Kötülüğün sanatta görünme biçimleri bugün neden daha tartışmalı hâlde?
Robert Louis Stevenson, Dr. Jekyll ve Bay Hyde ile kötülüğe dair bugün artık klasikleşmiş, çok farklı şekillerde popüler kültüre sızmış bir hikâye anlatır. Bu, bilindiği üzere kendi ürettiği ilaçlarla içindeki canavarı bir başka -çarpık, tekinsiz- insan suretinde ortaya çıkaran, en başta bundan bir miktar haz alsa da bir süre sonra “yüzünde şeytanın imzası”nı taşıyan bu yaratığın üzerindeki kontrolünü tamamen yitirmesiyle felakete sürüklenen, üst orta sınıftan saygın bir doktorun, Dr. Jekyll’ın hikâyesidir. Hikâye aslında Dr. Jekyll’ın dostu, Avukat Bay Utterson’ın ağzından ve onun tanıklıkları üzerinden anlatılır. Bütün her şeyin gizeminin çözülüşünü ve dolayısıyla olayların Dr. Jekyll perspektifinden nasıl göründüğünü ise bütün hikâye boyunca gizemini koruyan vasiyetine eklenmiş bir mektubun hikâyenin sonunda açığa çıkmasıyla öğreniriz. Bay Hyde ise olayları kendi bakış açısından anlatabilecek bir otoriteden yoksundur, o sözden mahrum bırakılmıştır. Zaten onu dinleyenlere anlaşılmaz gelecek “kısık, çatlak” bir sesle “fısıldayarak” konuşur. 1 Belki onun sesini, insan sözünden çok bir canavarın çıkardığı sese benzetmek gerekir.
Nedir peki bu hikâye? Yazıldığı bağlamdan ayrılabilir derece evrensel, insan içindeki iyi ile kötünün mücadelesi hakkında neredeyse antropolojik hakikatlere dokunan dinsel bir mesel midir? İnsanın içindeki kötülüğü Bay Hyde biçiminde dışsallaştıran ve insanın kendi içindeki, ona kötülükleri buyuran arzuları ve eğilimleri serbest bıraktığı anda onlar tarafından ele geçirileceğini söyleyen ahlakçı bir hikâye mi yoksa romanda da ifade edildiği gibi insan ruhunun iki hatta sadece iki değil birbiriyle çatışma hâlinde olan pek çok parçadan mürekkeb olduğunu ifade eden (s.65) dolayısıyla İngiliz faydacılığının bütüncül, tutarlı, rasyonel insanına yöneltilmiş bir eleştiri olarak da okunabilecek psikolojik bir hikâye midir? Söz konusu bir kurmaca olduğu için bütün bu yorumlara açık olduğu söylenebilir elbette. Fakat onu bir başka açıdan daha, yazıldığı dönemin ve toplumunun yani 19. yüzyıl sonu (Viktorya dönemi) İngiltere toplumunun özellikle de suç, dejenerasyon ve alt sınıflara dair korkularına beden veren toplumsal bir anlatı olarak da okuyabiliriz.
Belki çıkış noktası olarak bir İskoç olan Stevenson’ın -eğer insan gerçeğine dair evrensel (psikolojik, ahlaki ya da dinsel) bir hikâye anlatıyorsa -neden olayların geçtiği yer olarak Edinburgh’u değil de Londra’yı tercih ettiği sorusunu sorabiliriz. Londra, bütün hikâyeye tarihsel, toplumsal somutluğunu kazandıran bir arka fon olarak birkaç açıdan dikkat çekicidir. Her şeyden önce Londra, dünya kapitalist ekonomik sisteminin o dönemki kalbi olarak modernliğin başkentidir. Bu onu, büyük bir şaşaa, refah ve zenginliğin, her türden bilimsel ve teknik ilerlemenin mekânına dönüştürür. Fakat Engels’in yazdıklarından, Blake’in şiirlerinden ya da Dickens’ın romanlarından (ve sayısız başka metinden) aşina olunduğu üzere Londra, 18. yüzyıl sonundan itibaren geçirdiği derin toplumsal dönüşümlerle, sanayi kapitalizminin yarattığı köksüzleşmenin büyük şehre doğru sürdüğü geniş nüfus kesimleriyle birlikte yalnızca küresel sermayenin aktığı bir merkez değil aynı zamanda kitlesel sefaletin de merkezine dönüşmüştür.
