Müslümanlıklar yarışıyor: Bizim gibi Müslümanlar

BEYZA KARAKAYA
Abone Ol

Katılımcıların önceden belirlenmiş üst başlıklar üzerinde tartıştıkları, bir senaryo dâhilinde, belirli karakterler tercih edilerek sahnelenen program(lar) İslam’ı bir “gerçeklik şovuna”, Müslümanlığı bir “performansa” çeviriyor.

Oxford Sözlüğü tarafından 2016 yılının sözcüğü ilan edilen “post-truth” Türkçeye “post-gerçeklik”, “gerçek ötesi” veya “hakikat sonrası” olarak çevrilmişti.

Oxford Sözlüğü’nde “nesnel gerçekliklerin kamuoyunu şekillendirmede duygusal ve kişisel görüşlerden daha az etkili olması” şeklinde açıklanan kelime, ilk kez Körfez Savaşı’na atıf olarak 1992 yılında Amerikalı oyun yazarı Steve Tesich tarafından kullanıldı ve daha sonra ABD’deki başkanlık seçimleriyle birlikte popüler hâle geldi.

Steve Tesich

“Hakikat sonrası” kavramı bilhassa kendi gerçekliklerinden yeni gerçekler türeten ve siyasetlerini bu gerçeklikler üzerine kuran Trump gibi politikacıları nitelemek için kullanılsa da, gerçeğin önemini yitirdiği, imajın/görüntünün gerçeğin yerini aldığı sanat, kültür, eğlence, sosyal medya gibi pek çok alana da uyarlanabilir. “Hakikat sonrası” kavramının geniş kitlelerin gündelik hayatına doğrudan sirayet etme imkânı bulduğu alan ise “Reality Show’lar” yani “Gerçeklik Şovları”dır.

Her ne kadar ilk ortaya çıktıklarında belli bir senaryoya bağlı kalmaksızın, yalnızca gerçeğin yansıtıldığı şovlar olma iddiasında bulunsalar da bugün TV’de sayısız formuna rastladığımız ve çok izlenen bu programların büyük çoğunluğunun bir senaryoya bağlı olarak kurgulandığı, katılımcılarının dahi ajanslardan gönderilen oyuncular oldukları bilinmektedir.

Hâl böyle iken, gerçeklik şovlarının ekranda sunulan “en görkemli hakikat sonrası” olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Evlilik programları, yemek programları, gelin evleri, kriminal programlar, survivor adaları ve Big Brother gibi dört duvar arasında kurgulanan “yeni bir yaşam alanının” kameralarla izlendiği şovlar, gerçekliğin düzlemini değiştirerek yeni bir gerçeklik algısıyla sunulur ve izleyicilerin bu yeni gerçekliğe gösterdiği reaksiyonları ölçer.

Neil Postman'ın eseri

Bu programlarda “hakikat sonrası” yalnızca araç olarak kullanılır. Ancak “hakikat sonrasını” amaç edinmiş, belirlenmiş bir “misyonu” yerine getirdiğini savunan şovların üzerinde ayrıca durulması gerekir. Neil Postman Televizyon: Öldüren Eğlence kitabında televizyondaki saçma sapan programlara hiçbir itirazı olmadığını, aksine televizyondaki en iyi şeylerin bu saçma sapan programlar olduğunu söyler. Zira bu programlar hiç kimseyi ya da hiçbir şeyi ciddi olarak tehdit etmezler. Ancak bu programlar büyük emeller peşinde koştuğu, kendisini önemli kültürel konuşmaların taşıyıcısı olarak sunduğu zaman en saçma, dolayısıyla en tehlikeli hâline kavuşur.


Postman’ın işaret etmiş olduğu bu “tehlikeli” programlardan birinin, “gerçeklik” ile “hakikat sonrası” arasında kalmış bir şov olan ve önce 2016’da BBC 2’de, şubat ayında ise Avustralya kanalı SBS’de yayınlanan Bizim Gibi Müslümanlar’ın (Muslims Like Us) bu bağlamda incelenmesi gerekir.

