Hayatı anlıyorum ama konuşamıyorum

BEYZA KARAKAYA
Abone Ol

Remzi Akdoğan 36 yaşında. Balıkesirli ve beş çocuklu, çiftçilikle iştigal eden bir ailenin en büyük çocuğu. 1999’da ilk ÖSS’ye girer, fakat sınavı kazanamaz. İkinci girişinde Selçuk Üniversitesi Tapu Kadastro bölümüne yerleşir. Bölümü bitirir, ama asıl hedefi tarih okumaktır. 2009 yılında Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nü bitirir, aynı yıl yüksek lisansa kabul alır. Böylece hayatında bitmek bilmeyen sınav maratonunun da ilk adımını atmış olur. Toplam 7 kez ÖSS’ye, 25 kez YDS’ye, 14 kez ALES’e, 10 kere de KPSS’ye girer. Şu an YDS’den yeterli puanı alamadığı için doktoraya başlayamıyor. Hali hazırda dördüncü üniversitesini okuyor.

Okumayı sevdiğim ilk şey Cin Ali serisinin beşinci kitabıydı.

Öğrenciliği adeta meslek edinmiş marjinal bir tip gibi görünen Remzi Akdoğan’ın, sorumluluk almaması, hayatını ertelemesi, uzatmalı gençliği yaşaması bakımından, toplumsal bir karşılığı ve belli bir temsil gücü var. Onu, yanından ayırmadığı sırt çantasıyla gittiğiniz herhangi bir seminerde, konferansta ya da fuarda görebilirsiniz. Halis niyeti ve ibadetlerinde hassasiyetiyle bilinen ve çevresi tarafından çok sevilen Remzi Akdoğan ile uzatmalı öğrenciliği üzerine konuştuk.

‘Okumayla’ geçen bir hayatınız var, ilk kitabınızı hatırlıyor musunuz?

Okumayı sevdiğim ilk şey Cin Ali serisinin beşinci kitabıydı. Sobanın başına geçip bir oturuşta bitirdiğimi hatırlıyorum. Evde hiç kitabımız yoktu. Köyde ekonomik durumu daha iyi olan çocuklarda Hayat Bilgisi Ansiklopedisi vardı, kırmızı ciltli. Hep onlara imrenirdim.

Geleceğe dair hayalleriniz nelerdi o zamanlar?

  • Okumak, hayallerim arasında yoktu. Sadece ilkokul beşi bitirip o zamanlar inşaatta çalışan babamın yanında çalışacaktım. Bütün hayalim oydu. Komşumuzun kızı vardı ortaokula gidiyordu. Ama bana o kadar uzak geliyordu ki ortaokula gitmek, bırakın üniversiteye gitmeyi ortaokulu bile düşünemiyordum.

Daha önce beş yıllık planınız varken, ilkokulu bitirdikten sonra devam etme kararını nasıl aldınız?

Sınıfta ilk üçteydim ama sözlülerde hiç cevap veremezdim.

İlkokulu bitirdikten sonra bir buçuk yıl Ankara’da Kur’an kursunda kaldım. O süreçte ailemden ayrı olmak beni derinden etkiledi. Bunu da 1993’ün Eylül ayında İmam Hatip ortaokuluna başladığımda anladım. İlçeye gidiyordum, dönene kadar evi özlüyordum. Hoca soru sorunca ağlıyordum hep. Sınıfta ilk üçteydim ama sözlülerde hiç cevap veremezdim. O psikoloji bende lise bire kadar devam etti. Sonrasında 28 Şubat süreci başladı. Ben de üniversite hayalleri kurmaya başladığım için düz liseye geçtim. Bu süreçte ne değişti bilmiyorum. Belki başka bir hayatın mümkün olmadığını gördüm. Kur’an kursundayken küçük kâğıtlara günlük tutuyordum. Hocalarım, “Sen yazar olacaksın” diyorlardı, onun etkisiyle belki bu kararı aldım.

Üniversiteyi kazanma tecrübelerinizden bahseder misiniz?