Burada yoksulluk, hastalık, kir, çamur, kurum, suç ve düşkünlük, para, zenginlik, saygınlık, üst sınıfların incelmiş toplumsal ritüelleri, bilimsel ve teknik ilerleme vs. ile iç içe geçer. Londra’nın bu dönemki en önemli özelliği belki bu iki veçhenin birbirinden ayrılmış ve ayrılabilir yüzler olarak değil de birbiri içine girmiş aynı anda iki boyutu da okunabilir olan tek bir yüz olarak kendini göstermesidir. Bu, Dr. Jekyll ve Bay Hyde gibi tam da bu türden bir iç içe geçmişliği konu eden bir roman için son derece uygun bir arka fon sağlar. Dr. Jekyll’ın evi de tıpkı tasvir ettiğimiz Londra gibi bir mekândır. Ön yüzü, son derece nezih bir meydana bakan, “zengin ve gösterişli” bir havası olan bir konakken arka yüzü “uğursuz bir kapıyla” bir yan sokağa açılan penceresiz “ev demeye bin şahit” isteyen karanlık bir binadır. Kitapta Hyde’dan ilk bahseden kişi olan Bay Enfield, “Avluyu çevreleyen binalar o kadar iç içe ki, birinin nerede bittiğini diğerinin nerede başladığını söylemek zor.” der.
Aslında 19. yüzyılın başlarından itibaren sanayi kapitalizminin demografik ve kentsel etkileri iyice hissedilir olmaya başlayınca ilerleme ve yoksulluğun yalnızca mekânsal bir iç içeliğe değil aynı zamanda yapısal bir birlikteliğe de sahip olduğu anlaşılmaya başlanmıştı. Bu dönemin ekonomi-politik düşüncesinin temel izleklerinden biri de açlık sınırındaki bir yoksulluğun ilerlemenin arkasındaki temel itici gücü oluşturduğuydu. Özellikle Yoksul Yasası üzerine olan kapsamlı tartışmalarda geniş yoksul kitlelerin emeğini satmak zorunda kalmalarının tek yolunun onları çalışmaya sevk edecek bir açlık tehdidiyle yüz yüze kalmaları olduğu sık sık zikredilen bir husustu. Fakat ilerleme yalnızca yoksulluktan beslenmiyor veya mevcudiyeti için yaygın bir yoksulluğu şart koşmuyordu, aynı zamanda yoksulluğu sürekli bir biçimde ve tekrar tekrar üretiyordu. Dolayısıyla yoksulluk toplumsal bir patoloji değil, olsa olsa emeklerinden başka sermayeleri olmayan kalabalıkların “normal” durumu, sistemin işler bir şekilde kalmak üzere üretmesi gereken çıktılarından biriydi. Fakat bu paradoksal iç içeliğin anlaşılmasıyla aynı anda anlaşılan bir başka şey daha vardı; yoksulluğun kendisi bu türden bir ekonomik ve toplumsal düzenin “patolojik” bir parçası olmasa da bütün toplumu tehdit eden “patolojilere” de gebeydi. Bunlardan en önde gelenleri ise suç, tamamen profesyonel suçlulardan oluşan bir “tehlikeli sınıf” ve hatta normal olandan keskin biçimde ayrılabilir bir “suçlu insan” tipiydi.
Özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren suçluların yoksulların içinden çıkan ama onlardan ayrı bir sınıf oluşturduğu fikri yerleşmeye başlamıştı. Herkesin kendi çıkarları peşinde koşarken acıdan olabildiğine kaçmaya çalışarak rasyonel kararlar verdiğini varsayan, dolayısıyla herkesin sınıfsal ve toplumsal konumlarından bağımsız olarak bu rasyonel doğa itibarıyla eşitliğini varsayan faydacı liberal çerçeveye oturmayan bir insan topluluğu vardı. Özellikle mükerrir suçlular, suçu alışkanlık hâline getirmiş olanlar yani hayatlarını suçla içli dışlı bir şekilde yaşayıp geçimlerini suç üzerinden kazananlar, bütün insanlarda mevcut olduğu varsayılan bu rasyonel kararlar verme yetisinin onlarda eksik olması sebebiyle diğer insanlarla ortak bir doğaya sahip olamazlardı. Dönemin Londra’sında yoksul ve işçi sınıfı hayatına dair kapsamlı gözlemlerini London Labour and London Poor adlı kitabında toplamış olan gazeteci Henry Mayhew’ın deyimiyle bunlar ayrı türden insanlardı, her toplulukta bulunan insan parazitlerdi: “Deneyimim beni şu melankolik neticeye götürüyor: Geniş bir sınıf var, denebilirse toplumun belirli bölümlerini mesken tutmuş suçlu bir ırka ait olan bir sınıf. … Bu insanlar ta ki ortaya dünyaya suçlu olarak gelip suçlu olarak göçüp gidecek, başka da hiçbir şey bilmeyen bu kimseleri ortaya çıkarana dek ürediler.”2 Mayhew gene de bu sınıfın büyük bir kısmının, eğer doğru bir şekilde yaklaşılırsa iyileştirilebilir olduğunu düşünüyordu.
Fakat bu sınıf içinde buna istisna teşkil eden, “ıslah edilemez” kategorisinden suçlular da mevcuttu. Dolayısıyla bunlar yalnızca klasik liberalizmin insan kurgusuna istisna teşkil etmiyorlar, dolayısıyla ve aynı zamanda cezalandırmanın amacını suçluların ıslahı olarak koyan modern bir yaklaşımı da işlevsiz kılıyorlardı. Mayhew’ın bu görüşü, 19. yüzyıl ortalarından itibaren pek çok tarihsel, toplumsal ve entelektüel gelişmenin neticesinde münhasıran “suçlu insan” etrafında şekillenecek bir sözde-bilimsel söylemin habercisiydi. Bu söylem bahsettiğimiz dönemdeki tıptan psikiyatriye, hukuktan antropoloji ve sosyolojiye çok farklı ve kimisi henüz oluşmakta olan disiplinlerin katılımıyla şekillenen geniş bir tartışma alanını dolaşıyordu ve esas nesnesi de “normal” olandan ayrılabilir, ayrı bir insan türü olarak “suçlu insan”dı. İtalya’da Lombroso, Fransa’da Lacassagne ve İngiltere’de Maudsley gibi doktorlar, psikiyatrlar ve düşünürler aşağı yukarı benzer zamanlarda ve birbiriyle etkileşim içinde bu söylemin oluşumuna katkıda bulunmuşlardı.
Fakat bu tartışmayı hem önceleyen hem de içinde kapsayan daha geniş entelektüel izlekleri de hesaba katmak gerekir; örneğin Lamarckçı ve Darwinci evrim teorisinin yükselişi ve bilimsel toplumsal tartışmalarda giderek daha merkezî bir yeri ele geçirmesi, bunun Herbert Spencer’ın sosyal darwinizmi ya da Morel’in dejenerasyon teorisi örneklerinde olduğu gibi toplumsal gelişmeleri de açıklayabilecek bir şablona dönüştürülmesi, Gall ve Spurzheim’ın frenolojik yaklaşımı gibi patolojik durumların fizyolojik farklılıklar üzerinden okunabileceğini iddia eden yaklaşımlar ya da aklı başında olma ve delilik arasındaki alanı kapsayan bir kategori olarak entelektüel kapasiteyi etkilemeyen ama duygu durumları ve davranışlarda anomalilerin ortaya çıkmasına yol açtığı varsayılan “ahlaki delilik” (moral insanity) teorileri 19. yüzyıldaki bu daha genel bağlamı verir. Lombroso’nun, Lacassagne’nin veya Maudsley’in teorileri “suçlu insan”ın etiyolojisi hakkında birbiriyle tutarlı açıklamalar getiremiyorlardı, fakat evrimsel bir geriye sıçrayış olarak atavizm ve patolojik toplumsal çevresel faktörlerin bir neticesi olarak dejenerasyon iki ana açıklama olarak kendini gösteriyordu. Ve çoğu zaman da bu iki açıklamanın söz konusu teorilerde herhangi bir tutarlılığa kavuşturulamadan iç içe geçtiği görülüyordu.
