Mehmet Atik Bilimer’in hayatı: Erzurum’dan İstanbul’a uzanan bir hatıra yolculuğu
Ömrünün hazan mevsimine çalan zamanlarında tanıdım Mehmet Atik Bilimer Bey’i.Hazan yaprakları bir bir dökülürken, bir namaz sonrası caminin müezzini olarak buyuredildiğim evde, Atik Bey tarafından, onun has bir evladı muamelesi ile karşılanmıştım veAtik Bey, ömrünün sonuna kadar da beni evladı bilmişti.
Ömrünün hazan mevsimine çalan zamanlarında tanıdım Mehmet Atik Bilimer Bey’i. Hazan yaprakları bir bir dökülürken, bir namaz sonrası caminin müezzini olarak buyur edildiğim evde, Atik Bey tarafından, onun has bir evladı muamelesi ile karşılanmıştım ve Atik Bey, ömrünün sonuna kadar da beni evladı bilmişti.
2003 yılında Beşiktaş’ta asude bir Şazeli tekkesi olan Ertuğrul Tekke Camii’ne Kırşehir’den gelip vazifeye başlayınca zaten vakit namazlarında cemaati çok olmayan tekke/caminin tarihine ve Şeyh Zâfir Efendi’ye merak salıp, bu mekânla ile ilgili araştırma yapmaya koyuldum. Umumiyetle cumalarda cemaatin kalabalık olduğu Ertuğrul Tekke Camii’nde dikkat çekici birkaç sima tanıdım. Ancak bunlardan İstanbul yıllarımda en belirgin iz bırakanı Mehmet Atik Bilimer olmuştur. 90 yaşlarında olan bu zatın cuma öncesi gayet özenli, beyaz gömlek ve kol düğmeleri ile tamamlanmış, takım elbisesi ile arz-ı endâm etmesi dikkatimi çekiyordu.
Namaz öncesi selamlaşıp konuştuğumuz gibi, namaz sonraları da bana kimi zaman nasihatvâri, kimi zaman da bir sohbetin gereği konuşur, dünle bugünü kıyas yapar, söyleyeceğini evladına söylüyor gibi bir rahatlıkla söylerdi. İstanbul adab ve erkânını henüz bilmesem de hürmette kusur etmemeye gayret ederdim. Atik Bey’in yaşının ve tecrübelerinin büyüklüğünü ise evlerine misafir olup, kendisi ile uzun soluklu konuşmalar yaptığım zaman anlayacaktım.
Cihannüma Mahallesi, Muhtar-ı Evvel Sokağı’nın başından Beşiktaş’ın meşhur Serencebey Yokuşu’nu tırmanırken Ertuğrul Tekke Camii’nin görüldüğü düzlükte bir binanın 4. katında balkonda oturan iki sevimli ihtiyar, “Kâmil evladım, namazdan sonra gel, bekliyoruz” diye seslenirlerdi. Rahmetli Nuriye Teyze ve rahmetli Atik Amca’nın seslenişindeki samimiyet ve içtenlikli daveti beni onların evine yönelmeye mecbur ederdi. Namaz sonrası kapılarını çalar, çoğunlukla ikindi çayı ve beraberinde ikram edilen kurabiyelerle beraber hoş bir sohbet başlayıverirdi.
Hep Atik Amca konuşsun, ben dinleyeyim isterdim. Yakın tarihin ancak kitaplarda okuduğumuz pek çok siması ile yolu kesişmiş, bir arada bulunmuş olan Atik Bey meraklı birisini bulmanın verdiği iştiyakla anlatıyor, anlatıyordu. Bugüne dair gündelik siyasete girdiği vakit ise sözü bir anda kılıç mesabesinde vazife görüyordu. O yüzden hiç bugüne dair bir şey konuşulsun istemezdim. Çoğu zaman Osmanlı ile Cumhuriyet arasına sıkışıp kalmış tamamlanmamış yorumları da ihtiva ederdi bu konuşmalar...
Erzurum’dan İstanbul’a; Bilimer ailesinin hikâyesi
Erzurumlu bir aile ferdi olarak Fatma Zehra ve Ahmet Zühdi Bilimer’in evlatları olarak 26.03.1917 tarihinde dünyaya gelen Mehmet Atik Bey, Atik isminin menşeinin de Kur’an-ı Kerim olduğunu söylerdi. Dedesi Hocazade Hacı Mehmet Sabit Efendi, İzmir paye-i mücerret rütbeli bir müftidir. Atik Bilimer’in babası harbiye subayı olan Ahmet Zühdi Bilimer’dir. Baba Ahmet Zühdi o dönemde yaşanan Ermeni olaylarının da tanığıdır. Annesinin babası Yusuf Ziya Paşa da Sultan Abdülhamid’in başdoktorudur. Kabataş ve Şişli Terakki liselerini 1938 yılında tamamlayan Atik Bey, babasının ve amcasının mesleği gibi askerliği tercih etmiş 1939 senesinde Kara Harp Okulu’na girerek süvariliğe intisap etmiş. 1953 yılına kadar bu vazifesini ifa ederken bu tarihte talihsiz bir beyan ve iftira sonucu ordudan ayrılmak durumunda kalmış. Bundan sonraki hayatı farklı fabrikalarda yöneticilikle geçmiş.