İlk kez ÖSS’nin yapıldığı 1999 yılında sınava girdim. Ama sınav iptal oldu, bir ay sonra bir daha girdik. İstediğim puanı alamadığım için bir yıl daha dershaneye gittim. Konya Selçuk Üniversitesi Çumra Meslek Yüksekokulu Tapu Kadastro bölümünü kazandım. Ailem mecbur gönderdi; iyi kötü iki sene bitti.

Sonra?

Osmanlı arşivi ödevi yapmıştım tapularla ilgili. Tarihe ilgi duymaya başladım. Tarihçi olmak istiyordum artık. Hedefim Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’ydü. Köye döndüm. Ağustos’tan Ocak’a kadar yevmiye hesabı pamuk topluyordum. Parayı biriktirip, sınava kadar çalıştım.

İşe girmeyi düşünmediniz mi?

  • Mezun olduğum bölümle ilgili staj yaptım. Hatta oradaki mühendis, “Gel çalış istiyorsan” dedi ama ben istemiyordum. Arazide kazma kürekle iş yapılıyordu, ben de burada çalışacağıma inşaatta çalışırım dedim.

Çalışmak yerine okumayı tercih ettiniz?

Evet. İlk sene kazanamadım. Boğaziçi hayalinden vazgeçmiştim. 2004 yılında tekrar sınava girdim, ilk tercihim olan Marmara Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazandım. Köyde de büyük sükse yaptım. Adım ‘Marmaralı’ya çıktı.

Aileniz nasıl karşıladı?

Babam başlarda çok sıcak değildi, ama arkadaşları, “Çocuk okuyacaksa engelleme, İstanbul’da 4 yıllık üniversite kazanmış o kadar” diye ikna ettiler. Böylece İstanbul’a geldik.

Hayalinizi süsleyen bir şehirdeydiniz artık. Nasıl geçiyordu İstanbul’da günleriniz?

Daha önceki gurbet tecrübelerimde derinden hissettiğim aile/sıla özlemi bitiverdi İstanbul’da. Büyüledi bu şehir beni. Üniversitenin ikinci haftasındayken hocalarımızın yönlendirmeleriyle çeşitli vakıfların seminerlerini, konferanslarını takip etmeye başladım. Böylece İstanbul’u gezme merakı başladı bende.

Gezmekten kastım sahilde oturayım falan değil; konferans, seminer gibi etkinlikleri takip ediyordum. Öğrenme heyecanı vardı, gidip şunu da dinleyeyim, bunu da öğreneyim telaşındaydım. Hâlâ da öyleyim. Gittiğim ekinliklerin hepsinin broşürlerini saklıyorum, düzenli bir hayata geçmediğim için kolilerde bekliyor.

Bu kadar seminer, konferans, etkinlik takip ederken, dersleriniz nasıldı peki?

Konferans seminer kovalamaktan ilk sene sekiz tane zayıf geldi. Üçüncü sınıfa geldiğimde alttan yirmi iki tane zayıfım vardı.

Nasıl toparlandınız?

Üçüncü sınıfa geçtiğimizde bizim bölüme Koreli bir hanım doktora öğrencisi olarak geldi. Kırılma noktamı burada yaşadım. Yirmi iki dersim vardı alttan, üçüncü sınıftaydım ve okulun uzama ihtimali vardı. Koreli hanımın İngilizcesi vardı, Türkçeyi yeni öğreniyordu. Evliya Çelebi üzerine doktora çalışması yapıyordu ve ondaki azim beni çok etkilemişti. Sen Kore’den kalk gel, Osmanlı tarihi öğrenmeye ahdet; önce Türkçeyi öğren, sonra Osmanlıcayı öğrenmeye çalış. Ben de dedim ki kendi kendime, bu kızdaki azim sende niye yok, o yapabiliyorsa sen de yapabilirsin. Bir şekilde alttan kalan derslerimi verdim ve zamanında bitirdim okulu.

Akademik kariyer yapmaya nasıl karar verdiniz?