Lombroso’nun kriminal antropolojisi başta olmak üzere bu teorilerden bir kısmı “suçlu insan”ın yalnızca ahlaki yetileri bakımından değil fizyolojik özellikleri bakımından da normal insanlardan ayırt edilebilir olduğunu iddia ediyordu. Zaten uzun süre ordu hekimliği ve akıl hastanelerinde doktorluk yapan Lombroso’ya “sözde” teorisini ilham eden ilk şey de güney İtalya’dan Villela isimli bir haydutun kafatasıydı. Bu “anormal” ve “deforme” kafatası, epifanik bir anla Lombroso’da suçluluğun evrimsel basamaklarda bir şekilde aşağı düşmekten kaynaklanan, kendini fizyolojik deformasyonlarla açığa vuran ve doğumla gelen atavistik bir durum olduğu fikrini ilham eder. Buna inanmak için herhangi bir sebebimiz yok; çünkü yukarıda kısaca özetlediğimiz gibi Lombroso aslında geniş bir entelektüel gelenek ve söylemsel ağın içinde yer alır. Kitapta Bay Hyde’ın tasvir edildiği kısımlara baktığımızda bu atavistik yaklaşımla ilginç paralellikler dikkati çeker.3 Bay Hyde, kitaba dağılmış tasvirlerinden anlaşılabildiği kadarıyla “cüce denebilecek kadar bodur”, “maymun gibi”, kemikli “boğum boğum ve kıllı elleri” olan bir “mağara adamı”na benzer. Bu özellikle, suçluluğun ancak medeniyet içinde evrimsel olarak geride bırakılmış ilkel doğanın yeniden ortaya çıkmasıyla açıklanabileceğine inanan görüşlerin “suçlu insan”da bulunduğunu iddia ettikleri karakteristik özelliklerle paralellikler taşır. “Suçlu insan” yalnızca suçlu değildir, o aynı zamanda suçun sadece bir semptom teşkil ettiği bir ilkelliğe, vahşiliğe ve tehlikeliliğe sahiptir. O, yaşamın daha az evrimleşmiş formlarına, örneğin maymunlara ya da kara derili (ya da ulusal birliğini sağlama mücadelesindeki İtalya bağlamında güney İtalyan) “vahşilere” yakındır.
Fakat Bay Hyde yalnızca ilkel bir insana benzemez. O aynı zamanda bedensel olarak da “daha genç” ve “daha hafiftir”. Kitap boyunca ondan o “genç adam” diye bahsedilir. O, Dr. Jekyll’ın içinde yaşayan ve bütün bir yetişkinlik hayatı boyunca bastırılmış ve kendisiyle mücadele edilmiş, duyusal hazlara düşkün, dürtüsel bir çocuk gibidir. Tıpkı Sherlock Holmes’un bir macerasında (“The Adventure of the Creeping Man”) gençleşmek için aldığı ilaçlarla giderek bir maymun gibi davranmaya başlayan Profesör Presbury gibi, Dr. Jekyll’da da Bay Hyde suretinde gençlik/ çocukluk ve vahşilik/ilkellik birbirine karışır. Lombroso da çocukları ahlak duygusundan nasipsiz yaratıklar olarak niteler. “Eğer bir yetişkin” der Lombroso, “çocuğun fevri tutkularına sahipse psikiyatristler ona ahlaki deli der ve biz ise ona ‘doğuştan suçlu’ demekteyiz.”4 Metnin biraz ilerisindeyse “ahlaki deliliğin neden çocuklar ve vahşiler arasında kendiliğinden ortaya çıktığına doğal bir açıklama” olarak bunların “kendini kontrol etme yeteneğindeki eksiklikten” kaynaklandığını