Karşıoyun

FATİH KINALI
Abone Ol

Bir nostaljiye giriştiğim sanılsın istemem fakat itiraf etmeliyim ki 90'lar herhangi bir şeyin hala kendisinden daha fazla anlama gelebildiği zamanlardı. 90'larda şeylerin başka anlamalar taşımasına olanak tanıyacak boşluklar hala vardı ya da o yıllarda nesneleri bambaşka anlamlara getirelebilecek kadar güçlüydük.

Çocukluğumu 90’larda yaptım. O zamanlar sokaklarda park halindeki araç sayısı çok azdı, bir başka deyişle çocuklar için oyun alanları daha genişti: akşam ezanı okunana kadar top oynanırdı. Silindir şeklindeki papatya sarısı Vita yağ tenekeleri duruyordu daha. Biz bu tenekeleri tıpkı gazoz kapakları, paslanmış çiviler ya da aşınmış otomobil lastikleri gibi, boş arsalarda ve birdenbire bulurduk. Sonra da içlerine ağır taşlar koyar, mahalle maçları için dayanıklı kaleler elde ederdik. Bu kaleler elbette 90’lardaki diğer her şey gibi biraz eksikti, çünkü gerçek bir kalenin tam anlamıyla dikdörtgen olması gerekirdi. Ama “eksik” sanırım yanlış kelime... Çünkü top oynayan bütün çocuklar Vita tenekesinin aslında beş duyu organıyla algılanan maddi varlığıyla sınırlı olmadığını bilirdi ve bu da şiire başlamak demekti.

Aynı tenekeleri annelerin sardunya saksısı, babaların çivi saklama kutusu olarak kullandığını da hatırlatırım.

Bir nostaljiye giriştiğim sanılsın istemem fakat itiraf edelim ki 90’lar herhangi bir şeyin hâlâ kendisinden daha fazla anlama gelebildiği zamanlardı. 90’larda şeylerin başka anlamlar taşımasına olanak tanıyacak boşluklar hâlâ vardı ya da o yıllarda nesneleri bambaşka anlamlara getirebilecek kadar güçlüydük. “Bu sözünü ettiğin durum 90’larla değil, doğrudan çocuklukla ilgilidir” diyecek olursanız sizlere kesinlikle katıldığımı söyler fakat aynı tenekeleri annelerin sardunya saksısı, babaların çivi saklama kutusu olarak kullandığını da hatırlatırım. İktisatlı davranmak, tutumlu olmak yahut israf etmemek... Sebepleri her ne idiyse, anne ve babalar da nesnelerin anlamları ve işlevleri arasındaki kaçınılmaz ilişkinin önemini ıskalamayan bir bilgeliği -belki de mecburen- hâlâ taşıyorlardı, çünkü okumayı henüz unutmamışlardı.

İlle de itiraz edecek okurlara katılacaksak hiç değilse 90’ların, anne ve babaların bile asgarî miktarda çocukluk içerdiği zamanlar olduğunu kabul etmeliyiz.

Çünkü onlar da bir Vita tenekesinin kendisiyle sınırlı olduğuna bir türlü inanmıyordu. 90’lardı, daha buralarda pek Amerika yoktu.

Çocuktuk ve maça başlamadan önce, içine taş koyduğumuz Vita tenekelerini kale direkleri kabul ederdik. Bir çocuğun iki takımdan birinde yer alması, Vita tenekelerinin beş duyu organıyla algılanan somut varlıklarıyla sınırlı olmadığına, işlevsel bakımdan -dolayısıyla anlam itibariyle de- bundan daha fazlasını önerdiğine inanmasını zorunlu kılardı; oyunun oynanabilmesi için kaçınılmaz bir gereklilikti bu. Tıpkı alüminyum tepsiyi kamyon direksiyonu, halılardaki çizgileri trafik şeritleri ya da boş gazoz şişesini mikrofon kabul etmemiz gerektiği gibi.

Hem çocuklarda hem de şairlerde soyutlama kuvveti vardır.

Vita tenekeleri aslında kale direkleriydi, buna inanırdık. Diğer yandan bu, bir inanç meselesi olduğu kadar bir geometri sorunsalıydı da. Çocukların tenekeleri çizgilerle önce kalecinin boyunun zıpladığı zaman erişebileceği bir yüksekliğe kadar aynı hizada sürdürebilecek, sonra da çizgilerin uçlarını vardıkları noktaların arasına çekilen düz başka bir çizgiyle birleştirecek sağlıklı bir zekaya yahut hayal gücüne ihtiyaçları vardı. Bu sağlığı sürdürmek için her gün diz kapaklarımızı kanatıp durduk ama karşılığını da aldık. Çünkü yıllar sonra, lisedeyken, karşısında bocaladığımız geometri sorularını nasıl çözeceğimizi öğretmeye çalışan beyaz önlüklü hocalar, bu sorularda yer alan tuhaf şekilleri öncelikle bildiğimiz geometri kurallarını uygulayabileceğimiz biçimlere dönüştürmemiz gerektiğini, bunu yapabilmek içinse çoğu kez bizleri bu biçimlere ulaştıracak kesikli -ve hayali- çizgiler çekmeye ihtiyaç duyacağımızı öğretmek istemişlerdi, fakat biz bunları zaten biliyorduk.

Yani yetişkinler arasında, çocukların kurdukları düzenin oyun sayıldığı daha büyük bir oyun oynanıyordu.