Son iki sene bölüm temsilcisi olmuştum. O dönem hocaları tanıma ve gözlemleme şansım oldu. Ben de öyle kitapların arasında bir hayat istiyordum ya da köye dönecektim. Böylece yüksek lisansa başvuru yaptım ve kabul aldım.

Bu arada nasıl geçiniyordunuz?

Tabii burslarla geçiniyordum, ailem yetmediği yerde destek oluyordu. Lisanstayken devletten kredi aldım. Yüksek lisansta yine kredi ve bir vakıftan burs aldım.

Teziniz bitti, sonra?

Bu defa İngilizce serüvenim başladı. Hem doktoraya başvurmak hem de akademik camiada devam etmek için yeterli dil puanı gerekiyordu. Bir sene geçti olmadı, o sene boşluğa düştüm. Baktım olacak gibi değil askere gittim.

Askerlik bir şeylerin değişmesine vesile oldu mu?

Askerdeyken de İngilizce çalışmaya, sınavlara girmeye devam ettim. Döndükten sonra doktoraya kabul aldım ama devam edebilmem için dil şartı gerekiyordu. YGS’ye girdim tekrar, özel bir üniversitenin Tıbbi Dokümantasyon ve Sekreterlik Bölümü’nü tam burslu olarak kazandım. Asıl hedefim hazırlığı okuyup dil meselesini halletmekti.

Olmayacak dediğiniz noktada sizi tekrar bağlayan, ikna eden ne oldu?

Askerdeyken de İngilizce çalışmaya, sınavlara girmeye devam ettim.

Bu olumsuzluklar oldukça hep köye dönebilirsin artık diye düşünmeye başladım. Ama bir yandan da İstanbul kendine çekiyordu. Gittiğim konferanslar, hocalar, aldığım seminerler, okuduğum dergiler, kişisel gelişimle ilgili okuduğum şeyler beni çok etkiliyordu. Beni en çok etkileyen hikâyelerden biri de Abraham Lincoln’ün uzun süre kaybedip sonradan ABD’ye başkan olması. Bu hikâye bende de başarabilirim hissi uyandırdı.

Hep kendinize rağmen bir şeyleri yapmayı hayal etmişiniz, yapmaya çalışmışınız.

Evet. Ama mesela bölüm temsilcisi olmama rağmen yine de aşamadım kendimi. Hiçbir zaman sınıfa “Arkadaşlar” diye yüksek sesle hitap ederek bir şey duyuramadım. Hep birilerine söyledim arkadaşlara iletin diye. Gittiğim bir vakıfta hitabet ve diksiyon dersinde ilk kez bir kürsüde tecrübe ettim toplum içinde konuşmayı. Çekingen tabiatlı olmama rağmen içimdeki cesareti ortaya çıkarmaya çabalıyordum. Kendimi güdüledim “yapabilirsin” dedim.

  • O zaman kişisel gelişim dergilerini, kitaplarını da okuyordum. Hâlâ da okuyorum. Onlar beni gazlıyordu. Başka türlü kendimi tutamıyordum bu yolda, sürükleyemiyordum. Çünkü o köy hayatı ve ailemin dar düşüncesi beni çabucak içine çekiyordu.

Teyzemin bir lafı vardır: “Yeğenim hepsi aynı şeyi yazmıyor mu? O, A yazıyor bu B. Okuyan da ölecek cahil de ölecek ne gerek var”. Bu mantık beni sarsıyordu bazen. Annemin de klasik cümlesi şudur: “Oğlum hepsi 29 harf değil mi bunların. Hepsi aynı şeyi yazmıyor mu?” Her şeyi 29 harften ibaret görüyor, senin tüm eğitim hayatımı öldürüyor bu. Annem hâlâ bana dön gel köye der.

Şu an eğitim maceranız ne noktada?

Doktoraya kabul aldım aslında ama başlayabilmem için yeterli dil puanını almam gerekiyor. 2014’te bir daha sınava girdim, başka bir özel üniversitede Adalet Meslek Yüksekokulu’nu kazandım. Dedim ki deneyeyim şansımı, biraz da hukuka merak salmıştım. Her sosyal bilimcinin bir yanı da hukuktur diye düşündüm. Bir bakıma da İstanbul’da kalma bahanesiydi benimki.

