Mehmet Emin Balcı: Geleneksel dediğimiz bazı şeyler, modernleşmenin ürünü

KÜBRA KURUALİ YAŞAR
Abone Ol

Her alanda kadınların ezilmişliğini konuştuğumuz bir dünyada erkeklerin de ezildiğini hiç düşündünüz mü? Geçmiş ve gelecek arasında kalan bugünün erkekleri oğul, baba, eş olmanın yanı sıra birey olmayla ilgili de dikkat çekici bir değişim ve dönüşüm geçiriyor. Bu doğrultuda Türkiye’de ve dünyada son yıllarda erkek ve erkeklikle ilgili çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmaları daha iyi anlamak için İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Mehmet Emin Balcı ile konuştuk.

1980’li yıllardan bu yana erkeklik çalışmalarının yapıldığını görüyoruz. Nedense henüz kadın çalışmaları kadar görünür değil. Gerçekten böyle mi?

Türkiye’de, dünyada olduğu gibi, erkeklik çalışmaları kadın çalışmalarının güdümünde ortaya çıkmıştır. Daha çok kadın hikâyesinin bir alt kategorisi olarak düşünülür.

Aslına bakılırsa erkeklik ya da kadınlık kategorileri, doğal birer durum olmanın yanında toplumsal-tarihsel bir yeniden üretimin de sonucudur.

Hâliyle modernliğin yaşattığı ve bizzat onun yaşadığı değişimler de kadınlık veya erkeklikten başka şeylerin anlaşılmasına sebep olacaktı.

Üstelik bu anlam çok doğalmış, tarih boyunca hep öyleymiş izlenimi uyandırmasına rağmen…

1960’lı yıllarla birlikte ortaya çıkan geç modern dönemde (bazıları buna postmodern ya da post-endüstriyel der) modernliğin yaklaşık üç dört yüzyıllık bir sürede inşa ettiği rol kalıplarında bir çözülme meydana geldi.

Mehmet Emin Balcı

Çünkü her ne kadar birey vurgusu yapılsa da klasik modernite aslında aile merkezinde örgütlenmişti. Kapitalist ilişkiler ailevi ilişkilere eklemlenerek ortaya çıkıyordu. Bu önemli nokta genelde tarihsel olarak atlanıyor.

Kapitalizm, yeni toplumsal ilişkileri piyasa mantığına uygun şekilde düzenlemek için paternalizmden yararlandı.

Gündelik dilde bazen bütünüyle benimsediğimiz “Home sweet home” gibi ev güzellemeleri veya aile güzellemeleri aslında bu durumun uzantılarıdır.

Geniş aileden çekirdek aileye geçiş, yavaş yavaş insanların bireyselleşeceğine dair bir beklenti değil, modern iş bölümünün aşırı parçalayıcılığı karşısında muhafazakâr bir tedbirdi.

Gündelik dilde bazen bütünüyle benimsediğimiz “Home sweet home” gibi ev güzellemeleri veya aile güzellemeleri aslında bu durumun uzantılarıdır.

Anne-baba, kadın-erkek, çocuk-genç gibi cinsiyet ve rol kalıpları bu yeniden üretim meselesinden devraldığımız şeyler. Bu durum genelde “Birey geldi, aileyi çözdü” ya da “Toplum vs. Birey” şeklindeki kötü formüllerle özetlenmeye çalışılıyor. Fakat öyle bir hikâye değil.

Nasıl bir hikâye?

Kapitalizmin 19. yy.da zirve yaptığı zamanı düşünelim. O yıllar aynı zamanda çekirdek ailenin zirve yaptığı bir zamandı. 1960’lar ise modern kurumların üzerinde yükseldiği değer ve kategorilerin çözülmeye başladığı bir süreçti. Erkek/kadın/gençlik çalışmaları, post kolonyal çalışmalar bir anlamda modernliğin kendini temel aldığı kategorilerdeki bir antitez olarak ortaya çıkıyor.

Kapitalizm kendini erkeklik ya da aile, beyaz adam ya da olgunluk üzerinden kurduğunda bu kategorilerin dışarıda bıraktığı radikal bir karşı eleştiri üretiyor. Beyaz adamın karşıtı olarak sitemin dışında bırakılan siyah isyan devreye giriyor.

Kapitalizm kendini erkeklik ya da aile, beyaz adam ya da olgunluk üzerinden kurduğunda bu kategorilerin dışarıda bıraktığı radikal bir karşı eleştiri üretiyor. Beyaz adamın karşıtı olarak sitemin dışında bırakılan siyah isyan devreye giriyor.

Olgun dediğinizde karşıtı olan gençlik devreye giriyor. Bütün işlerinizi ve işlemlerini erkek özne üzerinden gördüğünüz için sistem bir krize girdiğinde belki de en güçlü eleştirel söylemlerden biri olarak feminizm, kadınlık kategorisini tartışmaya açıyor. Bu hikâyelerdeki toplumsal kategorilerin hiçbiri birer veri değil.