İnsanat bahçelerinden gerçeklik şovlarına

Avrupa tarihinin utanç vesikalarından biri de şüphesiz ki “insanat bahçeleri”dir. 1889 yılında Paris’te düzenlenen Dünya Fuarı’nda, dört yüz Aborjin ve Afrikalı yarı çıplak bir şekilde kafeslere kapatılıp büyük kalabalıkların önüne çıkarıldılar. 1950 yılına kadar pek çok Avrupa ülkesinde ve Kuzey Amerika’da popüler olan bu kafeslerde, Batılı “Beyaz İnsan” kendisine egzotik gelen Afrikalıları, Pigmeleri, Aborjinleri kafeslere koyarak onların yerel danslarını yapmalarını bekliyor, ırkçılığın en utanç verici anlarından birini sahneleyerek onları seyirlik bir “şeye” dönüştürüyordu. Bugün geldiğimiz noktada çok da ilerleme kaydedemediğimizi söyleyebilirim.

Zira “Batılı Beyaz İnsan” artık kendisine egzotik gelen, ötekileştirdiği toplumları, ritüellerini ve aslında onların da belki “insan” olabileceklerini anlamak/anlatmak için onları gerçeklik şovlarında sergiliyor. Bu belki size fazlaca iddialı gelebilir ancak birbirlerinden oldukça farklı on Müslüman’ı kameralarla donatılmış bir eve koyup on gün boyunca ne yapacaklarını izlemeyi ve aslında onların da insan olduklarını defalarca tekrar etmeyi başka nasıl izah edebilirim, bilmiyorum.

2016 yılında BBC 2 kanalında iki bölüm hâlinde yayınlanan Bizim Gibi Müslümanlar (Muslims Like Us) programında, İngiltere’nin farklı yerlerinde yaşayan on Müslüman on gün boyunca aynı evde yaşadılar. İslamiyet’i yaşama yolları ve düşünceleri birbirlerinden farklı olan bu on kişinin tartışmaları gündelik hayatlarında İslamiyet’in yeri, karşı cinsler arasındaki sosyalleşme, terörizm, güvenlik politikaları, cinsiyetçilik ve cinsel eğilimler gibi önceden belirlenmiş başlıklar üzerinde yoğunlaştı.

On kişinin her biri farklı bir uç eğilimi temsil ediyordu.

Aşırı dinci, kültürel Müslüman, homoseksüel…


Program aynı dine inanan fakat birbirlerinden farklı şekilde bu dini yaşayan bu on kişi ile terör saldırıları ile birlikte artış gösteren İslamofobiye karşı tüm Müslümanların terörist olmadıklarını, Müslüman toplumunun bireylerinin birbirlerinden oldukça farklı olduklarını göstermeyi amaçlasa da, DAEŞ’e olan sempatisini açıkça belirten, kendisini “aşırı dinci” olarak tanımlayan eski boksör Abdul Haq’ın bu on kişiye dâhil edilmesi ve programda bilhassa onun ve söylemlerinin üzerine yoğunlaşılmasını iyi niyet göstergesi olarak anlamak ne yazık ki mümkün değil. Zira, henüz kapıdan girerken diğer yarışmacıları yargılamaya başlayan, kendisinin iyi bir Müslüman diğerlerinin de kâfir olduğunu vurgulayan Abdul Haq “karakteri” ile İngiliz toplumunun Müslümanlara “iyi niyet” beslemesini beklemek en açık ifadeyle safdillikten başka bir şey değildir.

Katılımcılardan Ferhan’ın diğer katılımcılara birebirde homoseksüel olduğunu açıklaması, kendisi gibi homoseksüel arkadaşlarını yemeğe davet etmesi, katılımcılardan bir grubun karaoke bara gitmeleri, programın İngiliz toplumuna “sığ ve klişe” bir şekilde, “Müslümanlar da tıpkı sizler gibi” deme yöntemi idi. Program ön yargıları değiştirdi mi yahut Müslümanlara yapılan saldırıları azalttı mı bilmiyorum fakat 2017 yılında İngiliz Film ve Televizyon Akademisi’nin (BAFTA) “En İyi Realite ve Gerçek Konulu Kurgulanmış Yapım” ödülünü kazandı. Belki de bu yüzden bir yıl sonra Avustralya kanalı SBS aynı isim ve formatta, aynı kurgu ve karakterlerle yine iki bölümlük bir program yayınladı.

