Karayip Korsanları’nın neden en iyi tarih filmlerinden sayıldığını görelim
Ünlü bir tarihçi Karayip Korsanları’nın gelmiş geçmiş en kötü tarihi filmlerden biri olduğunu öne sürdü ve sebep olarak Jack Sparrow’un gemisinin, tayfasının ve alet edevatınının fiziki olarak gerçekçi olmamasını gösterdi. Buyrun, birlikte neden Karayip Korsanları’nın bu zamana kadar yapılmış en iyi tarihi filmlerden biri olduğuna bakalım.
Tarihe ve denize meraklı olan çoğu kişinin Fernand Braudel’in Akdeniz kitabını okuduğunu düşünüyorum. Üç ciltlik bu şaheseri okuyanlar genellikle ikinci cildi atlayarak okurlar. Zira bu cilt 16. yüzyıl gemilerinin ağırlığı, kürek ve yelken sayısı gibi yalnız deniz harp tarihçilerini ilgilendiren kimi konuları içerir. Yakın bir zamanda bu tür maddi ve tali konuları tarihin “üç cildinden biri” değil de tarihin esası olarak değerlendiren ünlü bir tarihçi Karayip Korsanları’nın gelmiş geçmiş en kötü tarihi filmlerden biri olduğunu öne sürdü ve sebep olarak Jack Sparrow’un gemisinin, tayfasının ve alet edevatınının fiziki olarak gerçekçi olmamasını öne sürdü. Buyrun, birlikte neden Karayip Korsanları’nın bu zamana kadar yapılmış en iyi tarihi filmlerden biri olduğuna bakalım. Tabii, yazının ilk yarısının kavramsal zemin, ikinci yarısının ise bu zeminde filmin incelenmesi şeklinde olacağını şimdiden kaydetmekte yarar var.
Edebî janr olarak tarih
Tarih filmlerini ve tarih romanlarını değerlendirirken yapılan hataların ekseriyeti hatalı bir tarih nosyonundan ileri gelir. Oysa tarih anlatısının “gerçek” yahut “doğru” olmasını meşru bir değişken (variable) ve meşru bir kavram ikiliği (binary) olarak kabul etmeden önce, elimizdeki tarihi gözlemlemeye yarayan yegâne aracı, yani zihnimizi anlamak gerekir. İnsan zihni nesneleri birbiriyle alakalandırıp anlam ağları kurarak çalışır. Bir nöronun diğerleriyle sinapslar kurarak ağ oluşturması da bunun fiziki gerekliğe yansımasıdır. “Nesneler arasında anlamsal bağlar kurmak” dediğimiz şey aslında bir diğer adıyla hikâye anlatmaktır. Yani hikâye, insanın (trafik kuralları, yerçekimi yahut Kanûnî’nin hayatına dek her alanda) dünyayı anlamasını sağlayan başlıca bilişsel aygıttır.
İnsanın en ciddi ve en hakikatçi tavrında dahi istemeden hikâye anlatıyor olduğu gerçeğini bir kenara koyup zihnin fıtratından tarihin fıtratına geçelim. Tarih, tarihçiden (yahut tarih yorumcusundan) daha eski bir zamanda olduğu için tarih bilgisi yalnızca ve yalnızca “diğer insanların şahitliğiyle” bize ulaşır. Bu noktada tarihçi çeşitli kuramlara, yöntemlere ve mantığa müracaat etse de mit, destan ve halk hikâyesi gibi bilimsel olmayan türlerle ortak özünden yani “başkalarının şahitliğine dayanmaktan” kurtulamaz. Bu yüzden tarihi hikâyeden ayrıştıramadığımız gibi karşımıza hatırat, gezi, mektup gibi -hatta bunlardan çok daha fazla gerçekliği “işleyen”- estetize bir edebî tür olarak çıkar.