Devam etmeyi düşünüyor musunuz o bölümde?

Hukuka geçip geçmemek konusunda tam emin değilim, çünkü dersleri gördüm, çok ağır ve çok zaman istiyor. Dili geçtiğim takdirde doktoraya devam edersem o beni baya meşgul eder. Çünkü baktım okumanın sonu yok. Ama yine YGS’ye gireyim diyorum harita kadastrodan dolayı mühendislik deneyeyim. Ama onu dene bunu dene, farkında olmadan hep hayatı erteliyorum. Erasmus’a başvurdum. Erasmus çıkar da gidersem bir sene yok hayatımda. Yani hayatımın bir yerine evliliği sokmaya çalışıyorum ama sıkışıp kalıyorum. Hangi ara yapacağım. Çünkü okul var, sınav var, eğitim var. Eğitim, hayatımı kaplamış vaziyette.

Bir işe girebilirim diye düşünmüyor musunuz?

Artık arkadaşlar da, “Hayata atıl, vazgeç, daha somut düşün” diyorlar.

Düşünüyorum ama şimdiye kadar hep YDS’den dolayı erteledim. Aslında küçük bir işe başlamış olsam, o hayat beni toparlardı. Fakat ben kafayı fazla bölmeyeyim, sadece İngilizceye odaklanayım dedim. Onu halledeyim, doktoraya başlayayım sonra da kadroya gireyim diye düşündüm. Ama olmadı. İstanbul’da akademiden başka bir iş düşünemedim hiç. Burada üç kuruş kazanıp, karın tokluğuna burada yaşamaktansa köyde daha huzurlu, en azından doğal ortamda yaşarım.

Sizin ertelenen hayatınıza, arkadaşlarınızın, sosyal çevrenizin tepkisi ne oluyor?

Artık arkadaşlar da, “Hayata atıl, vazgeç, daha somut düşün” diyorlar. Bugün bir seminere katıldım. Orada da hoca anlatıyor, “Eğitimsiz hayallerin kanatları vardır, ayakları yoktur” yani somut bir adım atın diyor. Ben hep hayalimin peşinde gitmekten gerçek hayatı ıskalıyorum. Okul bitti, işe başlayayım, para kazanayım diye bir şey yok kafamda. Akademi nasıl bir virüsse; akademi de değil aslında, benim kitapların içinde bir dünyaya ihtiyacım var.

Kütüphane memurluğu gibi kitapların arasında bir iş olsa sizi tatmin etmez miydi?

İşte o olur; memurluk olursa öyle olmalı.

Neden bir girişiminiz yok o halde?

KPSS’ye giriyorum da 65’i geçemiyorum şu anda. KPSS ile olabilecek bir memurluk kütüphane, müzeler veya Kültür Bakanlığı’nın kurumlarında olabilir. Akademi ve kültür arasında olmalı işim.

Peki, akademinin sizi tatmin edeceğine inanıyor musunuz yoksa bir hayal mi bu? Belki akademide hayal kırıklığına uğrayacaksınız?

Bugün oturup bahtiyar bir şekilde dinlediğim hocaların yerinde olmak istiyordum, o hayali kuruyordum.

Ekonomik sıkıntım olmasa, karnımı doyuracak düzenli bir gelirim olsa benim tek yapacağım iş hocaların yaptığı gibi kitaplar arasında çalışmak. Ben öyle bir hayat hayal ediyorum. Sadece işime odaklanmak istiyorum, yazmak ve çizmek. Hep hayatı yaşamış, ununu elemiş eleğini asmış insanların hayat hikâyelerini dinlerken, onların hayatını arzuluyorum. Hayatın son aşamasını yani… Şimdi daha yolun başındayım, bu bana ağır geliyor. Ben bu hayatı nasıl yaşayacağım ve nasıl bitireceğim diye düşünüyorum. Yaşanan hayatı görüyorum ama kaldıramıyorum. Başlasam belki bitecek ama başlayamadığım için de olmuyor. Normalde yirmi üç, yirmi dört yaşında bir adam üniversite bitirirken ben yirmi dört yaşında üniversiteye daha yeni girmiştim. Yani şu an otuz altı yaşındayım ve hâlâ öğrenciyim.