belirtir.5 Burada Haeckel’in rekapitülasyon teorisinin izlerini görmek de mümkündür. Haeckel, ontogenez’in (bireyoluş), filogenez’i (türoluş) daha küçük bir ölçekte tekrar ettiğini iddia etmiştir. Dolayısıyla ona göre insan, bir tür olarak nasıl balık, sürüngen vs. gibi evrimsel aşamalardan geçtiyse insan embriyosu da oluşumundan itibaren aynı aşamaları tekrar ederek olgun, bütün ahlaki ve entelektüel kapasiteleriyle büsbütün evrimleşmiş insan formuna kavuşur. Fakat Lombroso’ya göre bu gelişim hattı bir şekilde sekteye uğradığında insan embriyosu ve kişisel evrimleşme süreci tamamlanamadan insan bu gelişimin ve dolayısıyla da aslında insan evriminin alt bir basamağında takılı kalabilir. Bu alt basamağın örnekleri ise henüz “beyaz, Avrupalı” insanın katına çıkamamış, evrimsel olarak bir öncesinde bulunan ilkel ve aynı anlama gelecek biçimde çocuktur. Saf kötülüğü, ahlaki ve akli filtrelerden geçirilmeyen bir dürtüselliği kendisinde toplayan bir “suçlu insan” tipi olarak Bay Hyde da aynı anda hem bir çocuk hem de bir “mağara adamı” gibidir. Ahlaki olarak aklı başında olmayan suçlu Hyde, Dr. Jekyll’ın içinden bir vahşi, bir mağara adamı ve bir çocuk olarak ortaya çıkar.
Stevenson’ın Lombroso’yu okumamış olması çok muhtemeldir ama yukarıda bahsettiğimiz gibi Lombroso “suçlu insan” hakkında yeni oluşmaya başlayan geniş bir söylemin sadece bir parçasıdır ve Stevenson da onun görüşlerinin benzerlerini muhtemelen Viktorya dönemi bilimsel söyleminde hazır hâlde bulmuştur. Hatta Lombroso’nun kendisinin, J. Bruce Thompson ve Henry Maudsley gibi İngiliz seleflerinden etkilenmiş olması muhtemeldir, ki Thompson’ı Suçlu İnsan’ın ilk baskısında, Maudsley’i ise ikinci baskısında alıntılar. 6 Londralı psikiyatrist Henry Maudsley de suçluları büyük şehirlere çöreklenmiş, normal insanlardan ayrı, dejenere varoluşlardan oluşan bir sınıf olarak görür; dahası suçluluk aynı zamanda doğuştan gelen, bazen kendini fizyolojik göstergelerle, deformasyonlarla biçimsizliklerle de açığa vurabilen kalıtımsal bir mental rahatsızlık, beyin fonksiyonlarındaki bir bozukluğun neticesidir. Burada belki de döneminin en popüler bilim yazarlarından biri olan Herbert Spencer’ı da hatırlatan bir evrimsel kötümserlik karşımıza çıkar. Geçmiş deneyimler nesiller boyunca aktarılarak bedensel izler bırakır. Deneyim bu şekilde bilinci aşıp onun alt katmanlarında yani sinir sisteminde, reflekslerde, organik olanda izlerini bırakır. Çevresel etmenlerin zihinde bıraktığı izler, devreden nesilleri etkileyecek bir fizyolojik ve nörolojik durum yaratır. Ona göre herkes kendi atalarının hayatlarını tekrardan yaşamaktadır ve onların kötücül veya erdemli nitelikleri, “sessiz bir bellek” gibi herkesin doğasında, dışarı çıkmak için uygun anı kollayarak çöreklenmiş bir hâlde beklemektedir.7