Estetize gerçeklik olarak sanat ve evren inşası
Sanatın güzelliğini ve derecesini ölçmenin bir yolu olmasa da Hegel gerçekliği yorumlayan bir eserde sanatçının müdahalesi ile eserin sanat değeri arasında doğru orantı kurar. Artık sanatçının vazifesi Rönesans’takinin aksine dünyadaki gerçekliği bire bir taklit etmek yani “mimesis” değildir; mimetik sanat anlayışı yerini zıddı olan “diegesis”e, yani canlandırma ve taklitten anlatıya ve yorumlamaya bırakmıştır. Bu durumda sanatçının yaratıcı dehası ve “evren kurucu” vasfı ön plana çıkar. Tabiat ve dünya, karşımıza ham hâli ile değil “estetize” hâliyle gelmelidir. Bir parantez açarak bunları bir tarih filmine uyarladığımızda ortaya çıkan manzara ideal tarih filminin hedefinin gerçek bir hadiseyi gerçekçi şekilde canlandırmak değil tarihî olgu ve imajlardan beslenerek olmayan bir evreni inşa etmek olduğudur.
Dünyanın yorumlanarak, imajlarla yoğrularak izleyicinin/okurun karşısına çıkması “beklenir.” Hans Robert Jauss’un alımlama estetiği kuramına göre sanatçı eserini muhatabının onu nasıl alımlayacağına göre “estetize” eder, her edebî janr (ki buna yukarıda tartışıldığı üzere tarih ve tarihe dair her şey de birer janrdır) muhatabının beklentilerinden oluşan birer “beklenti ufku” (horizon of expectation) ile birbirinden ayrılır. Beklentiler karşılandıkça, aşina olunan imajlar ve geleneksel anlatı kalıpları yaratıcı deha ile buluştukça, yani imajlar ve beklentiler arasında bağlar kuruldukça nöronlar arasında da bağlar kurulur, sinapslar birbirine kıvılcımlar attıkça izleyicide alımlama hazzı meydana gelir. Sinemada maksat bu alımlama estetiğinin bir nebze tadıdır. İyi anlatılmış hikâye, bilinenler arasında yeni bağlantılar kurarak nöronlarımızı coşturanlardır.
Saf sinemanın en başarılı üstadlarından Sergio Leone de bu imajlar ve beklentiler arasında mekik dokuyarak bir evren inşa etme hususunu şöyle vurgular: “Önemli olan şimdide olmayan farklı bir dünya kurmaktır. Gerçek bir dünya, hakiki bir dünya, fakat mitin yaşamasına izin veren bir dünya. Mitos, her şeydir.”
Hakikat içre mitos, mitos içre hakikat: Karayip Korsanları’nın kurmaca evreni
Bütün bu kavramsal içeriğin ardından nihayet Karayip Korsanları’na gelirsek, bu film sinema tarihinde belki ancak Dolar Üçlemesi, Dune, Star Wars gibi yapımların meydan okuyabileceği güçlü bir kurmaca evrenine sahip. Bunun başlıca sebeplerinden biri filmdeki maddi uzamın tarih araştırmacısı için de oldukça ilgi çekici olan ve 17. asırda Karayipler’de yaşanan korsanların büyük bir serbestiye sahip olduğu, büyük vurgunlar yaptığı Korsanlığın Altın Çağı’na (Golden Age of Piracy) dayanıyor olmasıdır.
Maddi olarak zaten kendine mahsus özellikteki bu uzam kurgusallaştırılırken burada yaşanmış ve daha önemlisi yaşanmamış her türlü kültürel imaj ve motiften istifade edilerek denize dair her şeyi içeren bir evren inşa edilmiştir. Bu inşada, tarih, kurgu ve mit iç içe geçmiştir. Sözgelimi ilk film olan Siyah İnci’nin Laneti’nde “Kaptan” Jack Sparrow ve tayfası “Hernán Cortés’in Aztek tanrıları tarafından lanetlenen altınları”nı aramaya koyulmuştur.
