İdeal kadının ideolojisi

AYBALA HİLAL YÜKSEL
Abone Ol

Kadının değişimi bir Hollywood yapımında sınıflar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadele anlamına gelirken, Yeşilçam sinemasında ülke gerçekliğine uygun yeni misyonlar üstlenir. Eliza’nın sınıf bilincinden beslenen iradi eyleminin aksine, Türk Elizalar genellikle talihsiz bir aşk hikâyesi (zengin erkek-fakir kız) sebebiyle değişim sürecine dâhil olur. Bu dönüşüm ise batılılaşma, modernleşme, çağdaşlaşma gibi ne anlama geldiği meçhul, icat edilmiş birtakım kavramlara hizmet eder.

Yeşilçam sineması, televizyonun henüz Türk seyircisiyle buluşmadığı yıllarda orta ve alt sınıfların başlıca aile eğlencesidir. Halk sineması olarak benimsenen ve bu minvalde üretilen filmlere ağırlık veren sektör, özellikle altmışlı yıllarda akıllara zarar üretim rakamlarına ulaşır. Yılda üç yüz civarında filmin çekildiği bu dönemde Yeşilçam sinemasının senarist sayısı ise yalnızca üçtür. Böyle bir üretim potansiyelini karşılamak için mecburen uyarlamalara, yeniden çevrimlere ve kimi zaman apaçık çalıntı hikâyelere başvurulur. O yıllarda Türkiye’de telif hakları ile alakalı herhangi bir yasal düzenlemenin bulunmaması da bu çalışma biçimini destekler. Yeşilçam’da senaristlik ve yönetmenlik yapan isimlerin hatıralarında sıkça bu gibi detaylara rastlanır: İzlediğim bir Amerikan filmini değiştirip yerlileştirerek çektim, o zamanlar okuduğum bir romanın kahramanlarından esinlendim, birkaç filmi veya öyküyü kolajladım ve bir araya getirdim vs.

Benim Güzel Meleğim’e (My Fair Lady, 1964)

Tüm bu sektörel koşullarda Yeşilçam’ın ticari kanadının bahsi geçen “pratik” yaklaşımla ortaya koyduğu filmlerin birçoğunun uyarlama senaryolar olduğu tespit edilebilir. Bugün dahi izlenen, benimsenen, “bizden” görülen hikâyelerin orijinal versiyonlarına Amerikan, Avrupa veya belki Mısır sinemasında rastlamak mümkündür. İşte yetmişli yıllarda Yeşilçam’da bir dizi örneğini bulunan kadın karakterlerin adab-ı muaşeret eğitiminden geçtiği filmlerin geriye doğru izi sürülürse Benim Güzel Meleğim’e (My Fair Lady, 1964) ulaşılır. Klasikleşmiş müzikal film, Audrey Hepburn’ün hayat verdiği ağzı bozuk çiçekçi kız Eliza Doolittle’ın Buckingham Sarayı’nda baloya katılabilecek bir hanımefendiye dönüşmesini anlatır.

Gerçek dil devrimi

İngiliz dili ve farklı lehçeleri konusunda uzman olan Profesör Henry Higgins, bir gece Londra sokaklarında karşılaştığı Eliza’yı altı aylık bir eğitimin sonunda sefaret balosunda yer alacak düzeyde İngilizce konuşturabileceğini, istihza ile olsa da, iddia eder. Onun bu iddiasını ciddiye alan ve bu eğitimden sonra daha iyi bir iş bulabileceğini umut eden Eliza, profesörün evine gider ve iddia gerçeğe dönüşür. Eliza konuşmasındaki yerel öğeleri düzeltmek, doğru vurguları öğrenmekle yetinmez, aynı zamanda karşılaştığı kaymak tabakasından insanlarla neler konuşabileceğini de öğrenir. Eski kıyafetlerinden, eşyalarından tamamen vazgeçer ve kendisi için yeni bir gardırop oluşturulur. Eliza altı ayın sonunda üst sınıftan âşıkları olan, baloda İngiltere Prensi ile dans etme şerefine erişen, güzelliği ile herkesi kendine hayran bırakan bir kadındır.

Eliza konuşmasındaki yerel öğeleri düzeltmek, doğru vurguları öğrenmekle yetinmez, aynı zamanda karşılaştığı kaymak tabakasından insanlarla neler konuşabileceğini de öğrenir.