Bilimer ailesinden bir diğer tanıdık sima ise Emekli Kurmay Albay, İlim Yayma Cemiyeti kurucusu Vehbi Bilimer’dir. Vehbi Bey ise Atik Bey’in amcasıdır. Amcasının zor zamanda yaptıkları da sohbetlerimizin konusu olmuştu.
Yine Ankara Erkek Lisesi edebiyat öğretmeni iken 28 yaşında hayatını kaybeden şair Abdurrahman Hamit Bilimer ise şiirleri bir kısmı hayatta iken bestelenmiş ancak bugün başka isimlere atfedilerek okunan, dönemin büyük şairlerinden birisi olmaya namzet isimdir. Atik Bey’in şair ruhlu olmasında amcasının da büyük payı vardır.
Edebiyat ve klasik Türk müziğine büyük bir meyli olan Atik Bey’in de bir kitap tutarında yayımlanmamış şiirleri ve bestelenmiş bir güftesi de vardı. Konuşmalarımızda kimi zaman 1930’lı yıllardan hâlâ dün gibi hafızasında sakladığı şiirleri okurdu.
Hayatı bir asker disiplininde devam etmişti. Ayakta kalacak kadar yemek yer, namazlarını düzenli kılar ve her gün düzenli Kur’an okurdu. Her gün sabah namazlarından sonra mutad yürüyüş yapardı. Bir gün beni de bu yürüşe dâhil etmişti. Sağlığı konusunda doktorlar, “Senin kalbin 18 yaşında bir gencin kalbi gibi sağlam” demişlerdi ve hiçbir sağlık problemi de yaşamamıştı.
Baba dostu Kazım Karabekir ve birkaç hatıra…
Atik Bey’le uzun süren sohbetlerimizde kırık dökük parça parça hayatından kareler yer alırdı. Kolay değil 90 yaşını aşmış bu insanın, bir de karşısında kendisini dinleyecek meraklı bir genç bulmuş iken her şeyi anlatmak istemesi gayet doğaldı. Babasının Kazım Karabekir ile olan dostluğu benim için dikkate değer sahnelerden birisi idi.
Karabekir Paşa ile ilk defa mülaki olması babasının ona verdiği bir vazife dolayısıyladır. 1926 yılında “İzmir suikastı” adıyla tertip edilen suikast teşebbüsü dolayısıyla Kazım Karabekir Paşa da yargılanır ancak tahliye edilir. Köşküne çekilmiştir ancak kapısında inzibatların nezaretinde göz hapsi devam etmektedir. Köşkünde geçirdiği zor zamanlarda ona destek olan birkaç kişiden biridir Zühtü Sabit Bey ve Vehbi Bey. Zühtü Bey oğluna talimat verir:
“Feneryolu, No 1. Buraya git bu zarfı Paşa’ya ver.” Atik Bey henüz Harbiye talebesidir. Ve askerî öğrenci kıyafetiyle, doğruca verilen adrese gidip Karabekir Paşa’nın kapısını çalar. Evin etrafı askerlerle çevrilidir. Kapıyı paşanın büyük kızı açmıştır. “Buyrun” der, Atik Bey’e. Atik Bey de, “Paşa Hazretleri’ni görmek istiyorum, acaba misafir ederler mi?” der. İçeriden bir erkek sesi gelmektedir: “Kimdir o?” diye seslenir. Atik Bey de, “Erzurumlu Zühtü’nün oğlu” der. Karabekir Paşa kızına, “Al içeri, o benim yeğenim” der. Bundan sonra ise Paşa, Zühtü Bey’in mahdumu Atik Bey’in hâlini hatırını sorar. Atik Bey de babasının selamı ile kendisine kabarık bir zarf uzatır. Paşa, “İçinde ne var?” deyince, “Efendim babam zarfın ağzını kapatıp verdi. Bilmiyorum” der Atik Bey. Emanet yerine ulaşmıştır. Yıllar sonra Atik Bey’in yolu Paşa ile yine kesişecektir.