En azından sosyolojik olarak azalan ya da artan, dış faktörlerin onları çoğalttığı ya da eksilttiği bir şey değil. Aslında bir gerilim var, hem karşıt kategoriler arasında hem de toplumsal yapının kendisiyle.

O zaman “erkeklik çalışmaları” kendini feminizm üzerinden tanımlıyor diyebilir miyiz?

Cinsiyet sahibi olmanın aslında nasıl bir iktidar mekanizması içinde türetildiğini bulmak önemli. Bu anlamda cinsiyeti bir veri değil de tarihsel ya da söylemsel bir inşa olarak düşünme meselesi kadınlığın kendini erkekliğin bir antitezi olarak tanımlamasıyla mümkün oldu.

Örneğin, Simone de Beauvoir İkinci Cins kitabında insanlığın asli cinsiyetinin kadın olduğunu ileri sürer. Hegelci efendi-köle ilişkisini cinsiyete aktararak kadının erkekte olmayanların bir toplamı, bir negatif kategori olduğunu belirtir. Yani kadın özerk bir varlık değildir.

Simone de Beauvoir

Erkek kadına referansla değil, kadın erkeğe referansla tanımlanır ve farklılaştırılır. Kadın rastlantısal olandır, özsel olana karşıt özsel olmayandır.

Erkek öznedir (ben), mutlak olandır, kadın ise öteki cinstir. Buradaki asıl mesele aşkın bir erkeklik vurgusunun yönlendirdiği örtük kabulleri fark edip kadın üzerine düşünmekti. Sonrasında ise gerek dünyada gerek Türkiye’de bu düşünüm sürecinin odağına somut erkeklik durumlarına odaklanan çalışmalar yerleşti.

“Kadın çalışması” denilince aklımıza hemen kadına yönelik şiddet, çalışıp çalışamayacağı, kürtaj, bir dönem Türkiye için başörtüsü gibi kamusal şeyler geliyor. Fakat “erkek çalışması” başlığı hemen bir çağrışım yapmıyor.

Geleneksel aile ilişkileri ve kadının pozisyonu, kadın-erkek çatışması, erkek egemen bir gelenek ve kurban veya mağdur olarak kadın, kadın çalışmalarının ortalama söylemini oluşturuyor.

Aslında erkeklik çalışmalarının temel söylemini de benzer bir eksen takip ediyor. Özellikle kadın çalışmalarında kullanıldığı gibi travma kavramı öne çıkıyor.

Nasıl yani, erkeklerin mağdur olduğu bir travma mı?

Çok basitleştirerek söyleyeceğim: Erkekler kadınları mağdur ediyor, gelenek de erkekleri mağdur ediyor. Olaylar böyle bir ilişki içinde ilerliyor.

Çok basitleştirerek söyleyeceğim: Erkekler kadınları mağdur ediyor, gelenek de erkekleri mağdur ediyor. Olaylar böyle bir ilişki içinde ilerliyor.

Geleneksel rolleri icra etmeye, birisi olmaya zorlanan, bu zorlama içinde de kendi hikâyesini, öznelliğini, bireyselliğini kaybetmiş tiplerin ortaya çıktığı ileri sürülüyor.

Bu söylem yalnız erkekliğe değil, bireysel kimlik hikâyelerinin hepsine uyarlanabilir. Bir İslamcının da öyküsü olabilir, bir veganın ya da bir hayvan hakları savunucusunun da…

Daha anlaşılır olması için bir çalışma üzerinden, örnek vererek devam edebilir miyiz?

Yapılan çalışmalardan bir tanesi Hovarda Âlemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik. Aslında meyhaneci babasına küçük yaşlardan itibaren yardım eden bir oğulun gözlemlerine dayalı ilgi çekici bir çalışma. Küçük bir taşra kasabasında meyhaneden gazinoya geçiş sürecini anlatıyor.

Bu da ister istemez ortaya testosteron kokan bir öykü çıkarıyor. Çalışmada erkeklik kavramını, pavyondaki insanların çaresizliğini, bitkinliğini, kadınlarla ya da parayla olan ilişkilerini komplikasyona dönüşmüş bir şekilde görüyoruz.

Söylemi oluşturduğunuz zaman bu söyleme mahrumiyetleri, ezilmişliği, kurban hâlindeki erkekleri de oturtmuş oluyorsunuz. Benzer bir öyküyü Erkeklik Ofsayta Düşünce isimli eşcinsel bir futbol hakeminin hayatını anlatan çalışmada görebiliyoruz.

Kadınlık, inşa, erkeklik, sömürü, travma, eşcinsellik… Akademik söylem aynı başlıklar etrafında mı dönüyor?

Evet, genellikle böyle bir kavramsal dağarcık var. Bu dağarcığın da temelinde, geç modern kültürün beslediği narsist bir yönelim var. Ben, söylemsel olarak dokunulmaz; tarihten, zamandan, mekândan, diğerleriyle ilişkilerden etkilenmez bir öz olarak kabul ediliyor. Bu erkeklik ve kadınlık çalışmalarının özellikle Türkiye’deki versiyonlarının özünü oluşturuyor.

