Meksika sınırı, yeniden

CİHAN AKTAŞ
Abone Ol

Birkaç ay önce doğan torunumu görmek için geldiğim Seattle’da kendimi birdenbire Meksika Sınırı’nda buldum. “Birdenbire” demek lafın gelişi. Mehmet Efe’ye Meksika Sınırı şiirini yazdırtan 1998’deki Amerikan yolculuğunda ve çok daha öncesinde, onunla benzer his ve fikirleri paylaşıyordum elbette.

  • Sınırlar, insan öğüten hatlardır, oldum olası. Binlerce yılın hasılası olan bağlar, bir sınır düzenlemesiyle koparılıverir. İnsanlar birbirine düşman kılacak sebeplerle donanmakla yükümlü bulurlar kendilerini, ansızın. Kaçağa zorlanan yoksullar, kolsuz bacaksız kalır.

Sınırlarımız imkânımızdır ama böyle, bu şekilde değil.

Döne döne yazdım bu konularda, nereye gitsem ya mülteci kafileleri çıkıyordu karşıma ya da göçmenler. Azerbaycan’a gittim, Karabağ göçmenlerini yazdım; İran’a gittim, Sınıra Yakın romanına konu olan “Kalmak mı, gitmek mi?” ikilemini. Turuncu Günler, bir bakıma 1991 Körfez Savaşı’nın göçmenlerinin de kitabı. Fotoğrafta Ayrı Duran, Suriye Savaşı’nın yerinden yurdundan ettiği insanların dramları, özellikle de kayıp çocukların yaşanmamış hayatları üzerinden öncelikli olması gerekeni hatırlamaya çağrıdır.

Çok zorlu bir yüzyıl bıraktık arkamızda, kanlı sınırlarla bölünmenin acıları saymakla bitmez. Savaşla beslenen güçler, barış taleplerini en büyük hainlik olarak göstermek için bütün imkânlarını kullanıyor. Bunun kaçınılmaz bir sonucu, yollara, dahası denizlere ya da mayınlı sahalara dökülen milyonlar. Gözlerimiz körleşmiş olmalı ki kalbimiz kayıtsız kalsın bu milyonların perişanlığı konusunda.

New York Havaalanı’nda veya Seattle Havaalanı’nda dünyanın her yerinden insanla karşılaşabilirsiniz, ancak Albuquerque Havaalanı’nda Türkçe konuşmalar duymayı hiç beklemiyordum.

Seattle’a torunumu görmeye gitmiştim ki kendimi Meksika sınırında buldum.

Ülkemize mülteci kabul ediyoruz, çok insani ve özellikle, olağanüstü bir mülteci oluşturan süreçte Türkiye’nin sorumluluğu dikkate alındığı takdirde, kaçınılmaz bir görev bu. Beri taraftan, aynı zamanda kendi ülkemizden özellikle genç nüfusun giderek artan bir oranda Batı’ya iltica ettiğine şahit oluyoruz. İltica sebepleri gibi yolları da farklı farklı. Ayrıca iltica hareketlerinin hemen hepsinin yönü Batı’ya doğru.

Üstelik gidenlerin büyük çoğunluğu için ne başarının garantisi var ne güvenliğin.

New Mexico’nun birkaç şehrinde dolaştıktan sonra Seattle’a dönmek üzere Albuquerque Havaalanı’na geldiğimde, Meksika sınırı boyunca uzayıp giden Rio Grande nehrine gömülmüş umutların düşünceleri içindeydim.

Amerikan yerlisi, Hispanik ve Anglo kültürlerini bir arada yansıtan -sonunda tereddütsüz söyleyebildiğim isminde türlü anlamlar aradığım- Albuquerque’yi de besliyor bu nehir. Kendini oluşturan sebeplerin çatışmasıyla biçimlenmiş bir sınır şehri burası. New Mexico’nun en büyük şehri ve galiba en güzeli de… Bir yandan Meksika kültürünü yansıtıyor, imgeleri, zevkleriyle, diğer yandan, tersine, varlığını koruma kaygısında katılaşan bir ırkçılığı var. Adı Kasım ayından bu yana, seri Müslüman cinayeti haberleriyle gündeme geliyordu şehrin ve ben Ağustos’un ikinci haftasında sokaklarında dolaşırken katilin yakalandığının farkında değildim daha. Sonunda Pakistanlı ve Afgan Müslümanların katilinin elli iki yaşında bir Afgan olduğu ortaya çıktı. Aynı kişi daha önce birçok defa tutuklanmış, suçlarından biri ise ev içi darp.

