ninelerimizden farklıyız, bizim torunlarımızda muhtemelen bizden farklı olacak. Daha fazla maddeci, daha az empatik ve insanlararası ilişkilerde daha az duyarlı bir öznellik yaratan değişim, bugünün terapisinin kayıtsız kalmaması gereken bir husustur. Empatinin kaybolmaya yüz tutması ve TV’nin kışkırttığı röntgencilik, terapistlerin eğitim ve seçimlerinde göz önüne alınmalıdır. Metropol hayatının keçmekeşi ve gündelik hayatın şiddeti de empati duygunu köreltmektedir. Bursa’da yaşayan bir arkadaşıma Bayburtlu bir hemşehrisi ziyarete gelmiş, evlerinin önündeki sokakta yürürlerken konuk kişi bir camiden sela verildiğini duymuş ve kimin öldüğünü sormuş. Arkadaşım bilmediğini söyleyince Bayburtlu konuk çok şaşırmış, şaşkınlığı ev sahibinin tanımadığı bir kişinin cenaze namazına gitmek istememesi karşısında daha da büyümüş. Şehir hayatında başkasının ölümüne ya da ıstırabına kulak kabartır geçeriz, çünkü bizim kendi derdimiz en acil derttir ve zaten başımızda onlarcası vardır. Gündelik hayatın şiddeti de ihmal edilmemesi gereken bir olgu. Özellikle metropollerde her gün binlerce insan sağlıksız ulaşım yöntemleriyle, zamanlarının önemli bir kısmını bu işe ayırarak işe gitmekte, iş yerinde maddi ya da manevi doyum sağlayamamakta, hayatta kalabilmek için koşuşturmakta ve yıpranmaktadır. Kronik, siyasi ve ekonomik belirsizlik şehrin kenar mahallelerinde biriken insanları öfkeden patlamaya hazır yığınlara dönüştürmekte ve empati duygusunu da köreltmektedir. Başkasının sırtına basarak da olsa yukarılara tırmanma arzusu, değerleri tersyüz etmekte ve insanları vahşileştirmektedir. Şehir hayatının karmaşası sosyopatinin gelişmesi için verimli bir zemin oluşturmaktadır. Kişilik kuramcıları Cloninger ve Svrakic “günlük hayatın psikopatolojisi”nin Freud’dan bugüne değiştiğini, günümüzün liberal toplumunda agresyon ve cinselliğin yüzyıl başının muhafazakâr ahlak ortamına göre daha kolay ifade edildiğini ve baskınlık/rekabetçilik gibi kişilik özelliklerinin artık bir sorun olarak algılanmak bir yana, özendirildiğini yazmaktadırlar.

  • İnsanlar artık dürtülerini ifade etme yollarını aramak yerine kimlik, anlam ve seçim sorunlarıyla yüzleşmektedirler. Yazarlar günümüzde yardıma ihtiyaç duyan insanların dertlerini tam olarak tarif etmekte zorluk çektiklerini ve bunaltılı değil öfkeli, suçlulukla değil amaç sorunlarıyla uğraşan, ketlenmiş değil ikircikli, üzgün değil boş hisseden kişiler olduğunu bildirmektedirler. Bu kişiler yaşantılarından öğrenmekte zorluk çekmekte, uyumsuz davranışlarını yinelemekte ve sıklıkla da kişilik bozukluğu tanısı almaktadırlar.

Türkiye'nin yaşadığı hızlı sosyal değişim yaşam sorunları olarak ofislerimize yansıyor. Popüler kültür el çabukluğuyla buna da çözüm buluyor ve özgürleşme ideolojisi şırınga eden pop psikoterapistler insanlara anlık çözümler sunuyorlar. Zincirlerini kır, bağlarını kopar, özgürleş, rahatla. Pop psikoterapistler kendi yaşam biçimlerini ya da anlayışlarını bilimsel bir jargonla sarıp sarmalayarak müşterilerine servis edebiliyorlar. Yaşam hakkında şuradan buradan edinilen hakikat kırıntıları terapinin malzemesi olabiliyor. Pop psikoterapi, “sev, anlayışla karşıla, kendini gerçekleştir, hayatını yaşa” gibi genel geçer düsturlarla bir yaşam biçimi terapisi yapmaya sıvanıyor. Haber-eğlence gibi psikoterapi seansı da derinlemesine bir ilişkinin yaşandığı, empatinin devreye girdiği sahici bir ilişki değil, bir simülasyon, ilişki benzeri bir durum, eğlendiren ve hoş tutan bir seans olup çıkıyor.

Osmanlı’da ev ilanları
Nihayet

Pop psikoterapinin, insanların içinde yer eden anlam boşluğunu dolduramayacağı, terapide dile getirilen öyküyü yeni bir dille anlatamadığı ve -mış gibi sendromunu çoğaltacağı, bu yönüyle de tahripkâr olduğu düşünülebilir. Gülayşe Koçak Çifte Kapıların Ötesi adlı anlatısında psikoterapi sürecini şöyle betimlemektedir: “Kediler ve köpekler en hassas yerlerini, karınlarını, ancak tekme atmayacağına çok güvendikleri kişilere açarlar. İnsanlar gündelik hayatın acımasız akışı içinde karınlarını her yönden gelebilecek saldırılara karşı her an korumak durumundadırlar. Psikoterapinin var olabilmesi, bir insanın bir diğer insana kendini açmasıysa güvene dayalıdır. O güvenin oluşmasıysa yavaş ve çok inişli çıkışlı bir süreç; hekimin bir sözü, yüzünün aldığı bir ifade, bir el hareketi, bir sözcüğün ikinci hecesini ifade ederken sesinin çeyrek notacık tizleşmesi, en hassas yere atılmış bir tekme olarak algılanabilir. Burası kesinlikle dişçi koltuğu değildir. Burada çok zor, çok karmaşık bir ilişkiler ağı kuruluyor, dantel gibi ince ince örülüyor...”