“Gerçek İslam bu değil”

2018 yılının şubat ayında Avustralya kanalı SBS’de iki bölüm hâlinde yayınlanan Bizim Gibi Müslümanlar isimli gerçeklik şovunda, kadın erkek, Sünni, Şii, Asyalı, Lübnanlı, Arap, Aborjin, geleneksel Müslüman, aşırı Müslüman, ılımlı Müslüman, seküler, sufi, homoseksüel, biseksüel olmak üzere birbirinden farklı on Müslüman “karakter”, Sidney’de çoğunluğun beyaz ve Hıristiyan olduğu bir bölgedeki bir evde sekiz gün birlikte yaşadılar.

İngiltere’de yayınlanan programla neredeyse aynı kurguya sahip bu programın katılımcılarının da benzer karakter tipolojisinden seçilmeleri programın gerçeklik şovundan ziyade “hakikat sonrası” şovu olduğunu doğrular niteliktedir. Program öncekiyle aynı mottolara sahiptir. “İnançta bir fakat düşüncede ayrı bu Müslümanlar, Avustralya’da iyi bir Müslüman olmak ne demek göstereceklerdir.” Katılımcılardan biri İslamiyet’le ilgili en büyük ön yargının her Müslüman’ın aynı olduğu düşüncesi olduğunu söyler. Bu “yargıya” göre, tüm Müslüman kadınlar başörtü takar, her Müslüman helal yemek yer, hiçbir Müslüman evlenmeden önce bir beraberlik yaşamaz. Katılımcı bu yargının yanlış olduğu kanaatindedir.

İngiltere’deki şovda kendisini aşırı dinci olarak tanımlayan Abdul Haq karakterinin rolünü Avustralya’daki şovda yüzünde peçe olan Anjum üstlenmektedir. Anjum hem diğer katılımcıların hem de izleyicilerin Müslüman bir kadını kıyafetlerinden ötürü yargılamamaları gerektiğini gösterme misyonunu taşır. Her sokağa çıkışında maruz kaldığı sözlü ve fiziksel saldırılardan, geldiği yere geri dönmesini salık veren aşağılamalardan bahseder. Sempatik hareketleriyle herkesin ön yargısını kırar. Birlikte dışarı çıktıklarında onu yargılayan insanlara karşı diğer katılımcılar Anjum’u savunurlar ancak daima ötekileştirildiğini, yargılandığını, mağdur duruma düşürüldüğünü söyleyen Anjum, diğer katılımcıları kıyafetleri, yaşam tarzları, davranışları sebebiyle durmaksızın yargılar. Onların cehennem ateşinde yanacakları düşüncesiyle gözyaşları döker. Anjum, entelektüel, duygusal ve fiziksel açıdan tıpkı “onlar” gibi olduğunu ancak bir parça kıyafetin “onlar” için büyük bir fark yarattığını söyler. İyi niyetli düşünecek olursak, Anjum karakteriyle verilmek istenen mesajın “Kıyafetlerine bakarak Müslüman bir kadını yargılamayın, o da tıpkı sizler gibi bir insan, o da tıpkı sizler gibi bir kadın” olduğunu varsayabiliriz. Fakat ne yazık ki verilen mesaj “Müslüman kadınlar her ne kadar mağduru oynasalar da ellerine fırsat geçtiğinde mağdur eden taraf olurlar”dır. Bu da programın “maksadını” aştığını gösterir.

Programda Anjum, Hassan ve Husnain geleneksel Müslüman olarak tanımlanırken; Biancha, Mina, Fahad ve Rida, yenilikçi Müslüman; Aisha ikisinin tam ortası; Kaveh ve Jemal Idris kültürel Müslüman olarak tanımlanır. Anjum, Hassan, Husnain ve Aisha beş vakit namaz kılarken; Biancha namaz kılmadığını ve fakat zihninde dua ettiğini; Rida’da günde beş vakit namaz kılmanın iyi Müslüman olmak anlamına gelmediğini, iyi niyetli olmanın yeterli olduğunu söyler. Mina ise dünyada 1.6 milyar Müslüman’ın yaşadığını ve bu sebeple Müslüman olmanın 1.6 milyar farklı yolunun olduğunu savunur. Daha önce hazırladığı “Müslüman olmanın 1.6 milyar yolu var” yazan posteri buzdolabına asar. Biancha, Fahad, Kaveh ve Jemal Idris evde alkol kullanmak yasak olduğu için, bir akşam birlikte bir bara giderek, kimin daha iyi Müslüman olduğu konusundaki dertlerini paylaşırlar.