Albuquerque mimarisi, İspanya ve Kuzey Afrika mimarisini hatırlatıyor.

Müslüman Müslüman’ı öldürüyor burada, diğer Müslümanları öldürmek için sanki onca yolları aşmış, onca kapılardan geçmiş. Haberlerde, öldürülen Müslümanlardan ve New Mexico İslam Merkezi müdavimi olan birçok Müslüman’ın güvenlik endişesiyle şehri terk ettiğinden söz ediliyordu. Nefret suçlarında son iki yıl içinde belirginlik gösteren artış da vurgulanıyordu aynı haberlerde.

İltica, göç, kişi kendi temel meselelerini çözemedikçe, iyi bir dünyayı altın tepside sunmuyor kimseye. Bir yandan kucağımdaki torunumu oyalamaya çalışırken işte böyle şeyler düşünüyordum havaalanında. Sonra kulağıma yüksek sesli Türkçe konuşmalar geldi.

Geniş ve kalabalık salona baktığımda, sarı tişörtlü birkaç kişiye götürdü sesler. Birbirlerini, isimleriyle çağırarak yakındaki bir standa veya karşıdaki kuyruğa yönlendiriyorlardı. Sarı tişört ticari veya sporla ilgili bir gruba idiyeti mi gösteriyordu?..

Merakıma yenilerek, torunumu damadıma teslim ettim (kızım o sırada büyük torunumla ilgileniyordu) ve en yakınımdaki sarı tişörtlü gruba yöneldim. Türkçe konuştuklarını duyunca bir selam vermek istediğimi belirttim. Aralarında siyah tişörtlü bir genç de vardı. “Teyzeme söyleyeyim” diye anlatmaya başladı sarı tişörtlülerden biri. Mültecilermiş;

Meksika Sınırı’ndaki, Texas’a bağlı El Paso kasabasından girmişler ülkeye. Pasosuz geçişlerle ün kazanıp sınırda kalmanın iki yanlı baskısını yüklenmiş şehir… Zorlu bir süreci geride bıraktıktan sonra, belirsizliklerle de olsa amaçlarına yakınlaşmanın rahatlığı vardı simalarında her bir mültecinin. Keşke kalabilseydiniz, dediğimde “Dokuz Kardeşin Tek Erkeği” olan, “Teyzeme söyleyeyim,” diye başlayarak izah etti: “İş güç yok, dilimi de özgürce konuşamıyorum.”

Dünya ülkeleri içinde en yüksek cinayet oranına sahip yerler Guatemala, honduras ve elsalvador. Bu ülkelerin insanının kuzeye göç sebebini besleyen zulüm, şiddet sarmalı, işsizlik ve yoksulluk.

Her şey geçmiştekine göre daha iyiydi ama tamamen hakça mıydı? Bir yerde söz Türkiye’de Suriyeli mültecilere gösterilen Arapça müsamahasının ana dili Kürtçe olan topluma gösterilmemesine gelirdi. Birçok mesele aşılabildiği hâlde dil konusundaki sınırlar neden bir türlü aşılamazdı ki… Hakça olan için birlikte mücadele etme isteğine dair dilekler, kuşak uçurumunun öte yakasına özgü yepyeni hayat tasavvurları açısından yorgun ve yıpranmış görünüyor olmalıydı gözlerine. Gelecekle ilgili taşıdıkları bütün kaygıları kolektif mülteci haklarına yükledikleri bir ara sınırdaydılar henüz. Çoğu New York’a, bir kısmı New Jersey’e gidiyordu. Daha sonra kapı geçişlerinde anlamsızca “AIT Boy Scanner”a takıldığımda, içlerinden biri destek olmaya çalıştı. Arada birine böyle takarlarmış, bir sebeple veya sebepsiz, bunu söyleyen bir Apaçi beydi; eşiyle birlikte onlar da destek verdiler bana.