Ne zaman ki rollerin bir öz değil; bir ilişki, bir diyalektik, tarihsel olarak dönüşen ve devam eden bir şey olduğunu, aktarılabildiğini ve revize edilebildiğini anlayacağız -ki bu dört başı mamur bir anlama hiçbir zaman olmayacak-, o zaman bunları bu şekilde konuşmayı bırakacağız. Anlamak sürecin içinde olan bir şey çünkü...

Bazı şeylerimiz gündemden düştüğü zaman artık öyle bir konu olmayacak. “İş bölümünde erkekler mutfağa girsinler mi, girmesinler mi?” Bu soru olmaktan çıktığı zaman artık erkek ve kadın rolleri değişimi tamamlanmış olacak.

Bazı şeylerimiz gündemden düştüğü zaman artık öyle bir konu olmayacak. “İş bölümünde erkekler mutfağa girsinler mi, girmesinler mi?” Bu soru olmaktan çıktığı zaman artık erkek ve kadın rolleri değişimi tamamlanmış olacak.

Erkekler geleneksel rollerinden vazgeçtiklerinde, daha doğrusu vazgeçtiklerinin tespitinden de vazgeçildiğinde, kadınlar geleneksel rollerini devam ettirme üzüntüsünden, vicdanından vazgeçtiklerinde artık başka modellerin tartışmalarına girmiş olacağız.

Biz şu an, önümüzde bir ton bagaj olduğundan oraya giremiyoruz. Zihnimizdeki kadın-erkek idealini savunmaktan bunları göremiyoruz.

Zihnimdeki kadın idealini savunmaktan kendimi alamayacağım. Tabii ki iş bölümünde erkekler mutfağa girsin :). Geleneğin kadınları ezdiğini düşünüyorum, erkeği ezdiğine ikna olamadım henüz.

Çünkü egemen öznelik payesini erkeğe vererek düşünüyorsunuz. Elimizde iki kategori var: ezen-ezilen, muktedir-mazlum. Bunlardan bir tanesine iyi, diğerine kötü diyeceğiz. Birini yukarıya diğerini aşağıya koyacağız.

Kadınların bu ilişki durumlarında geride kaldığı da ortada. Aileye eklemlenmiş kapitalist-modern ilişkiler, bir tarafı diğer kategoriye göre daha avantajlı kılıyor.

Bu avantajı, bilinçli veya değil, devam ettiren kurumsallaşmış bir iş bölümü oluşturuyor. Böyle baktığımızda kadınların oyuna ciddi dezavantajla başladığı kesin ama çocuk ve erkek için de farklı dezavantajlar söz konusu.Modernliğin kurumsal işleyişi kişisel özelliklerden ziyade toplumsal ilişkileri gayrı şahsi kriterlere göre yürütmek, birtakım nesnel standartları işletmektir.

Gerekli becerilere sahip olan herkesin, görünüşte herkese eşit uzaklıkta olan bu hedeflere erişebileceği vurgulanır.

Eşitlik fikri de buradan doğuyor zaten. Diğer yönden içine doğduğumuz, pratik olarak icra ettiğimiz roller de bu kurumsal iktidardan etkileniyor.

Basit bir örnek verelim. 1940’larda ileri kapitalist toplumlarda tek bir maaşla ev alınabiliyorken şimdi bu imkânsız.

O kadar uzağa gitmeyelim. 30 yıl önce bizim babalarımız evlenir, çoluk çocuğunu kirada oturarak büyütür, emekli ikramiyesi ile de ev alırdı. Daha fazlasını alamazdı zaten.

Bu, kadının evde durup çocuklarını büyüttüğü, erkeğin ise dışarıda çalışıp eve ekmek getirdiği kapitalist bir öykü aynı zamanda.

Modern dünyanın bizim bildiğimiz, içselleştirdiğimiz hâli. Günümüzdeki öyküde ise bir şekilde sindirilmiş kamusal-özel alan, kadın-erkek, olgun-genç arasındaki bu keskin ayrım bölünmeye başladı.

Çünkü modern toplumsal yapı da başka yerlere gitti. Sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçildi. Sermaye daha yüzer gezer, daha akışkan bir hâle geldi.

Enformasyon, tüketim vs. bir sürü şeyin değişimini de ekleyebiliriz bunun içine. Bu tip yapısal dönüşümler, beraberinde bireysel tutumların da değişimini getirdi.

Bu anlamda orta sınıf, kadınların evde yemek pişirip erkeklerin işe gittiği bir sınıf değil artık, değişiyor. Bu da ister istemez yeni rollerin nasıl oluştuğuna yönelik bir inceleme sahası doğuruyor.

Dünyadaki erkeklik çalışmaları ile Türkiye’deki çalışmaları karşılaştırdığımızda biz neredeyiz?