Burada Maudsley’in, özellikle Fransız meslektaşlarında Morel’in etkisiyle görünen Lamarckçı bir evrim anlayışını ve onunla irtibatlı bir dejenerasyon görüşünü benimsediği görülmektedir. Eğer evrimsel süreç Lamarck’ın iddia ettiği gibi bir çevreye uyumlanma süreciyse, yaygın patojenik şartlar, kendisine uyumlanarak dejenere olan insan topluluklarının ortaya çıkmasının nihai sebebi hâline gelir. Başlarda toplumsal şartların patojenik olmadığını veya eğer öyleyse bile düzeltilebilir olduğunu, dolayısıyla dejenere suçlu tiplerinin medeniyetin patojenik koşullarının bir mahsulü değil de genel ilerlemeyle karşıtlık oluşturan, gelişimini tamamlamamış ve hiçbir yere varmayan ilkel kalıntılar olduğunu düşünen Maudsley zamanla daha karanlık bir toplumsal dönüşüm görüşüne varır.8 Dr. Jekyll ve Bay Hyde’dan üç sene önce yayımlanan kitabı Body and Will’de dejenerasyon süreci artık her şeyi beraberinde sürükleyen ana akıntı, insan türünü ve topluluklarını ileriye taşıyan evrimsel sürece karşı faaliyet gösteren bir karşıt-güç hâline gelir. Toplum artık iki akıntıdan meydana gelmektedir. Biri onu yukarıya taşırken diğeri ise aşağı çekmektedir ve herkes bir şekilde bu iki akıntıdan birine dâhil olur, dahası diğerlerini de peşinden sürükler. Bir organizma gibi yapılanmış toplum eğer kendisini bir araya getiremezse dağılır ve çözülür. İlerleyemeyen şey gerilemek zorundadır. Görünen odur ki büyük şehrin patojenik koşulları, evrimsel sürecin başarısını tehdit etmektedir.9
Bay Hyde, Dr Jekyll’ın içinde dışarı çıkmak üzere fırsat kollayan o “gizli bellek”tir. Spencer veya Maudsley, medeniyeti bu şekilde, yani çok hassas, kırılgan bir dengede duran, her an yıkılmakla tehdit edilen bir şey olarak kavrarlar. Medeniyet kabuğunun altında dışarı çıkmak üzere bekleyen, fırsat kollayan ilkel, vahşi canavarca güçler bulunmaktadır. Nasıl medeniyet, teknik ve sanayi ilerleme yoksulluk ve özellikle büyük şehirlerde görünür olan patolojiler üretiyorsa, bu patolojiler de onları bastırmaya ve örtmeye çalışan medeniyet kabuğunu parçalamakla tehdit ediyorlardır. Dolayısıyla kaygı, modernlik ve şehrin patolojik etkilerine dair çok daha genel bir kaygıdır. Doğrudan bir işçi ve yoksul sınıfı ayaklanması ya da suçlu sınıfın bütün asayişi bozma, devlete tehdit teşkil edecek bir kaos yaratma ihtimali 1880’li yıllarda artık yüzyıl başında olduğu kadar doğrudan bir tehdit olarak kavranmazken bu sefer de doğrudan bir çarpışmanın yerini kalıtımın, biyolojinin, evrimin, organik ve toplumsal bedenin gizli yasaları doldurmuştur. Doğrudan yıkıcı bir tehdit yaratmayan şey, büyük kentlerin ve modernitenin yarattığı sağlıklı olanı da bozan patojenik ortam vasıtasıyla uzun vadeli tefessüh ve dejenerasyonla medeniyeti aşındırmakta, içten içe kemirmektedir.