Hayallerinizden bahsettiniz, on sene sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?

Eğer 2012’deki hayalim olsaydı, bir problem olmamış olsaydı 2023’te profesör olmayı, akademik olarak zirveye çıkmayı hayal ediyordum. Bugün oturup bahtiyar bir şekilde dinlediğim hocaların yerinde olmak istiyordum, o hayali kuruyordum. Veya siyasilerin danışmanı olmak gibi bir hayalim vardı. Danışmanlık gibi bir seviye olur mu bilemiyorum ama içimde bir cevher olduğunu hissediyorum. Ama bunu dışarı vuracak kıvılcımı tutuşturamıyorum bir türlü.

  • Çünkü beni hep geçmişim ve çevrem sorgulatıyor. Hocaların ailesinden gelen bir eğitim geleneği var. Büyüdüğüm evde babamın Kur’an-ı Kerim’i dışında bir kitap yoktu. Hocalar ailelerinden miras kalan kitapları anlatınca ben hayıflanıyorum çünkü benim geçmişimde bir tane kâğıt yok.

Şu anda geçiminizi nasıl sağlıyorsunuz?

Beni kandıran bir de devletin bursları. Doktora öğrencisi pozisyonunda devletten burs alıyorum, 1200 lira. Bu beni üç senedir idare ediyor.

Doktora bursu olmasaydı ne yapacaktınız?

En son planım köye dönmek, ama bugün ama yarın. Evlenmeliyim belki de. Şimdiye kadar üç kişiye gönül verdim, üçünün de nikâhına gittim.

Gittiğiniz seminerler size hayat tecrübesi kazandırıyor mu?

Seminerlere gidiyorum; dergileri, kitapları okuyorum, sonuçta teorik bilgilerim var. Ama pratikte işe yaramayabiliyor. Benim çevremde ağabey dediğim kişiler benden küçüktür veya yaşıtımdır; onlarda hayatın olgunluğu var. Bende o yok. Ben onu görüyorum, bende eksik olan ne diye düşünüyorum. Ağırlığımı göremiyorum. Yeni talebe gibi, çocuk gibiyim. Hayatı anlıyorum ama konuşamıyorum hali var bende, İngilizce gibi.

Denizin ortasındasınız ama kolluğunuz ve simidiniz var bu yüzden yüzmeyi öğrenemiyorsunuz gibi. Kolluğu, simidi çıkarsanız yüzeceksiniz belki.

Hep ucundan ucundan çalıştım. Böyle giderse de daha kaç senemi yiyecek.

Bana bir zorlama lazım. Birinin beni zorlaması gerekiyor. Bundan birkaç sene önce Marmara Edebiyat’ta araştırma görevlisi bir arkadaş, “Hocam bana tüm sosyal hayatını bırakacaksın, bir yere gitmeyeceksin; Hayatında üç ayı sil, gömül İngilizceye diye tavsiyede bulundu. Ben hayatımda üç ay telef ettim, oturdum İngilizce çalıştım.” dedi. O zaman altmış yetmiş gibi bir puan almıştı. Ve o günden sonra çocuğun hayatı değişti. Doktoraya girdi, atandı, evlendi, çoluk çocuğa karıştı. Hayatı aktı gitti. Ben düşündüm, ben de yapabilirim ama 2009’dan beri beş senedir İngilizceyle hem halim ama o beş senenin içinde adamakıllı bir üç ay telef etmedim. Hep ucundan ucundan çalıştım. Böyle giderse de daha kaç senemi yiyecek. Ben buna dur demek istiyorum ama bir yandan da bu kahrolmayasıca psikolojik şey, kişisel gelişim dediğimiz şey beni tutuyor, vazgeçme diyor.