Dünyada erkeklik çalışmaları, Türkiye’dekine benzer şekilde cinsiyet ve beden çalışmalarının bir tezahürü olarak ele alınıyor. Fakat ataerkillik, gelenek dediğimizde dünyada anlaşılan şey ile bizde anlaşılan şey biraz farklı.

Ana akım söylemin merkezinden bakıldığında onlar gerçekten kadın ve erkek bedeninin tahakkümünü konuşurken kapitalizmi, modern iktidar ilişkilerini eleştiriyorlar. Biz daha çok geçmişle, “gelenek tortularıyla” hesaplaşıyoruz.

Ana akım söylemin merkezinden bakıldığında onlar gerçekten kadın ve erkek bedeninin tahakkümünü konuşurken kapitalizmi, modern iktidar ilişkilerini eleştiriyorlar. Biz daha çok geçmişle, “gelenek tortularıyla” hesaplaşıyoruz.

Bunu yaparken de geleneksel dediğimiz şeylerin iki yüzyıllık yoğun bir modernlik deneyiminin içinde oluştuğunu görmüyoruz. Bunun başka bir dünyadan modern dünyamıza düştüğünü görmüyor, mevcut kadın-erkek ilişkilerinin, modern birey ilişkilerinin geleneksel ağırlıklarımız yüzünden olması gereken şekilde yürütülemediğini düşünüyoruz.

Gerçekten konuşmamız gerekeni bırakıp yine geleneksel “gelenek takıntımız”dan ödün vermiyoruz.

Sosyolojik bilinç dışıyla hareket edip, tüm çalışmaları tam olarak oraya bağlıyoruz. Bütün sorun gelenek; bütün sorun yeterince bilinçli, yeterince birey, yeterince rasyonel, yeterince modern olmamamız!

Sorunlarımızın faturası böyle kesilince bu noktadan sıra erkeklik kategorisinin gerçekten nasıl kurulduğuna gelmiyor tabii ki. Kadınlık kategorisinin de gerçekten nasıl kurulduğunu tartışma imkânı olmuyor.

Ağırlıklarımız, modernleşme hikâyesine olan saplantılarımız hâlihazırdaki modernliği görmemize çoğunlukla engel.

Hâlbuki modernlik devam ediyor. Bizim başlamamız gereken nokta tam da burası artık. Biz bir şeye erişmeye çalışmıyoruz ki!

Biz bu modern dünyanın içinde yaşıyoruz. Bu dünyanın tüm sorunları bizim sorunlarımız ve annelik, babalık, kadınlık veya erkeklik hakkında sorunlarımız da diğer sorunlarımızla bağlantılı.

Biz daha çok dışarıdan gelen bir mikrop gözüyle bakmak ya da idealize edip, savunmaktan hâlihazırda yaşadıklarımızın “nasıl oluştuğunu” görmüyoruz.

Hikâyelerimiz değişiyor, bu da ister istemez tek tek her kategorinin farklılaşmasına sebebiyet veriyor. Biz bu farklılaşmaya ölümcül bir şey, bir zenginlik ya da realite gözüyle bakabiliriz.

Bence en sağlıklı olan realite gözüyle bakmak. Erkekliği savunmaya ya da yerin dibine sokmaya çalıştığımız andan itibaren gerçekte ne olduğuyla ilgilenmiyoruz.

Kafamızdaki kategorilerin nasıl muhafaza edileceğiyle, rakibimizin nasıl saf dışı bırakılacağıyla ilgileniyoruz ve bu durum çok tehlikeli.

Geçtiğimiz günlerde KONDA 10 yıllık toplumsal değişim raporu açıkladı. 2008-2018 arasında çeşitli başlıklarda karşılaştırmalar yaptı.

KONDA araştırmasında orta ve orta-üst sınıf bir temayülü ele alıp bunun üzerinden bir öyküye ulaşmış. Bunun gibi araştırmalar şehirli, görece yüksek bir kültürel sermayesi olan katılımcılarla yapılmış oluyor.

Taşraya, kırsala gittiğinizde ya da demografik değişkenleri devreye soktuğunuzda başka sonuçlar çıkabilir. Örneklemin değişkenliğini, kayganlığını baz almakla birlikte bu tür sonuçların bir temsiliyeti olduğu söylenebilir.

Araştırmada erkeklerin rolünde de değişimler söz konusu. Yemek yapmak gibi görev paylaşımlarında eşlerine yardım edenlerin sayısı artmış. Toplumun çalışan kadına bakışında değişim var. Hâlâ eşlerinin çalışmasını istemeyen erkekler de var tabii.

Bu erkekler hep olacak. Sadece bize özel bir durum da değil. İleri kapitalist toplumlarda da olan bir şey. Taşraya, kırsala gittiğinizdeki keskin kadın-erkek iş bölümü metropole geldiğinizde daha geçişken bir hâl alır. Kadınlar erkeklerin, erkekler de kadınların iş rollerini üstlenir.

Hatta kadın-kadın, erkek-erkek eşcinsel birlikteliklerin çoğaldığı bir durum da görürsünüz. Bizdeki öykü bunun başlangıcı. Türkiye’de bir değişim oluyor.