Donald Trump.

Güneyden kuzeye doğru yola çıkanlar, kaybedeceği bir şeyi veya ulaşmayı umduğu güçlü bir sebebi olduğu için bu zor yolculuğu göze alabiliyorlar. Dünya ülkeleri içinde en yüksek cinayet oranına sahip yerler Guatemala, Honduras ve El Salvador. Bu ülkelerin insanının kuzeye göç sebebi birbirini besleyen zulüm, şiddet sarmalı, işsizlik ve yoksulluk. Akın akın mülteci gelmesin diye Trump, Meksika sınırına bir duvar çekmeyi planlıyordu. 12 Ekim 2018’de Honduras’ın suç oranı yüksek şehri San Pedro Sula’da harekete geçen göç kafilesi, “duvar” tehdidine rağmen adım adım artarak ulaşmıştı Meksika sınırına. BM temsilcilerine göre 22 Ekim’de yedi bin kişilik bir kafileydi sınırının önünde toplanan. Trump, seçmenini birbirine kenetleyecek bir tehdit olarak yansıtma çabası içindeydi kafile olayını, sınırda taş atarsa karşılık bulacak göçmenlerden söz ediyordu. Colorada’da nüfus kaydı olan bir arkadaşım, normal olarak oy kullanmasa da bu defa mektup yoluyla ve kendi bölgesinde oy kullanacağını söylemişti o günlerde. Seattle’da göçmenlerin ve baskı gruplarının hedef aldığı kesimlerin oyu nasılsa belirgin bir ağırlığa sahip olduğu için, o, oyunu doğduğu -göçmen karşıtı seçmenin ağırlıkta olduğu- şehre göndermeyi tercih ediyordu.

Sınırlarımız imkânımızdır ama böyle, bu şekilde değil.

Amerika’nın çeşitli şehirlerinde yapılan Women’s March yürüyüşü Trump karşıtlarını bir araya getiren bir platform. 2018 yürüyüşünden, bir kız çocuğunun taşıdığı, “O duvarı yap, biz kuşak olarak onu parçalayacağız” pankartı kaldı akıllarda. 2019 yürüyüşünde de sloganları belirleyen konu, mültecilere karşı güneye çekilen duvardı. Bu duvarın yapımı için Trump’ın istediği bütçe kongrede onaylanmamış, bu yüzden hükümet bir süre işlevsiz kalmıştı. Washington’da 19 Ocak’ta gerçekleşen yürüyüşte “Vietnam savaşında gazi olmuş” yaşlı bir Amerikan yerlisi olan Nathan Phillips’in adı öne çıkmıştı. Trump’ın duvar politikasını savunan Katolik yüksekokulu öğrencileri yürüyüşe “O duvarı yap! O duvarı yap!” sloganıyla katılmıştı. MAGA (Make Amerika Great Again) diye bilinen gruba mensup gençlerle Afro-Amerikan Yahudiler arasında bir çatışma meydana gelmiş ve öğrenci annelerinden biri kafa karışıklığıyla çatışmadan Afro-Amerikan Müslümanları sorumlu tutmuştu. Nathan Phillips çatışmayı yatıştırmak için müziğiyle araya girmeye çalıştığında Trumpçı öğrenci hakaretleriyle karşılaşmıştı. Daha sonra Phillips medyaya verdiği röportajlarda, “Onların ‘Bu duvarı yap! Bu duvarı yap!’ dediklerini duydum. Burası yerlilerin toprağı. Burada öyle duvarlar olmamalı” diye dile getirmişti düşüncelerini.

O duvar yapılır gibi oldu, yer yer yapıldı; bir açıdan var, diğer açıdan sadece orada bir duvar olabilmesi ihtimalini akla getirecek kadar “sınırlı”.