Tıpkı Maudsley’nin teorisinde olduğu gibi Dr. Jekyll ve Bay Hyde, kişiyi tehdit eden bir kalıtımsal bozulma teorisini, toplumun tamamını tehdit eden bir evrimsel regresyon görüşüyle bir araya getirir. Dr. Jekyll’ın ve dostu Utterson’ın defaatle belirttiği gibi Bay Hyde, onun içinde belki karanlık bir geçmişin belki de kalıtsal bir problemin neticesi olarak hâlihazırda zaten mevcuttur. “Gizli bir bellek” Dr. Jekyll’ın muteber, herkes için özenilesi hayatında yüzeyin altında “eski bir günahın hayaleti, gizlenmiş bir yüz karasının kötücül uru” olarak çalışmaya devam eder. “Bellekte yitip gittikten ve kendine duyduğu sevgi kabahati örtbas ettikten yıllar sonra ceza ağır aksak da olsa peşinden” gelir. İçindeki çatışma, onun bedensel dürtülerini bastırma konusunda takındığı şedit tavır sebebiyle derinleşir. Burada Stevenson’ın anlatısı oto-biyografik bir ton da kazanır. “Yöneldiği yüce amaçlar” için zevk aldığı şeyleri “marazi bir utanç duygusuyla” gizler Dr. Jekyll, fakat bu sadece “tutkularının dayatıcılığını” arttırır. Maudsley’e göre ahlak duygusu evrimsel gelişmenin bir ürünüdür ve vicdanla beraber evrimin geç bir aşamasında ortaya çıkıp kalıtsal biçimde nesilden nesile devretmektedir.
Fakat bir hastalık, kişinin zihinsel yapısına isabet ettiğinde ilk etkilenecek şey de iyiyle kötüyü ayırt etmeye imkân tanıyan bu ahlak duygusudur.10 Dolayısıyla görünürdeki ahlaki yücelik, diğerkâmlık, hayırseverlik kişinin derindeki kötücül güçlerin dizginlerini tutma imkânı zayıfladığı anda bu saldırı altında hızla çözülüp gidecek kadar güçsüz ve kırılgandır.
Bu görüş, Viktorya döneminde üst orta sınıfa ait kimselerin görünür saygınlığı ve normalliği altında yatan şeyler konusunda giderek artan kuşkuyla da çakışır. Kötülük içselleşmiş, her yere ve herkese yayılmıştır. Lombroso’nun, Lacassagne’nin ya da Maudsley’in söylemi suçu iyi ve kötü arasındaki ahlaki bir tercih olmaktan çıkarıp doğallaştırırken bir yandan “suçlu insan”ı normal nüfustan tamamen izole etmişler, öte yandansa uzun vadede tehlikeliliğin ve suçluluğun, kısacası patolojik durumun farklı farklı derecelerle de olsa herkeste mevcut olan bir imkân olduğunu ima ederek suçluluk ve masumluk, tehlikelilik ve saygınlık, kısacası normal ve anormal arasındaki sınırın da silikleşmesine sebep olmuşlardır.11 Böylece herkes, Dr. Jekyll gibi en saygın, toplum nezdinde en muteber kişiler bile (hatta en önce onlar) her an harekete geçmeye hazır yaygın bir patolojik durumdan nasiplerini almakta, belki Viktorya dönemi ahlakının tersinden bir gösterge olduğu biçimiyle, onu zorlukla zapt etmektedir.
Fakat yukarıda işaret ettiğimiz gibi bu yalnızca teker teker kişilere isabet eden bir musibet değildir. Aynı zamanda toplumsal sağlığı, toplumun kaderini ve geleceğini masaya süren bir tehdittir. Nasıl toplumun görünürde en saygın kesimi bir yanıyla bu tür tehditlere en açık kesimse, gene Spencer ve Maudsley’nin ifade ettiği üzere “medeniyetin” aşırı gururunu yalancı çıkaracak biçimde en gelişmiş toplumlar da içlerinde barındırdıkları, hatta modernlikle birlikte kendilerinin ürettikleri ve büyük şehirlerde biriktirdikleri bozucu etkilere en açık toplumlardır. Dejenerasyon yukarıdan aşağıya doğru da ortaya çıkabilir. Dolayısıyla en gelişmiş ülkeler ve sınıfların, yani evrimin en üstün ürünlerinin çöküşü en önce gerçekleşebilir. 12