Modern toplumun temelinde olan orta sınıf kabuk değiştiriyor. Bu değişim, modern toplumlarda 60’lı yıllarla başladı

Modern toplumun temelinde olan orta sınıf kabuk değiştiriyor. Bu değişim, modern toplumlarda 60’lı yıllarla başladı. Bizde ise 80 sonrası ortaya çıktı, 90’larda devam etti ama bunun yapısal bir dönüşüme girdiği nokta 2000’li yıllar oldu. 2000’den sonraki öyküde de ister istemez değişen bir profil karşımıza çıkıyor.

Orta sınıf elbette 25-35 yaş arası erkek ve kadınlardan oluşmuyor. Çeşitli bir demografik dağılımdan bahsediyoruz ama bununla birlikte 25-35 yaş arası nüfus orta sınıfın dinamizmini oluşturur.

Bu cevabı veren katılımcıların bir kısmı 10 yıl önce internet sitelerinde sörf yapıyordu. İnterneti bir nimet değil, hayatlarının doğal bir parçası olarak buldular. 80 kuşağının, televizyonu çok doğal bir şey olarak bulması gibi.

Mesela bu araştırmaya, Kağızman’ın köyündeki geleneksel bir ilişkiyi çok alakadar etmiyor diye eleştirel yaklaşabiliriz. O zaman da şunu atlamış oluruz, Kağızman’ın köyüne de internet giriyor veya veya en azından girmesi bekleniyor.

Orta sınıflaşma yalnızca kenti alakadar eden bir şey değil artık. Kent dediğimiz şey sürekli bir sirkülasyon ve çekim gücü yarattığı için kırsalı hatta balta girmemiş en ücra yeri de içine alıyor.

Oradaki insanları da ister istemez bu gündemin içine düşürüyor. Orada yaşayan kadınların ve erkeklerin yapmak zorunda oldukları ve bu anlamda çok da tartışmadıkları, buna gerek bile duymadıkları şeyler artık gündeme geliyor.

“Kapitalist ilişkilere” az çok eklemlenmiş bir gündelik hayat herkes için farklı alternatifler ve yeni sorunlar yaratıyor. İlahiyat öğrencileri ile yaptığımız bir derste böyle bir gerilim anını hatırlıyorum.

Toplumsal cinsiyetten bahsederken bir öğrenci “Bir kadın yemek yapmayı Allah rızası olarak görmeli ve bunu sorun etmemeli” dedi. Buna karşılık başka bir öğrenci “Allah sadece kadınların Allah’ı mı? Allah rızası için erkekler de yemek yapabilir o zaman” diye karşılık verdi.

Anlayacağınız romantik bir akşam yemeği beklentisi ne kadar “doğal” ise mutfağa giren erkekler de o kadar doğal hâle gelmeye başlıyor.

Amerika’daki bazı çalışmalarda son yıllarda üniversite ve iş hayatında kadınların daha başarılı olduğu, erkeklerinse bilgisayar başından kalkmadığı ve ailelerine, eşlerine bağımlı yaşar olduğundan bahsediliyor. Her şeyi çekip çeviren kadınlar yüzünden mi erkekler olması gereken yerde değil, daha içine kapanmış ve yalnızlar?

Eğer perspektifinizi güçlü ve üreten kadın gibi bir özneye konumlandırırsanız ve buna uygun profili de kadın örneklerinden seçerseniz bu durumun ortaya çıkması çok kolay. İçine kapanma, yalnızlaşma meselesi yalnızca kadınlık-erkeklik meselesi değil. Geç modern toplumun genel özelliği daha ben merkezci olması.

Kolektif bir ilişki mantığından ziyade daha narsist bir mantık. Klasik modernliğin bazı söylemleri giderek cazibesini yitiriyor. İnsanları nasıl bir araya getiririz, ortak hedef ve değerler doğrultusunda dünyayı nasıl dönüştürürüz soruları değil artık cevap aranan. Kendimi nasıl savunurum, alanımı nasıl muhafaza ederim diye soruyoruz.

Değiştir yerine, diren! Diren kadın, diren erkek! Özel alanın savunulması ve muhafaza edilmesi temel hareket mekanizmasını oluşturuyor. O zaman da içe kapanmak, pornografi ya da narsistik temayüller yalnızca erkeklere has olmuyor.

Bununla birlikte statü açısından kadınların belli dezavantajlarla hayata başlıyor olmaları, daha fazla performans sergilemelerini ve daha fazla öne çıkmalarını sağlıyor ama dikkat ederseniz hedefler aynı.

Böyle olunca o hedefe erişmek için erkeğin çalıştığından daha fazla çalışıyor kadın. O hedeflere ulaşmayı tayin eden şey kadınlar ve erkekler değil. Hedeflere ulaşmak talep edildiği müddetçe erkeğin mi, kadının mı ulaşacağı önemli olmaktan çıkıyor.

