Ölüler diyarında tambur çalıp, sağırlar ülkesinde ayin okuyanlar: Mustafa Koç

HALİL SOLAK
Abone Ol

Mustafa Koç, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde profesör. Ama onu emsallerinden ayıran en önemli vasfı, Türkiyat âleminin en hacimli, problemli, esrarlı, ağır metinlerini neşretmesi. Bâleybelen’den sonra Aşçı Dede’nin Hatıraları, Mütercim Âsım’ın Kamus’u, Vankulu Lügati, Ahlâk-ı Alâî, Nuru’l-Furkan, İhya Tercümeve Şerhi yayına hazırladığı kadim eserlerden bazıları.İstanbul’un tekkelerine ve tarikatlar tarihine dairaraştırmalarıyla tanınan Cemalettin Server Revnakoğlu’nun kültür tarihimiz açısından emsalsiz arşivinden yaptığı yayınları ilgiyle takip ediyordum . Bunları vesile kılarak kapısını çaldım, o da –tıpkı on sene önceki gibi- yine beni kırmadı ve Fatih’te bir kahvehanenin üst katında yaptığımız tadına doyum olmayan sohbeti sizlere nakletmeme müsaade etti. Bence bu söyleşiyi iyi saklayın, çünkü bir dahakisi on sene sonraya!

Evvela şuradan başlamak istiyorum: “İlim”le ilk ne zaman karşılaştınız?

Mustafa Koç, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde profesör. Ama onu emsallerinden ayıran en önemli vasfı, Türkiyat âleminin en hacimli, problemli, esrarlı, ağır metinlerini neşretmesi. Bâleybelen’den sonra Aşçı Dede’nin Hatıraları, Mütercim Âsım’ın Kamus’u, Vankulu Lügati, Ahlâk-ı Alâî, Nuru’l-Furkan, İhya Tercüme ve Şerhi yayına hazırladığı kadim eserlerden bazıları.

Ortaokulu bitirdiğimde bir dostum elifbayı nasıl Türkçeye kalbedeceğimi tarif etmişti. O yıllarda hâlâ Kayseri muhitinde son hocaların medrese usulü takrirleri vardı.

Beyzavî Tefsiri’ni okutan bir hoca ya da İsagucî mantığını takrir eden bir eski imam ve böyle bir yığın eski sima…

Camilerde kurulan bu halkalara daha ziyade İmam-Hatip’in meslek dersi hocaları devam ediyordu. Bu halkaların kenarında, bu mübtedi kendine her zaman bir yer buluyordu.

Ne anlattıklarından ziyade, vaziyetleri ve hâlleri câlib-i dikkatti. İlmin tadına orada varmıştım ve fark etmiştim ki Şark’ın hafızası biraz da Arapçada toplanmıştı. Lise yıllarımda Mütercim Âsım ’ın meşhur Kamûs’unu ezberlemeye çalışırdım.mU

Zaten bu ukdeyle nice zaman sonra Kamûs’u Eyüp Tanrıverdi ile beraber neşre muvaffak olduk.

Siz İstanbul Üniversitesi’nde Türkoloji tahsiline başladığınızda nasıl bir ortam vardı peki?

Aslında lise yıllarında benim asıl arzuladığım alan kelamdı. Ne kadar Arapça kelam metni tedarik edebiliyorsam etmiş ve ondan bir kütüphane teşkili yoluna düşmüştüm. Ancak sonra Türkoloji’de karar kıldım.

Ben Darülfünun’un Edebiyat şubesine intisap ettiğimde üç büyük kutup vardı: Yeni edebiyatın piri Ömer Faruk Akün, Eski Türkçenin şeyhi Muharrem Ergin, yeni dil sahasında üstadımız Mertol Tulum. Bilhassa bu üçünün arasında geçen seyrim diğer mütebaki kıymetli şahsiyetlerle beraber giderek manalandı.

Bu üç isim neden öne çıktı sizde?