Programın kanaatimce en trajik anı, 2014’de kendisini radikal İslamcı olarak tanımlayan Müslüman bir adamın saldırdığı Lindt Kafe’ye katılımcıların yaptığı anma ziyaretidir. İslamofobiye karşı bir reçete olarak hazırlandığı iddiasında olan şov, bu saldırının yükünü tüm Müslümanların üzerine yıkarak katılımcıların bu hadiseden dolayı özür dilemelerini, bu saldırıda bir paylarının olmadığını söylemelerini beklemektedir.

Genetik Mühendisi Filistinli Fahad diğer katılımcılara aslında kendisinin homoseksüel olduğunu duyurur. Kendisini sufi Müslüman olarak tanımlayan Rida ise biseksüel olduğunu duyurur. Bu da katılımcıların farklı cinsel eğilimlerin İslamiyet’teki yeri üzerine tartışmalarını alevlendirir.

Tıpkı BBC 2’deki şovda olduğu gibi bu şovda da katılımcılardan bir grup karaoke bara giderler. Anjum, Hassan ve Husnain İslam’da müziğin yasak olduğu düşüncesiyle evde kalırlar.

Programın ikinci bölümünde katılımcılar birlikte sahile giderler. Burada Aisha, Anjum, Hassan ve Husnain insanların şaşkın ve yargılayıcı bakışları arasında namaz kılarlar. Bir kadın o sırada namaz kılan Anjum’un kıyafetleriyle ilgili Biancha’ya sorular sorar. Kadın, ülkede “burka” takmanın yasak olduğunu zannediyordur. Biancha Fransa’da yasaklandığını söylediğinde oldukça şaşırır. Biancha böyle giyinmesinin Anjum’un tercihi olduğunu, onun bu şekilde rahat hissettiğini söyler. Kadın, eğer bizim ülkemize geliyorsanız bizim söylediklerimizi yapmak zorundasınız, der. O sırada Anjum yanlarına gelerek kadının kalbini kazanmaya çalışır.

Sonraki günlerde Anjum’un önerisiyle katılımcılar insanlara İslam’ı tanıtmak için sokağa çıkarlar. Fakat pek ilgi çekemezler. Diğer katılımcılar bunda en büyük sebebin Anjum’un kıyafet tarzı olduğunu düşünürler.

Herkes gündelik hayatında kendince İslam’ı nasıl yaşadığını gösterirken, biseksüel ve sufi Rida da, kendi yöneteceği sufi zikrine hep birlikte katılmalarını ister. Anjum bunun bidat olduğunu söyleyerek teklifi reddeder. Rida Anjum’un bu tavrına büyük tepki gösterir, ne yaparsa yapsın Anjum’un kalp kırarak asla iyi bir Müslüman olamayacağını söyler.

Hasılı şov boyunca herkes kendi “gerçek İslam bu değil” argümanını üretir.

Bir gerçeklik şovu olarak İslam

Programın sonunda, komşu evlerden Müslüman olmayan bir grup on Müslüman’ın davetiyle barbekü partisine gelir. Sohbetler edilir, hoşça vakit geçirilir. Anjum kadın misafirlere kameraların çekmediği bir açıdan peçesini açarak yüzünü gösterir. Misafirler ayrılırken, pek çoğu ilk kez bir Müslüman’la, başörtülü bir kadınla, peçeli bir kadınla konuştuklarını; onların da tıpkı kendileri gibi olduğunu düşündüklerini söylerler. Amaç da budur zaten: İzleyicilere ilk elden referanslar göstermek. “Eğer biz Müslümanların da tıpkı sizin gibi insan olduğuna inanmıyorsanız gidin komşularımıza sorun” demek.

Katılımcıların önceden belirlenmiş üst başlıklar üzerinde tartıştıkları, bir senaryo dâhilinde, belirli karakterler tercih edilerek sahnelenen bu program(lar) İslam’ı bir “gerçeklik şovuna”, Müslümanlığı bir “performansa” çeviriyor. Bu yüzden, Neil Postman’dan cesaret alarak bu “saçma” programların “saçmalar içinde en tehlikelileri” olduğunu söyleyebilirim. Hatta “gerçeklik” ile “hakikat sonrası” arasına sıkışmış bu “şovları”, Oxford Sözlüğü’nün geçtiğimiz günlerde 2018 yılı sözcüğü olarak seçtiği “toxic” yani “zehirli” olarak nitelendirmem de mübalağa olmayacaktır.