Önemli olan hedeflerin nasıl konulduğu! Hedeflerin neler olduğu, nasıl içselleştirildiği modern bireyi üreten şeydir. Biz genelde o hedefe kimin eriştiğinin sayıları üzerinden hareket ettiğimiz için, hedefin nasıl ve neye göre koyulduğu, nasıl bir geçerliliğinin olduğunu tartışmıyoruz. Bu ilişkileri biraz daha tartışmalıyız. Öteki türlü iş anlamsız bir matematik hesabına dönüşüyor. Bu da pek çok şeyin üstünü örtüyor.

Bir erkeğin annesi, oğlu evlenip gittiğinde onun ev işi yapmasını istemiyor, diyelim. Erkek de eşi çalıştığı için kendisini yapmak zorunda hissediyor. Bu noktada erkek kendi içinde bir rol çatışması mı yaşıyor?

Roller, devraldığımız ve edindiğimiz roller olarak ikiye ayrılır. Modern dünyanın bu aşamasında devraldığımız rollerle icra etmemiz gereken hâlihazırdaki roller arasında ciddi bir açılma var. Babamız gibi davranma, hareket etme ihtimali mevcut ilişkilerin hızı karşısında giderek azalıyor.

Karşılaştığımız dünya bizden başka şeyler talep ediyor, başka nitelikler istiyor. Ve ister istemez rollerimizi gözden geçiriyoruz. Annem benim ev işi yapmamı istemez mesela. “Ev işi yaptığında bana söyleme, rahatsız oluyorum bundan” der ama yine annem bana “Üniversiteye gidince lazım olur” diye bütün ev işlerini yapmayı da öğretmiştir.

  • “Hepsini yap, ama evlendikten sonra kendi evinde yapma. Kocalık rolünü olması gereken, sana devrettiğimiz gibi yap” diye zaman zaman hatırlatır. “Kocalık rolü performansım” annemle aramda küçük bir gerilim sebebidir.

Biz söylemde istediğimiz kadar o ideal rolün savunuculuğunu üstlenelim, pratik yaşam bize başka rol çizgileriyle, kalıplarıyla geliyor.

Çünkü ben evde iş yapıyorum. Eşim çalışan bir kadın, kendine göre bir mesaisi var. Bir eş olarak birbirimizden beklediğimiz şeyler var. Eşlerimizden beklediğimiz, çocukların ebeveynlerinden beklediği yeni beklentiler devraldıklarımızı ister istemez değiştiriyor.

Üniversiteye giden, okumuş, entelektüel bir kadın çalışmak isteyecek ve mesai saati olacak. Bazen fazla mesai saati olacak. Bu, evdeki iş bölümünün değişmesine sebebiyet verecek. Hele bir de günümüz çalışma temposu içerisinde eşlerin işlerinin farklı yoğunluklarda olduğunu ve eve giriş çıkışlarının farklı saatlerde olduğunu düşünün…

Evin idame ettirilebilmesi için tarafların anne babalarından devraldıkları rolleri revize etmeleri şart oluyor. Başka türlü, en basitinden aç kalırsın; dışarıdan yemek siparişi vermek de bir yere kadar. Tercih ettiğimiz hayatlarla devraldığımız hayatlar arasında bir fark var.

Bu fark da ister istemez kafamızdaki o ideal rolün kendiliğinden çözülmesine sebebiyet veriyor. Biz söylemde istediğimiz kadar o ideal rolün savunuculuğunu üstlenelim, pratik yaşam bize başka rol çizgileriyle, kalıplarıyla geliyor.

Geleneksel rolleri kaybolduğu için erkekliğin yok olacağını düşünenler de var.

Erkeklik yok olmaz, kadınlık da… Erkekliği belli bir rol kalıbına indirgeyip belli şeylerin yapılması ya da yapılmamasıyla özdeşleştirdiğinizde ve bu bozulduğu zaman elbette ki erkekliğin iptalinden bahsedebiliriz.

Ama iptal olan şey erkeklik ya da kadınlık değildir, “belli bir tür erkeklik”tir. İbn Sina eş-Şifa’da tariflerin geçici şeyler olduğunu söyler.

Bu sadece felsefi çıkarımlar için geçerli değil elbette. Koşullarınız, ilişki biçimleriniz değiştikçe ister istemez bakış açınız, dünyayı görme biçimleriniz kadınlık ya da erkeklik pratikleriniz de değişir. Bizim bu durumun değişkenliğinin dinamizminin ne kadar farkında olduğumuz meselesi, erkekliğin ya da kadınlığın bitip bitmediğinden daha önemli.

Bu savunma refleksi ya da saldırı içgüdüsü toplumda hâlihazırda olan şeyi görmeye engel oluyor. İster muhafazakâr ister modern olun –bence hepimiz moderniz artık, bunun derecesi var sadece- kafamızdaki ideali nasıl savunacağımız ya da nasıl yayacağımız ile ilgileniyoruz.