Mertol Bey hassaten fakirde dikkat duygusunu derinleştiriyordu. Hoca kelimelere bütün manalarıyla dikkat ediyordu ve dikkat kelimesinin hakkını veriyordu.

Onların tecessüsünü, müktesebatlarını, eşyayı kavrayışlarını görüyordum. Mertol Bey hassaten fakirde dikkat duygusunu derinleştiriyordu. Hoca kelimelere bütün manalarıyla dikkat ediyordu ve dikkat kelimesinin hakkını veriyordu.

Akün merhum, bir nesneyi kıymetlendirirken arkada koca bir tarih olduğunu bana ihsas ettiriyordu. Bir meseleyi ele alırken bütün bir tarihin koridorlarından geçirip getiriyordu bizi son noktaya. Hoca birkaç mısra üzerinde, birkaç dönem doldurabilecek bir malumat istiabını haizdi.

Zamane hocaları gibi bütün sermayesi yarım saatte tükenenlerden değildi. Eski hattatlar gibiydi: Kur’an’ın ikinci yarısından sonra daha da güzelleşir hattatların yazısı, selaset ve kıvam kazanır. Akün Hoca konuştukça açılan, açıldıkça derinleşen ve derinleştikçe de bizi içine çeken hoca tipolojisinin müstesna numunesiydi. Bizi mazinin her sokağına sokardı.

Fuat Köprülü

Köprülü’den de yürürdük, Atsız’dan da. Öğrencilik yıllarımda onu hep kütüphanede yazma eserlerin, eski periyodik neşriyatın arasında kaybolmuş bulurdum. Muharrem Bey -nur içinde yatsın- Türkoloji’nin her vadisinde soluklanmış bir ulu adamdı.

Kâh Azerî Türkçesi ağzından Dede Korkut’a ilerlerdi kâh Eski Türkçe ama bilhassa Türkçenin gramerinde onun kudretinin karşısında ram olmaktan başka ne yapabilirdik ki…

Gönlüm mütemadiyen eski edebiyata mütemayildi. Öyle bir hazırlık safhasından geçmiştim ama lisans nihayetinde o sahada yüksek lisans programının açılmayışıyla kendimi Mertol Tulum’un rahlesinin halkasında buldum. Hoca müşkülpesentti ve hocanın bilgi çekici, istikbalini arayan Mustafa Koç’un dimağ-ı örsüne sert vuruyordu.

Peki o yıllardan bugüne nasıl bir çalışma metodu geliştirdiniz?

Şark’ı bir bütün olarak okuduğunuz zaman boşluğun nerede vaki olduğunu görürsünüz. Umumiyetle bizim sahada eserler el yordamıyla bulunur ve insanlar aradığını değil, bulduğunu çalışır.

Dimağımız açtı ve ruhumuz mevcutlarla kanaat etmiyordu. Bu susuzluğumuzu teskin edecek bir yığın matbu ve yazma eser vardı.

Süleymaniye Kütüphanesi’ne talebelik yıllarımda gittiğimde çok zaman yerli misafirlerden vâresteydi masalar ve sandalyeler.

Birkaç müsteşrikin yazmaların sayfaları arasında dolandığını görürdüm. Belki o hazin hâl belki başka bir yığın vaziyet, üniversitedeki ders takrirleriyle kanaat etmeyip öteye gitmeye sevk etti beni.

Bu arada Avrupa irfanına intikal etmek için Fransızca öğrendim. Balzac’ın Fransızca romanlarını sol tarafıma, Hasan Ali Yücel döneminde yapılan çevirilerini sağ tarafıma koyuyor, karşılaştırarak derinleştirmeye çalışıyordum Fransızcamı. Arapçanın da lügatsiz olmayacağını keşfetmiştim, lügatle yürüyecekti iş.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu okunacaksa başlanmalı ve bütün romanları bitirilmeliydi.