1946 yılında baba dostu Kazım Karabekir’e bu kez 3 gün emir subaylığı yapmıştır. Bir hayli duygulu sahnenin yer aldığı hatırasını Atik Bey, aldığım ses kayıtlarında şöyle anlatmıştı:
Çorlu’da süvari birliğinde teğmen olarak vazife yapıyordum. Bir şifre ulaştı. Gönderen kişi Kazım Karabekir Paşa idi. Paşa pusulada, “Yarın oradayım. Öğlen yemeğini Çorlu’da, Akşam yemeğini ise Edirne’de yiyeceğim” demekteydi.
Karabekir Paşa Edirne’ye Kırkpınar güreşlerini izlemek için yola çıkmıştı. Yolda Çorlu Süvari Tümeni’ni ziyaret edecekti. Nihayet misafirler Çorlu’ya intikal ettiler. İki araba gelmişlerdi. İlk arabada doktoru, eşi, büyük kızı ve şoför vardı. İkinci arabada ise yaveri ve bir kişi daha vardı. Karabekir Paşa o tarihte Türkiye Büyük Millet Meclis Başkanı’ydı. Ben de aynı zamanda Orduevi Başkanlığı yapmaktaydım. Karabekir Paşa için yemek hazırlattık. O çevrede tavuk bulmak çok zordu. Köylere indiğimiz vakit kimse tavuk vermiyordu. Bir şekilde köyden tavuk temin ettik. İki çeşit yemek hazırlandı ve ben de hazırlanan yemeğe nezaret ediyordum. Karabekir Paşa ve misafirler yemeğe geçtiler. Bu esnada Paşa, sürekli benim gözlerimin içine bakmaktaydı. Sonra bana dönüp:
“Teğmenim insanlar büyüyüp yaşlandıkça her şeyi değişir. Yalnız değişmeyen gözdür. Bu gözler bana yabancı değil, bu gözleri ben daha evvel gördüm” dedi.
Bunun üzerine ben de, “Paşam ben Erzurumlu Zühtü’nün oğluyum, zat-ı âlinizin konağına gelmiştim” dedim. Hemen yemekten kalktı. Geldi bana sarıldı ve eşine, “Hanım, bu bizim Zühtü’nün oğlu” dedi. Orada generalin ve genel kurmay başkanının yanında iken şunları da söyledi: “Ben nezaret altında, hapis hayatı yaşıyordum. Resmî hapiste değildim ama ev hapsine alınmıştım. Bana maaş falan vermiyorlardı. Bana bunun babası ve amcası (Vehbi) bakmıştı.”
“Hatırlıyorsun değil mi bana bir gün kalın bir zarf getirmiştin. İçinde ne vardı biliyor musun?” dedi. Ben de, “Efendim, babam zarfı kapatıp verdi. İçinde ne olduğunu bilmiyorum” dedim. Meğerse götürdüğüm içi para dolu bir zarf imiş. Zor zamanda iki dostu ona kol kanat germekte imiş.
Daha sonra Paşa beni emir subayı yaparak yanında gelmemi istedi. Ve üç gün Edirne’de kaldık. Kırkpınar güreşlerini izledik. Paşa, Vali’ye sordu: “Bizi nerede misafir edeceksin?” Vali de, “Sizi ve eşinizi valilikte bir odada ağırlayacağız. Yaveriniz ve doktorunuz ise otelde konaklayacaklar” deyince Paşa, “Yaver kim?” dedi. Vali de “İşte burada” dedi. Paşa bunun üzerine, “O, yaverim değil, benim yeğenim” dedi. “O nereye yatacaksa ben de oraya yatacağım” dedi. Bunun üzerine biz de Paşa’nın yanında valilikte misafir edildik.”
Paşa ile üç gün süren Edirne seyahati sonrası Atik Bey Çorlu’ya birliğine dönecektir. Çorlu’ya varılır. Karabekir Paşa bu kez askerî birlikte komutan Abdülkadir Paşa’dan izin ister. Atik Bey’i babasına götürüp, Zühtü Bey’le uzun yılların hasretini gidermek derdindedir. Nihayet izin alınır ve İstanbul Beşiktaş’ta Akaretler Caddesi’ni devam eden Valide Çeşme Sokağı’nda yer alan Bilimer ailesinin konağının önüne gelinir. Atik Bey, kapıyı çalar. Kapıyı Ayşe Hanım (kız kardeş) açar. “Babam evde mi?” sorusuna, “Evet” cevabını alınca “Koş, babamı çağır, Karabekir Paşa geldi, haber ver” der. Atik Bey o anları “Biz içeri girerken babam 18 basamaklı merdiveni pijaması ve robdöşambır ile nasıl indi bilmiyorum. İner inmez birbirlerine sarıldılar. İki yaşlı insanın gözyaşlarının nasıl olduğuna ilk defa o zaman şahit oldum” der.