Vazgeç diyemez zaten kimse size ama hayatınızda üç ayı neden çok istediğiniz bir şey için vermiyorsunuz?

Verememe sebebim şu; İstanbul gibi bir yerin nimetlerinden vazgeçememek. Üç ay evet, ama düşünüyorum ki o üç ay içinde her türlü etkinlik var bir sürü şeyi kaçırmak var.

Bir şeylerin eşiğindeyim, bir adım atmam lazım dediniz. Nedir bu eşik? Ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Yapacağım tek şey var aslında benim, gidip sevdiğim kızla konuşmak. Çünkü beni birinin hayata bağlaması lazım... Benim hayatımda biri olmadığı, bir bekleyenim olmadığı için kafam rahat, hayatı spontane yaşıyorum. O süreci işletmiş olursam belki KPSS’ye girerim, bir memurluk olur veya belki bir yerden iş çıkar, bilemiyorum şimdi. Aslında Allah bana imkân sunuyor da, ben onu görmüyorum ya da öteliyorum. İsteseydim çok şey nasip olabilirdi yani. Ama ben hep tutturmuşum bir İngilizce, bir akademi. Ama ekmeğimi nereden yiyeceğimi bilemiyorum. Sanki akademi beni bekliyor. Önümde bir dünya adam var.

Siz neyi bekliyorsunuz?

Bugün gittiğim seminerde hoca diyor ki: “Keşfedilmeyi beklemeyin, siz kendinizi gösterin, kendinizi sunun. Birileri böyle birinin varlığından haberdar olsun. Ya da bir yere gittiğiniz zaman şöyle bir arkadaş vardı diyebilsinler.” Şimdi ben Allah’a şükür bu kadar eğitimliyim. Ama hep bir adım atmalıyım diye düşünüyorum ama hiçbir zaman o ilk adımı atamıyorum. Mesela gittiğim her seminerde notlarımı güzelce alıyorum, defterim bir dahaki seminere kadar orada duruyor. Çok fazla hayal kuruyorum ben. Arkadaşlarım da hocalarım da, “Artık gerçek hayatı yaşa” diyorlar.

Babanız veya anneniz bu konuda ne düşünüyor?

Onlar artık kanıksadılar. Köye vardığım zaman benim adım, “okuyan çocuk”. Herkes okuyan çocuk diyor. Annemle gezmeye giderim bazen, bu bizim okuyan çocuk der. Millet de merak ediyor hâlâ ne okuyor, bitmedi mi okul diye. Dördüncü üniversiteyi kazandım onu okuyorum deyince tabi onlar için büyük bir şey dördüncü üniversite ama bir sonraki aşamayı görmek istiyorlar.

Herkes böyle söylerken siz nasıl davranıyorsunuz?

Köyde bir komşu teyze var, beni her gördüğünde, “Okul tatil mi oldu neden geldin” diye soruyor. Bir şey olabildin mi diye soruyor her sene. Yok okuyorum ben diyorum. Artık o da alıştı: “Benim de torunlar vardı, onlar da öğretmen oldu, İstanbul’dalar görüyor musun onları?” diye soruyor.

Eskiden rahatsız olurdum, artık toplumdaki o bakışı kanıksadım, Öğrencilikten emekli olacağım falan diye esprilerle geçiştiriyorum ama bir yandan da soruyorlar ne zaman evleneceksin diye. Babam mesela, “Oğlum bu saatten sonra evlenmesen de olur” diyor. Adam hayatımı bitirdi direkt. Çünkü benim yaşımdayken beş çocuğu varmış, askere bile yaşını büyüterek on yedi yaşında gitmiş. Askere gitmeden önceki fotoğrafı var bir tane, bakıyorum koca adam gibi duruyor. Şimdi ben bakıyorum otuz beşimde çocuk gibiyim. Yaşlı desem yaşlı değilim, çocuk desem çocuk değilim. Kendimi bir yere konumlandıramıyorum.