Fakat o idealin oluşum süreçleri çok dolaylı, aynı zamanda da pratik şekilde oluyor. Bu pratiğe duyarlı bir bilinç, bir yatkınlık nasıl geliştireceğiz?

İşte kadınlık ve erkeklik çalışmalarının temelde düşünmesi gereken bu. Biz bunu düşünmüyoruz. Kısırlaşan noktada bir anlamda o oluyor. Gelenekteki kadın erkek ilişkilerini de çözemiyoruz böyle olunca.

Bu noktayı pratik bir örnek üzerinden açabilir misiniz?

Genç bir kadın düşünelim. Geleneksel-kırsal bir ailenin içine gelin olarak girsin. İlk yıllarda ailenin en eziğiyken kırk yıl sonra kaynana oluyor ve ailenin en dominant figürü hâline geliyor.

Burada en basit ifadeyle, güçlü olmaya doğru giden bir iktidar ilişkisi değişimi var. Bunu anlayamıyoruz mesela. Kaynanalık müessesesi erkekler üzerinde nasıl bir otorite kuruyor, nasıl işliyor, bunu bir türlü çözemiyoruz.

Hep gelin üzerinden düşündüğümüz için olabilir mi?

Evet, ama kaynananın da bir zamanlar gelin olduğunu unutuyoruz. Onun gelinlikten kaynanalığa bir dönüşüm yaşadığını, dönüşümün içinde hem ailenin yapısını sürdürdüğünü hem kendine göre değiştirdiğini, orada kendine bir alan açıp bütün geçitleri nihai olarak yine kendi statüsüne bağladığını görmeyi unutuyoruz.

Bu anlamda ailenin nasıl dönüştüğü ya da nasıl değiştiği meselesini de çok dışarıdan bir gözle değerlendiriyoruz. Burada kastım modernleşmeci bir göz değil. Aile burada sabit bir veri olarak dışarıdan gelen faktörlerle iyileşiyor ya da kötüleşiyor, dağılıyor ya da devam ediyor gibi bakıyoruz. İlişkiler böyle değil ki! İlişkiler etkileşim içinde oluşur.

Aile de öyledir. Bizim babalığa ya da anneliğe yakıştırdığımız, çocuk olmaktan beklediğimiz pek çok şey aslında yüz sene önce yoktu. Çünkü o zamanlar iş yeri evden ayrı değildi. Kapitalizmin alametifarikasıdır işi evden ayırmak.

İnsanlar geleneksel şehirlerde ya da köyde yaşarken dükkânı evinin altında ya da tarlası evinin arkasındaydı.

İş dediğiniz şey ailenin bir ürünü olarak ailevi ilişkilerde kendini gösterirdi. Bir perde var her şeyin üzerinde ve biz bu perdeyi her durumu, bir işleve, standarda eşitlemekle çözdüğümüzü zannediyoruz.

Bütünü parçalayıp bunun nasıl bir araya geldiğine dair bir formül üretip sonra da o bütüne eriştiğimizi düşünüyoruz. Ama bütünün kendine özgü bir dokusu, bir tarihi var. Söylenmemiş, ifade edilmemiş ya da ifade edilme gereği duyulmamış bir sürü şey var.

O bir sürü şeyin üzerinde aslında bizim görünür dediğimiz kadınlık, erkeklik, çocukluk ilişkileri ortaya çıkıyor. Aynısı geniş aileden çekirdeğe geçme meselesi için de söz konusu.

Günümüzde ailenin parçalanması dediğimiz şey için de söz konusu olacak. Aile dediğimiz şey pek çok çatışma ve ittifakla birlikte ilerliyor. Pek çok sırla pek çok gizemle ama pek çok da apaçık kuralla birlikte…

Son günlerde çatışma, sır ve aile kelimeleri yan yana gelince aklımıza hemen Palu ailesi gelir oldu.

Müge Anlı’nın programında tanıdığımız Palu ailesi buraya kadar anlattıklarımıza güncel bir örnek aslında. Netflix’e dizi olabilecek çapta parapsikolojik, dinsel vs. bir sürü öykü var bu ailenin içinde. Bu öykü de Türkiye’nin modernleşememesi üzerinden sunuluyor.

Aileyi tanımayanlar olabilir, kısaca özetleyelim mi?

Anne ve baba tarafından ciddi gayrimenkulleri olan bir aile. Kızları evlenince damatlarını içgüveysi almışlar.

Damadın da temel amacı kayınvalide ve kayınpederinin parasını almak. Bunu başarabilmek için ailede bir tür dominant güç yaratmaya çalışıyor.

Kendisinin mistik bir varlık, cinci hoca olduğuna aileyi inandırmaya çalışıyor. Bacanak ve kayınpederi kendine inanmayınca bacanağını kayınbiraderine öldürtüyor. Baba da oğlunun suçunu üstlenip hapse giriyor. Bakın, burası önemli.