Burada dikkati çeken “gerçek” bir şahsın kurmaca bir olaya dahil olması ve kurmacaya da mitolojik unsurların eklenmesidir. Bu, bu noktaya dek ve eski yazılarımda tartıştığım1 tarih-kurmaca ilişkisi adına yüksek bir noktadır. Aynı zamanda bu senaryoya Uçan Hollandalı ve Davy Jones efsaneleri de eklenmiştir. Efsaneye göre Uçan Hollandalı sürekli ufukta görünen ve denizde kalmakla lanetlenmiş bir hayalet gemi, Davy Jones da onun kaptanıdır. Cehennem manasına gelen “Davy Jones’un dolabı” deyiminden hareketle filmde Davy Jones ölen gemicileri öte dünyaya taşımaktadır. Bu efsane daha da modifiye edilerek denizlerde kalmanın lanetiyle Davy Jones ahtapot-insan arası ölümsüz bir canavar olarak tasvir edilmiştir.
İkinci film olan Ölü Adamın Sandığı ismiyle meşhur bir korsan şarkısı olan “Fifteen Men on a Dead Man’s Chest”e atıf yapar. Felemenk asıllı Davy Jones efsanesinin yanına İskandinav asıllı Kraken efsanesi eklenir. Kaptan Jack, vudu büyücüsü Tia Dalma’dan Davy Jones’u yenmenin tek yolunun bir sandıkta kilitli olan kalbini ele geçirmek olduğunu öğrenir ancak Davy Jones’u yenmek için aniden gemilerin altında belirerek onları güçlü kollarıyla aşağı çeken Kraken ile yüzleşmek zorundadır.
Üçüncü film olan Dünya’nın Sonu’nda dönemin Karayipler’de hüküm süren güçlerinin korsanlarla kurduğu ilişki ve korsan- devlet zıtlığı ön plana çıkar. Dönemin İngiliz hükümeti, korsanları tamamen kendi gücüyle yenmeye çalışan İspanyollar’ın aksine, korsanların bazılarını kendi safına çekip “privateer” ünvanı vererek onları birbirleriyle savaştırmıştı. Filmde de İngilizler Davy Jones’u tehdit ederek korsanları denizlerden temizlemeye zorlamıştır. Film, yakalanan korsanların idam edilirken “biz hırsızlar ve dilenciler asla ölmeyiz, çek korsan bayrağını yukarılara” (“Hoist the Colors”) şarkısını söylediği sahne ile bir yandan pikaresk temelini güçlendirmiş, diğer yandan korsanlık asabiyesini vurgulamıştır. Bu filmde aynı zamanda korsan lordları meclisi ve korsan kralı pozisyonları ihdas edilerek tarihte Nassau Adası’nda kurulan korsan cumhuriyetleri anlatıya katılmıştır. Bunun haricinde Uçan Hollandalı miti de sürdürülmüştür.
Dördüncü film olan Gizemli Denizlerde’de “gerçek” Karayip korsanlarının en meşhurlarından olan Kara Sakal (Edward Teach) hikâyeye dahil olur. Büyük İskender döneminden beri tedavülde olan ve en kadim mitolojik arketiplerden olan Ab-ı Hayat ise hikâyenin merkezine oturur. 1750 yılında Miami civarındaki bir adada bir Gençlik Pınarı olduğu ve burada insan kurban ederek kurbanın ömründeki yılların karşı tarafın ömrüne eklenebileceği rivayeti Karayipler’i sarsmıştır. Hem İngiliz hem İspanyol donanmaları bu mekânı aramaya başlamıştır. Haber Kara Sakal’a ulaşmış, buraya giden haritayı elde eden Kaptan Jack, Kara Sakal, İngilizler (ve Barbossa) ve İspanyollar, Gençlik Pınarı için yarışmışlardır. “Gerçekte” kendini Gençlik Pınarı’nı bulmaya adayan İspanyollar’ın filmde saf bir Katolik sofuluğuyla bu “habis putperest mabedi” yok ettiği bir tarih bükülmesiyle hikâye sona erer.