Kenardan kenara da Farsça… Ve keşfettiğim bir hakikat de külliyat okumaları: Mesela Ahmedî çalışmaya başladığımda onun bütün külliyatını tetebbu ihtiyacını duyuyordum. Yakup Kadri Karaosmanoğlu okunacaksa başlanmalı ve bütün romanları bitirilmeliydi.

Bu doymak bilmeyen iştihamı elyazmalarına açtım ve sonra bu sular ülkesinde çıkılmamış küçük küçük adalar görmeye başladım. Bazıları da Bâleybelen gibi çok büyük adalardı.

Bâleybelen 16. yüzyılda bir Osmanlı’nın, Muhyî-i Gülşenî’nin icat ettiği bir yapma dil. Batı’daki şarkiyatçıların ve Türk bilim adamlarının sadece adını bildiği ama daha önce kimsenin çözemediği bir düğümdü bu. Nasıl cesaret ettiniz diye sorsam…

Fransız şarkiyatçı Silvestre de Sacy’nin Hammer üzerinden Bâleybelen’in ilk nüshasıyla karşılaştığındaki şaşkın vaziyeti beni keyiflendirmişti.

Dağcıların Himalayalar’a tırmanma arzusu gibi bir arzu duymuştum. Tepelere çıkmaktan usanmış gönlüm daha yüksek dağların şahikasını arzuluyordu.

Kolay olmamıştır zannederim…

Tabii pek çok sorunla karşılaştım. Mesela birini anlatayım: Bâleybelen’in Kahire’deki nüshasını görmek için Mısır’a gitmem gerekiyor ama o zamanlar sıkıntılı zamanlarım. Evliyim ama evimizde henüz bir koltuk takımı dahi yok, oradan anlayın. Yapı Kredi Kültür Sanat Yayıncılık’ta çalışıyordum.

Bâleybelen’in Kahire’deki nüshasını görmek için Mısır’a gitmem gerekiyor ama o zamanlar sıkıntılı zamanlarım.

O günlerde bana İsmet İnönü’nün eski harflerle tutulmuş günlüklerini getirdiler. Eski harfli bir metni alın, çamaşır makinesine atın, yarım saat sonra çıkarın. Bana okumam için verdikleri nüshanın vaziyeti buydu. Kurşun kalemle yazılmış ve üzerinden uzun vakit geçtiği için de silinmişti. Belli ki bir yığın ehlinin önüne konmuş, herhâlde müsbet bir cevap alamamışlar, ahirülemr fakire geldi.

Siz ne cevap verdiniz?

Bu çalışmadan ben de ictinap etmek istedim tabii. Bir yandan da Kahire’ye gitme arzum var. Onlar ısrarcı olunca muhasebe müdüründen bunun karşılığında Kahire’ye gidiş-dönüş uçak bileti istedim. 15 dakika sonra bilet elimdeydi.

Yayınevinin o zamanki yöneticilerinden Ayfer Tunç Hanım, bana projeksiyon makinası temin etti. Makineyi eve kurduk, sayfaları da odanın duvarına yansıtarak görünebilir hâle getirdik ve ben ağır ağır okudum. Çaresiz Mustafa’nın istikametini İsmet Paşa’nın elyazısında arayışının hikâyesi böyle işte.

Nihayetinde günlükleri bitirip bileti aldım. Sırt çantamı yüklendim, İstanbul’dan uçağa bindim, Kahire’de indim. Kendimi Nil kenarında Dârü’l-Kütübi’l-Mısriyye’de buldum. Kitabı istedim, bana gösteremeyeceklerini söylediler.

Kendimi Nil kenarında Dârü’l-Kütübi’l-Mısriyye’de buldum. Kitabı istedim, bana gösteremeyeceklerini söylediler.

Neden?

Kütüphanenin müdür yardımcısı Türklerden pek hazzeden birine benzemiyordu. Münhasıran Bâleybelen’in Kahire nüshasını görmeye gidiyorum ve kapılar yüzüme kapanıyor.