Kahveler içilmiştir. Karabekir Paşa, “Zühtü, ben sana Deli Zühtü derdim. Sen hakikaten deli imişsin. Oğlanı resmî Harbiyeli kıyafeti ile yanıma gönderiyorsun” dedi. Bir müddet sohbet edilir ve Paşa evden ayrılır. Atik Bey, o günkü buluşmadan sonra “Ne babam ne de ben Paşa ile görüşebildik” kaydını da düşmüş idi.
Asker, siyasetçi, yazar: Zühdi Sabit Bilimer
Atik Bey babası ile ilgili pek çok hususiyeti de aktarmıştı. Bunlardan birisi 30 Eylül 1949 tarihinde kurulan Toprak Emlak ve Serbest Teşebbüs Partisi’nin kurucuları ve yöneticileri arasında olduğu idi. Hatta elindeki parti kurucularının yer aldığı tek fotoğrafı da bana vermişti
- Ayrıca Zühdi Sabit Bilimer’in bir özelliği de Cumhuriyet döneminde yazılmış ilk din kitaplarından birisi olan Müslüman Türklerin Din Kitabı’nın (A. Halit Kitap Evi, Tan Matbaası, 1936, 56 s.) yazarı olması idi. Atik Bey babasının bu emanetini isimli fotokopi ile sürekli çoğaltıp hediye etmekte idi.
Kayıp sandık ve kurtarılan birkaç kare fotoğraf
Bir sandıkta muhafaza ettiği okul yıllarına ait vesika, belge, evrak ve fotoğrafları bir gün açıp tek tek anlatarak benimle paylaşmıştı. Ancak ne hazindir ki aileye sonradan dâhil olan ve Atik Bey’in ömrünün son demlerinde yaşadığı unutkanlığını fırsat bilen bir karı koca sandığı bir şekilde kaybetmişti. Sandığın kaybolması Atik Bey’de büyük bir hüzün yaratmıştı. Kim bilir hangi ellere geçti, kimlere satıldı…
Şükür ki elde kalan fotoğrafları taratıp, hicaz makamında “Enginden yavaş yavaş günün minesi soldu” isimli eser eşliğinde video yapmış ve CD olarak kendisine vermiştim. Atik Amca’nın mazi ile arasında bir perde gibi inen ve “gittikçe artan yalnızlığını” belki de en anlamlı bu dizeler dile getiriyordu:
- Enginde yavaş yavaş / Günün minesi soldu
- Derdim bana arkadaş / Bugün de akşam oldu
- Gölgeler indi suya / Kuşlar vardı uykuya
- Gurbeti duya duya / Bugün de akşam oldu
- Su uyur fısıldaşır / Gider yâre ulaşır
- Yolcu yolda yaraşır / Bu gün de akşam oldu
- Gittikçe artan yalnızlık ve mukadder olan ufûl…
2008 yılının ağustos ayında üçüncü eşi (ilk eşi vefat etmiş, ikinci eşinden boşanmıştı) olan Nuriye Hanım teyzeyi 86 yaşında iken kaybetmiş ve Merkez Efendi Mezarlığı’na defnetmiştik. Bir süre evinde yalnız kaldı ancak yalnızlık dönemlerinde sadece telefonla hâlini hatrını sorabildim. Nihayet “Artık masa sandalyelerle konuşmaya başlamıştım” dediği vakitlerde Almanya’da yaşayan iki oğlu gelip babalarını Kartal’da bir bakım evine yerleştirdiler. Ankara’da iken oğlundan aldığım telefonla Atik Bey’in vefat ettiği haberini aldım.
96 yıllık ahir ömrünü bana kalırsa sıkıntı, elem ve kederden uzak, huzurla 7.10.2011 tarihinde noktaladı. Şakirin Camii’nden kaldırılan cenazesi Karacaahmet Mezarlığı’nda aile kabristanına babasının yanı başına defnedildi.
İlk ve son güfte
Mehmet Atik Bey, hayatta iken Osman Nuri Özpekel tarafından acemaşiran makamında bestelenen ve TRT repertuvarına giren şiirinde şöyle diyordu:
- Mızrap vurarak fecri ağartsam çok olur mu?
- Sazımda senin şarkın için tel yok olur mu?
- Sen ruhumu da besteledin tatlı sesinle
- Sazımda senin şarkın için tel yok olur mu?
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.