Yukarıda Vita tenekelerinin içine taş koyup hayal gücümüzü kullanarak onlardan kale direği yaptığımızı anlattım, çünkü artık bir yetişkinim. Eğer gerçek bir çocuk olsaydım insanların kale direklerinin içine yemek pişirmek için gerekli olduğuna inandıkları bir maddeyi doldurup bunları dükkânlarda birbirlerine sattıklarını; dahası, bu gülünç oyuna annelerin de katıldığını ve hayal güçlerini kullanarak kale direklerinden yemek yaptıklarını ileri sürerdim; işleri bittiği zaman da içine çiçek ekiyorlar, diye eklerdim. Galiba durum aşağı yukarı buydu. Yani yetişkinler arasında, çocukların kurdukları düzenin oyun sayıldığı daha büyük bir oyun oynanıyordu. Açıkçası bu büyük oyunun ne kadar ciddiye alındığını anlaması için de her çocuğun üzerinden biraz zaman geçmesi gerekiyordu. Yavaş yavaş kuralları tanıması ve öğrenmesi, iyice alışıp yüreğine sindirmesi, onları hatırlamak için fazladan gayret göstermeye gerek duymadan, deyim yerindeyse oyunu ezbere oynayabilme becerisini geliştirmesi; böylelikle giderek oyunun cazibesine -onun sadece bir oyun olduğunu tamamen unutacak kadar- kapılması lazımdı.

Nihayet kişi bu büyük oyuna ve kurallarına akşam eve dönmesi gerektiğini unutacak kadar inandığını kanıtlarsa, ona ödül olarak artık “yetişkin” derlerdi; yetişkinlerin bunu ispat etmek için ayrıca bir şey yapması da gerekmezdi. Çünkü yetişkinler oyundan daha fazla zevk alabilmek isterdi. Ne olsa yetişkinlik oyunda daha fazla kalabilmek, hatta daha fazla eğlenebilmek için gösterilen çabayla koşuttu.

Yeterince iyi olanların içine girersek, belki dışarıda yalnızca bir oyun oynandığı gerçeğini sezebiliriz.

Bu yüzden yetişkinler oyunda birbirlerine üstünlük kurma ihtiyacı hissederdi ve giderek bu yarışa kendilerini öyle bir kaptırırlardı ki, ayrıcalıklar elde edebilmek için birbirlerine zarar vermeye başlarlardı. Sonunda oyun bir kavgaya döndüğü zaman yetiştiklerini herkes anlamış olurdu.

Sözünü ettiğim bu zamanın geçmesine rağmen oyuna alışmayı beceremeyen ya da oyunu uğruna kavga edecek kadar umursamayan kişilere gelince; onlara acıyan gözlerle bakılırdı, hatta oyuna yeterince önem vermemekle suçlanan bu kişilerin bir türlü büyümedikleri de söylenirdi. Bazıları da yeterince düşüp acı çekecek, çektiği acıdan da dersler çıkaracak kadar bahtı açıksa bunun yalnızca bir oyun olduğunu yeniden hatırlardı. Belki de bu yüzden artık oyundan zevk alamaz, bunun yerine bir kenara çekilip yetişkinleri seyretmeyi daha yerinde bulurdu. Yetişkinlere kalırsa yeniden çocukluk etmeye başlardı. Biz buna, hayret edebilecek temizliği geri kazanmayı önemseyecek kadar büyümek de diyebiliriz.

Kurallarını koymaya çalıştığımız ve sonra içine sıkışıp kaldığımız bir yetişkinlik oyunu.

İktisatta, özellikle para teorisinde, paranın toplumsal bir anlaşma olduğu sıklıkla vurgulanır. Hatta bu gerçeği hatırda tutmaya yardım etmesi için, «para, herkesin para olduğuna inandığı şeydir» gibi parlak tanımlar da yapılır. Bu tanımlar kuşkusuz doğrudur; çünkü para bir toplumda, alım gücünü temsil ettiğine “inanılan” herhangi bir şey olabilir. Dolayısıyla insanlar hep birlikte para olarak kabul ettikleri şeyin para olduğuna inanmayı durdurursa artık o şeyin para olmaklığı sona erecektir. Bu apaçık bir oyun değilse nedir? Kurallarını koymaya çalıştığımız ve sonra içine sıkışıp kaldığımız bir yetişkinlik oyunu!

Konuştuğumuz dil de böyledir, toplumsal bir anlaşmadır. Sözcüklerin belirli anlamları karşıladığına duyduğumuz sarsılmaz inanç, onlar sayesinde iletişim kurmamızı, daha doğrusu, iletişimi onlar sayesinde kurduğumuzu sanmamızı olanaklı kılar. Sözcükleri beslediğimiz inançtan soyutlarsak, onların konuşurken sadece ses titreşimi, yazarken de yan yana dizilmiş kargacık burgacık işaretler olduğunu fark ederiz. Böylece ara sıra ne kadar tehlikeli bir oyun oynadığımızı hatırlar, irkiliriz.

Temsil edilen anlam ve onu temsil eden sözcük arasındaki ilişkinin bağlamlar sayesinde yeniden düzenlenebilir olduğunu şairler bilir, yazarken de bu bilgiyi kullanırlar. Aynı şekilde, çocuklar da oyun sırasında nesnelerin anlamları ve işlevleri arasındaki ilişkiyi farklı bir bağlamda yeniden kurmayı denerler. Çünkü hem çocuklarda hem de şairlerde soyutlama kuvveti vardır. Buradan bakınca oyunlarla şiirlerin örtüştüğünü görürüz, ikisinde de bambaşka matematiklere (örüntülere, kurgulara ve neden sonuç ilişkilerine) yer verilir, ikisi de karşıoyundur: Yeterince iyi olanların içine girersek, belki dışarıda yalnızca bir oyun oynandığı gerçeğini sezebiliriz.