Beşinci film olan Salazar’ın İntikamı tarihi- mitolojik unsurların ve kurgu tekniklerinin görece zayıf kaldığı bir eser olsa da burada da bir zamanlar Jack Sparrow yüzünden Bermuda Şeytan Üçgeni’ne hapsolan ve korsanları avlamakla görevli Kaptan Armando Salazar’ın denizdeki tüm lanetleri bozacak olan Poseidon’un Mızrağı’nı elde etmek için Jack Sparrow ile rekabetini izleriz. Poseidon ve Bermuda Şeytan Üçgeni mitolojik unsurlar olarak dikkat çeker.
Bu nazardan bakınca hacimli bir mitos ve atmosferin filmlere serpiştirilen sayısız unsurla tahkim edildiği görünür. Bunlardan bazıları sadece en rafine nazarların görmesi için saklanan ayrıntılar: Kraken’in geldiği sahneye sıkıştırılan Laz denizciler, Korsan Lordları Meclisi’nde Salahaddin Eyyubi rolüyle tanıdığımız Gassan Mesud’un Akdeniz’den sorumlu Türk korsan lordu olarak oturması, Kara Sakal’ın çok hasta olduğu söylenmesi ve kaptan köşkünden sakallarından kıvılcımlar atan fitillerle çıkması ve film boyunca giderek zalimleşmesi gibi... Özellikle bu sonuncusu çok önemli bir referans, zira Edward Teach yani Kara Sakal gerçekte frengi hastasıydı ve açık denizde tedavi olamadığı için akli dengesi giderek sarsılmış, sakalında yanan fitillerle düşmanlarının karşısına çıkmaya ve kendine deli havası vermeye başlamıştı.
Denizden “beklenebilecek” tüm imaj ve motifleri dokuyarak sıkı bir mitos, sıkı bir evren inşa eden Karayip Korsanları serisinde dikkati çeken bir diğer husus ise postmodern edebiyatla iyice yerleşen “anti kahraman” olgusunun başarıyla işlenmesidir. Tarihî olarak Karayipler’deki iki hâkim güçten biri olan İspanyollar korsanlığa tamamen karşıyken İngilizler korsanlardan yararlanmakta, onlarla ilişki kurmakta ve zaman zaman benzer metotlar kullanabilmekteydi. Bu sebeple, konusu korsanlar olan bu filmde İspanyollar silik şekilde temsil edilirken İngilizler ön plana alınmıştır. İngilizler ve korsanların ilişkisi, yer yer benzer hedef ve ihtirasları kovalamaları açısından iki farklı tür korsanın ilişkisi olarak gösterilmiştir. İlaveten, normatif olarak gayet “iyi” olan Salazar (çünkü korsanları yok edip düzeni sağlamak istemektedir), filmin kötü adamı olarak karşımızdadır. Buna ilaveten, korsan olan Jack Sparrow hiçbir fedakâr yahut alicenap davranış içinde olmasa da zararsız ve “iyi” olarak tasvir edilmiştir.
Sonuç: “Eski Hikâyenin Rüzgârıyle”
Karayip Korsanları serisi yoğun evren ve mitos inşasının yanına diegetiği koyar. Yani “gerçek tarihi” değil bir tarih yorumunu, yaşanmış değil yaşanmamış olayı anlatan bir anlatım tarzını benimser. Ancak serinin başarısı bunlarla sınırlı değildir. “Beklenti ufku” mefhumunun sınırlarını zorlayarak epik, pikaresk, fantastik edebî türleri bir araya getirerek büyük bir mesajı olmayan ancak “teknik olarak” hikâye anlatma sanatının uçlarında gezinen bir anlatı ortaya konmuştur.