İnsanların çelişkileri ise her yerde aynı. Trump şovenist bir dil kullandığı hâlde Latin göçmen ağırlıklı güney eyaletlerinde bile oy alabiliyor çünkü dinî söylemler de kullanıyor. Bu insanların pek çoğu dindar ve söz gelimi kürtaj karşıtı.

“Rio Grande” Nehri Colorado’daki Rocky Dağları’ndan doğuyor ve ABD ile Meksika’nın sınırını çizerek Meksika Körfezi’ne dökülüyor. Tabiatın bu sınırına kim bilir ne çok mülteci, bütün umutlarıyla gömüldü. (John Ford’un 1950 yapımı, yörede çekilen Süvari isimli romantik Western üçlüsünün de sonuncusuna adını verir bu sınır. “Öteki” bu filmde Apaçilerdir.) Cancun, Meksika’nın ünlü bir tatil beldesi. Türkiyeli mülteciler, THY seferleriyle önce Cancun’a geliyor, oradan sınıra ulaşıyor, sonra nehri geçip karşıdaki güvenlik birimlerine teslim oluyorlar. Kampa alınıyor, oradan New Mexico veya başka merkezlere el ayak kelepçeli vaziyette götürülüyorlar.

Çok zorlu bir yüzyıl bıraktık arkamızda, kanlı sınırlarla bölünmenin acıları saymakla bitmez.

Aktivist ve İş Adamı Mahmut Özdamar’a, Türkiye’den giden akademisyenlerin kurduğu Wisdom Net’in Başkanı Kemal Birtek kanalıyla ulaştım. Özdamar iltica edenlerin kabulü konusunda bir mantık bulunmadığından ve kampta tutulma sürelerindeki belirsizlikten söz etti. Mültecilerin çoğu daha Cancun’da geriye gönderiliyor. Üstelik, yolcu akışındaki mülteci yoğunluğu nedeniyle THY’nin Cancun seferlerinde kullandığı havaalanının güvenliğini de ABD üstlenmiş durumda. Kampa alınan mültecilerden kimisi mahkemeye çıkarılmadan bırakılıyor, kimisi üç ay bekliyor.

Demokrat hâkimler iltica konusunda müsamahakâr bir yaklaşım sergiliyor. Kişi istediği şehirde bir hayat kurmaya çalışırken mahkemesi devam ediyor.

Özdamar’ın anlattığına göre, Meksika sınırından geçen Türkiyeli mültecilerin çoğu yakın tarihlere kadar Ağrı’dan geliyordu. Bu iltica dalgasını da Kanada’da bulunan, siyasal nitelikli bir Kürt örgütü başlatmıştı. Yeni gelen Ağrılı mülteciler iş bulmakta zorlanır hâle gelince, rota ABD’ye çevrildi. “New York, New Jersey… Boş berduş, kim varsa geldi. Çoğu inşaatta çalışır. ABD’ye gelmek kolay, çıkmak zordur. İlticadan altı ay sonra iş izni verilir. Mülteci yalan beyanda bulunsa bile geri dönmesi 15 yılı bulur ki, çoluk çocuk, iş, gitmez artık.” Genç kuşak Kürt mültecilerin, çocukların bile Kürtçe bilmediğinin altını çiziyor Özdamar. İltica artık siyasi niteliğinden kopmuş, bir “business”e dönüşmüştü. Artık Ağrı’dan değil, Giresun, Çorum, Konya gibi şehirlerden geliyordu insanlar.

Albuquerque havaalanı, hispanik figürler.

Hüzünlü, açık yüreklilikle konuşulması gereken bir sürecin hikâyesi bu. Kimsenin görmediğini de öncelikle şairler görüyor. “Sadece âşıklar dünyadadır” der ya Badiou… Galiba asıl “sadece” şairlerdir dünyayı geleceğiyle kavrayan. Mehmet Efe başka herhangi bir metin yazmamış olsaydı bile, Meksika Sınırı şiiriyle adı kalıcı olurdu edebiyatta.