Eliza’nın dönüşümü küçük bir adım gibi görülse de sembolik önemi büyüktür. Zira filmde Profesör Higgins’in de dile getirdiği gibi aylarca üzerinde çalıştıkları “dil”, sınıfları birbirinden ayıran, sınıflar arasındaki geçiş ve iletişim imkânını kapatan birincil değişkendir. Higgins’in çabasının amacı sınıfları birbirinden koparan düzende bir çatlak yaratmak, dil engelini ortadan kaldırıp iletişimin ve insani ilişkilerin önünü açmaktır. Bu niyete uygun olarak, anlatıda, farklı sınıfa mensup insanların hayatları ve duygusal ortaklıkları ağırlıklı yer tutar. Yine bu bağlamda filmde Eliza’nın bitmek tükenmek bilmeyen ders seanslarından ziyade profesör ile Eliza arasındaki ilişkinin merhaleleri ön plandadır. En baştan beri güçlü ve kendi ayakları üzerinde duran bir kadın olan Eliza’nın mücadelesi sınıflar arasındaki adaletsizliğe ve bunu doğuran düzene karşıdır.

  • Eliza Doolittle’ın zaferi öyle ilham vericidir ki, Tatlı Meleğim’de (1970) Türkan Şoray’ın, Kezban Paris’te (1971) ve Kezban Roma’da (1970) filmlerinde Hülya Koçyiğit’in, Analar Ölmez’de (1976) Perihan Savaş’ın, Hayat Sevince Güzel’de (1971) Zeynep Değirmencioğlu’nun canlandırdığı azimle güzelleşen ve ideal/arzulanan kadın olmaya çalışan karakterlerde izlerine rastlanır. Fakat benzerliklerden ziyade bu uyarlama kahramanların hikâyelerinin farklılaştığı noktalar önemlidir. Eliza Doolittle karakterinin başına gelenler buraya has bir olay örgüsü içinde yorumlanırken yapılan değişiklikler yetmişler Türkiye’sinin ruhu hakkında ipuçları taşır.

Kadının değişimi bir Hollywood yapımında sınıflar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadele anlamına gelirken, Yeşilçam sinemasında ülke gerçekliğine uygun yeni misyonlar üstlenir. Eliza’nın sınıf bilincinden beslenen iradi eyleminin aksine, Türk Elizalar genellikle talihsiz bir aşk hikâyesi (zengin erkek-fakir kız) sebebiyle değişim sürecine dâhil olur. Bu dönüşüm ise batılılaşma, modernleşme, çağdaşlaşma gibi ne anlama geldiği meçhul, icat edilmiş birtakım kavramlara hizmet eder. Dönemin Türkiye’sinde sınıflar arasındaki ayrımın Batılı hayat tarzına sahip olmak ve olmamak üzerinden tanımlanması da bunda etkilidir. Kenar mahalleden merkeze uzanan veya kırsaldan kente göç eden genç kadınlar kılık kıyafet, konuşma, oturup kalkma, sofra adabı, müzik ve dansı içeren kapsamlı bir eğitime tabi tutulur.

Kadının değişimi bir Hollywood yapımında sınıflar arasındaki eşitsizlik ve adaletsizlikle mücadele anlamına gelirken, Yeşilçam sinemasında ülke gerçekliğine uygun yeni misyonlar üstlenir.

Türk Elizalarının geçtiği yoğun eğitim süreci bütün teferruatıyla perdeye taşınır. Öyle ki, yer yer âdeta seyredenlerin de istifade edebileceği görsel bir kurs anlatımına dönüşür. Bu filmlerin resmî ideolojinin desteklediği, toplumun ve bilhassa kadınların dönüşümünü hızlandırmak için çektiği “proje” filmler olduğu iddia edilir. Ancak Yeşilçam sinemacılarının seyirci talebini oldukça önemseyen ve senaryolarını bu minvalde şekillendiren ticari yaklaşımını göz ardı etmemek gerekir. Kırsaldan kente göçün yoğun olduğu ve sinema salonlarını ağırlıklı olarak göçmen işçilerin ve ailelerinin doldurduğu yetmişli yıllarda şehir hayatında kabul ve iltifat görmek isteyen kadınların bu filmlere özel bir ilgi göstermiş olması da muhtemeldir.

Eski mesleklere yeni isimler
Nihayet

İdeal/arzulanan kadını yaratmak için yapılan teşebbüsler konjonktürlere göre farklılıklar gösterse de yaygın ideolojinin uygulaması olmasında birleşir. Devrimi, toplumsal değişimi, sosyal sınıfları kadınların görüntüsü üzerinden gündeme getirmek veya gerçekleştirmeye çalışmak yalnızca ülkemize has bir iş değil. İdeolojiler erkek bakışıyla şekillendiği sürece uygulamaların da erkek fantezisi üzerinden gerçekleştirilmesi kaçınılmaz.