Yukarıda çizdiğim kavramsal tabloya bakarsak, bir anlatıya kıymet katan şeyin sanatçının yenilikleri ve yaratıcılığı olduğu kadar gelenek ve beklentilere sadakati olduğunu görürüz. Bu bağlamda, Karayip Korsanları serisinin “anatomisini” ele aldığımız zaman, bu serinin en kadim ve köklü hikâye anlatma arketiplerinden Câm-ı Cem’i (The Holy Grail - Kutsal Kase) onurlandırdığını fark ederiz. Her Karayip Korsanları filminde, birbirinden daha ahlaklı veya daha “iyi” olmayan taraflar kazananı nihai mutluluğa ulaştıracak mitolojik bir ödülün peşinden koşarlar. Bu ödül kâh Aztek altınları, kâh Davy Jones’un kalbi, kâh Gençlik Pınarı, kâh Poseidon’un Mızrağı’dır. Bu tasarım, hikâyeye temel bir gerilim ekleme stratejisi olduğu kadar, hem modern korsan hikâyelerinin ilk örneklerinden Robert Louis Stevenson’ın 1883 tarihli Treasure Island (Hazine Adası) romanına dek giden bir geleneğin, hem de halk hikâyesi geleneğinin en temel arketiplerinden birinin (Câm-ı Cem) rüzgarını ardına almaktadır.
Yelkenlerini kadim imaj, mitos ve arketiplerin rüzgârıyla dolduran Karayip Korsanları aynı zamanda seri boyunca atılan tüm düğümleri Salazar’ın İntikamı filmiyle çözmüş, Will Turner Uçan Hollandalı’dan serbest kalmış, Will’in oğlu Barbossa’nın kızını almış, Barbossa Salazar’ı durdurmak için kendini feda etmiş, Kaptan Jack Siyah İnci’ye nihayet kavuşmuş, tüm açık uçlar kapanıma ulaşarak pergelin mükemmel dönüşü tamamlanmıştır.
Ayrıca, klasik anlatı sineması geleneğinin önemli bir takipçisi olan ve Sergio Leone’nin “kendi mitosunu kuran” bir seri olarak Karayip Korsanları Hanz Zimmer imzalı müzikleri ile tam ve gerçek bir klasik vasfı kazanmıştır.
Özetle, ideal bir tarih filminin her şeyden önce yaşanmayanı ve kurmacayı tarihin ve imajın gücüne yaslanarak anlatması, kendine bir evren inşa etmesi, izleyicinin muhayyilesini zenginleştirerek yaratıcı düşünüşü provoke etmesi gerekmektedir. Bu sebepledir ki popüler yahut başarılı tarih filmleri arasında çoğu zaman gerçeği taklit eden monografiler değil ya “gerçeği” kurgusallaştıran yahut tamamen kurmacaya yönelen eserler olagelmiştir. Bu kalkış noktasından bakarsak, söz gelimi, Türkiye’de hakiki tarih filmlerinin “gerçeği” “haklı bir şekilde” anlatma iddiası güden, çeşitli kaynakların sübvanse ettiği, siyahlara bürünmüş çatık kaşlı ve eli baltalı erkeklerin kavgasından daha fazlasını anlatmayan yapımlar değil, belki de Yahşi Batı ve Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? olduğunu görürüz. Bu aynı kalkış noktasından son bir kez daha bakarsak Karayip Korsanları (özgürlük, serazatlık temasını vurgulamak dışında başlıca bir mesajı olmamak zaafı haricinde) örnek bir tarih filmi olarak karşımıza çıkar. Bunun ilk ve başlıca sebebi, Kaptan Jack’in gemilerinin gerçekçi bir şekilde tasvir edilmemiş olmasıdır...
1. Söz konusu yazım Nihayet derginin Nisan 2023 sayısında “Örnek Tarih Dizisine Doğru: Zaman Bakanlığı’nda Tarih ve Kurmaca İlişkisi” başlığıyla yayınlandı.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.