Hyde’ın işlediği korkunç cinayetin ardından onun peşine düştüklerinde Utterson ve polis komiserinin vardığı yer de Spencer ve Maudsley tarafından problematize edilen türden bir dejenerasyon yuvası, modernlik, sanayileşme ve şehirleşme süreçlerinin atıklarının biriktiği bir mekândır. Hyde’ın evi Londra’nın Soho semtinde, “çamurlu yolları, gelip geçen kılıksız insanları”yla “karabasanlara boğulmuş bir kentin” alt (tehlikeli) sınıflara ait bir mahallesindedir. Soho, 19. yüzyılın ortasında, bir kolera salgınının (salgın hastalıklar toplumsal bedenin sağlığını radikal bir şekilde bozduğu, üstüne kalıtsal etkiler de bıraktığı için dejenerasyonun önemli müsebbiplerinden ve aynı zamanda da göstergelerinden biri olarak görülmüştür) semti ciddi bir şekilde etkilemesiyle birlikte, orada yaşayan aristokrat sınıfı tarafından alt sınıflara, bir suç ve sefahat merkezi olmak üzere terk edilmiştir. Utterson ve komiserin karşısına çıkan da pislikten geçilmeyen bir sokak, bir koltuk meyhanesi, ucuz bir aşevi, kapı aralarında toplaşmış perişan kılıklı çocuklar, her milletten bir sürü kadından oluşan “yabani” bir ortamdır. Bu görüntü şehri örten sisin kısa bir an aralanmasıyla kendisini gösterir ve tekrar sisin çökmesiyle birlikte gene gözden kaybolur. Dolayısıyla “suçlu insan”ın, dejenere tipin, anormalin örneği olan Hyde, yalnızca Dr. Jekyll’ın içinde yaşamaz, o dönemin İngiliz toplumunun, “karabasanlara boğulmuş” Londra’sının da içinde, zayıf bir sis perdesinin ardında, ortaya çıkmayı ve bütün toplum sathına yayılmayı bekleyerek yaşamını sürdürür. Fakat dejenerasyon ve suçlu sınıflar korkusu özünde politik bir problemi, depolitize edip biyolojik terimlere tercüme edilmesini sağlar.
Stevenson, Bay Hyde karakterinde katışıksız saf bir kötülüğün insan suretinde cisimleşmesini hayal etmeye çalışır, fakat hayal edilen kötülük saf ve katışıksız olmaktan son derece uzak, suçun ve kötülüğün toplumsal olarak belli bir zamanla kayıtlı tahayyül ve düşünülme biçimleriyle kaçınılmaz bir şekilde iç içe geçmiş ve onlar tarafından belirlenmiştir. Görünüşte insan doğasındaki kötü ve iyi boyutların birbirinden keskin bir şekilde ayrılması çabasının tehlikeleri karşısında bizi uyarmaya çalışan, bu ayırma çabasının da iki yüzlülüğünden dem vuran bir hikâye kötücül bir insan doğası tahayyül etmeye çalıştıkça toplumsal felaketlere dair tahayyüllerin yarattığı parazit görüntüye karışır. Bay Hyde, insanın tüylerini diken diken eden havası, soğukkanlı -neredeyse kayıtsızcaniliğine rağmen bize en önce şunu gösterir: Kötülüğü saf bir biçimde düşünmek mümkün değildir. O hemen ve kaçınılmaz olarak toplumsal korku ve kaygıların üzerine yansıtıldığı bir kanvasa dönüşür.
1. Robert Louis Stevenson, Dr. Jekyll ile Bay Hyde, İstanbul 2020, s.15 (bundan sonra metin içinde yalnızca sayfa numarasıyla atıf yapılacaktır.)
2. Aktaran, Daniel Pick, Faces of Degeneration-A European Disorder, c.1848- c. 1918, New York 1996, s.182
3. Marie-Christine Leps, Apprehending the Criminal– The Production of Deviance in Nineteenth-Century Discourse, Durham ve Londra 1992, s. 205
4. Cesare Lombroso, Criminal Man, Durham ve Londra 2006, s.188
5. A.g.e. s. 192
6. Nicole Rafter, Chad Posick ve Micheal Rocque. The Criminal Brain-Understanding Biological Theories of Crime, New York 2016, s.72-73.
7. Pick, s.206.
8. A.g.e. s.208
9. A.g.e., s.209
10. Rafter vd., s.110-111.
11. Martin J. Wiener, Reconstructing the Criminal – Culture, Law and Policy in England 1830-1914, Cambridge 1994, s.253
12. Pick, s.210
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.