Babanın otoritesi yerine kendi otoritesini geçiren damadın ilk yaptığı şey, aile değerlerini kullanarak babayı tasfiye etmek.“Ailenin diktatörü” diye düşündüğünüz baba figürü bir anda ortadan kalkabiliyor.O kadar kırılgan ilişkiler bunlar. Babayı devre dışı bıraktıktan sonra eşinin kardeşlerine ve kendi çocuklarına tacizde bulunuyor.Çok tuhaf ilişkiler var bu ailede. Bu tuhaflıkları vurgulayarak geçenlerde bir antropolog profesör açıklama yaptı.

Aile üzerinden başlayıp genelleyerek “Aile zaten esrarengiz bir şey, özellikle Türk toplumunda belli bireysel çürümüşlüğü, yeterli gelişememişliği kamufle eden bir şey.Bu kamuflajın altındaki rezilliklerin bir göstergesi de Palu ailesi” şeklindeydi açıklaması. Yeterince birey olamamanın, doğru ilişkiler kuramamanın, geleneksel bir açmazın TV kanalıyla deşifre edilmesi gibi bir durum olarak açıklanmaya çalışılıyor kimilerince…

Bu tip söylemlerle Palu ailesinden yola çıkıp, Türk ailesinin asırlardır böyle yaşadığını söyleyenler var. Bu söylemler, olay üzerinden yapılan sahici açıklamalar değil.

Kulağa hiç sahici gelmiyor zaten. Aileyi terk edip hızla bireyselleştiğimizde böyle olaylar yaşanmayacak mı yani?

Bu açıklamaları yapanların atladığı iki şey var. Söyleşinin başında da anlatmıştık. Birincisi, modernlik zaten kendini aile üzerinden kurdu.

Modern kurumlar aile birimini esas alarak örgütlendi, bireysel ilişkilere eklemlenerek ortaya çıkmadı. İkincisi bizim bugün ailevi ilişkiler dediğimiz şeyler de kapitalist iş bölümüne, rol dağılımına, modern beklentilere göre oluştu.

Olaya böyle baktığınız zaman ortada “saf-bakir-tarihsel ilişkilerin” getirdiği bir Palu ailesi yok ki! Yeni ilişkilere eklemlenmeye çalışan, geleneksel rol kalıplarının dağıldığı bir aile var.

Bu tür açıklamalar hem cemaatten cemiyete geçiş öyküsünde ailenin eski cemaatsel fonksiyonları karşılamakla mükellef olduğu gerçeğini hem de Türkiye’nin öyküsünü göz ardı ediyor.

Türkiye’nin öyküsünü göz ardı ederek bir yere varamayacağımız gerçeği ne olacak?

Biliyorsunuz Kemalizm’e yapılan temel eleştirilerden biri, tüm modernleşme iddiasına rağmen kadın-erkek iş bölümü ayrımını farklı bir formda devam ettirmesidir.

Yani bir yandan kadınlara siyasal ve kültürel haklar tanınırken diğer yandan ekonomik ve sosyal anlamda eril avantajlar devam etmiştir. Bu bağlamda erken Cumhuriyet’in yaptıklarını bazı kesimler eleştirirken, bazı modernleşmeci kesimler de kadının önünü açtığını düşündüğü için savunmaya çalışıyor.

Karşı çıkarken veya savunurken atlanılan nokta bunların bir sürece eklemlenme yolu olduğu. Aslında karşılaştırılan şey 1920’lerin modernliğiyle 1980’lerin modernliği. Arada nasıl bir dönüşüm sürecinin yaşandığını unuttuğumuzda bu olay bir kan davasına dönüşüyor işte. Palu ailesi de bu tartışmaya meze oluyor.

Ortaya da “Türk ailesi zaten böyle modernleşememiş, ataerkil feodal ilişkileri devam ettiren bir ailedir; feodalitenin içinde de böyle suistimal ve ensestler olur” söylemine varan gereksiz bir kötü burjuva tarihi çıkıyor.

Feodal ilişkiler yalnızca tahakkümün olduğu ilişkiler değil, aile de yalnızca sömürünün ya da suistimalin olduğu bir yer değil. Aynı zamanda savunmanın, dayanışmanın olduğu bir yer. Bu önemli noktayı atlamamalıyız.

Bu öykünün Türkiye’nin toprak reformuyla, kentleşmesiyle, medyayla, tüketim kültürünün yükselişiyle alakası var. Yaşadığımız her şeyin komplikasyonu ve sentezi olarak ortaya çıkıyor.

Türkiye’deki aile hikâyesine bu gözle bakmamız gerekiyor. Aileyi savunmak ya da yıkmak, çözmek, aileyi bireyden bağımsız ya da bireye karşıt bir şey olarak düşünmekten öteye geçemediğimiz için, nasıl değiştiğini nasıl dönüştüğünü ve ilişkilerin nasıl farklılaştığını görmekte yetersiz kalıyoruz.

Herkes gibi toplumun parçası olan akademi ve araştırmacılar da bunun sancısını çekiyorlar. Söz konusu problemleri temsil eden ve tartışan bu söylem ciddi bir açılıma ihtiyaç duyuyor.