Ne yaptınız o an?

Ümitsizlik içinde Ezher’de okuyan üç dört talebenin olduğu bir masaya oturdum. Konuştuk, Tantalı olduklarını öğrenince Ahmed Bedevî Hazretleri’ni kastederek “Rahmet olsun Tanta’da medfun zata” dedim ve der demez bir güzel şirkle ithama uğradım. Bir süre sonra yanıma biri yanaştı.

“Türk müsün?” dedi. “Türk’üm” dedim. Ankara’da yüksek lisans yapan bir Kahireliydi bu. “Ne istiyorsun?” dedi. Vaziyeti anlattım. “Paran var mı?” dedi. “Var” dedim. “Aradığın kitabın künyesini kâğıda yaz, sonra da dışarıya çık, Nil’in kenarındaki banklara otur, beni bekle” dedi. Bir saat sonra yazmanın filmleri benim elimdeydi, dolarlar da onun.

Sizden mutlusu yok o an tabii. Sonra ne yaptınız?

Ertesi gün Bâleybelen’in müellifi Muhyî-i Gülşenî’nin medfun olduğu Gülşenîhane’ye gittim. Muhyî, burada İbrahim Gülşenî ve oğullarıyla birlikte yan yana yatıyor. Muhyî’nin sandukasına dokundum. Bir avuç toprak aldım kabrinden.

Vasiyet ettim, ölünce üzerime serpecekler. Arada bir hâlâ Muhyî’nin mezarına gidiyorum. Birkaç gün kalıp hassaten Muhyî’nin hatıralarında anlattığı eski Kahire’nin sokaklarında dolaştıktan sonra mesut bir şekilde İstanbul’a avdet ediyorum.

Mısır nüshasından sonraki sıkıntı Paris’teki İmparatorluk nüshasıydı. Uzun bir hikâye sonunda onu da temin ettim. Derken Hacı Selim Ağa Kütüphanesi nüshası, derken Princeton Kütüphanesi nüshası… Ardına düşünce her köşe başında karşıma çıktı Bâleybelen’in nüshaları.

Derken Hacı Selim Ağa Kütüphanesi nüshası, derken Princeton Kütüphanesi nüshası… Ardına düşünce her köşe başında karşıma çıktı Bâleybelen’in nüshaları.

Söz kütüphanelere gelmişken ilk gittiğiniz yazma eser kütüphanesini ve gördüğünüz eseri hatırlıyor musunuz?

Üniversite birinci sınıfta tezkirelerle ilgili bir ders vesilesiyle ilk kez bir yazma eseri elime aldım. Bir arkadaşımla birlikte Nuruosmaniye Kütüphanesi’ne gittik.

O zaman Nuruosmaniye faaldi, tıpkı Atıf Efendi, Ragıp Paşa, Murat Molla kütüphaneleri gibi. Kütüphaneciden Latifî Tezkiresi’nin bir nüshasını istedik. Kütüphane memurunun taaccüp yüklü bakışları arasında sayfaları karıştırdım. Muhtemelen ilk gördüğüm elyazması eser budur.

Sonra nasıl devam etti kütüphane araştırmalarınız?

İlk zamanlar, her zaman olduğu gibi daha ziyade kaza ve kaderin mutlak hükmünü yürüttüğü hâllerdi. Dost meclislerinde irfan ve ilim sahibi zevatın kulağımıza fısıldadığı sırlarla istikametimizi bulabiliyorduk. İtiraf etmeli ki, eski hocalar ekseriyetle istidadı terbiye etmezdi.

Malzemeyi kıskanırlardı. Bir akademisyen namzedini değil, bir hamalı tercih ederlerdi. Aradıkları köleleşmiş ruhlardı. Çok zaman bu hâlin değişmediğine tanıklık ediyorum. Şark’ın inkişaf etmeyişinin sebeplerinin arkasında yatanlardan biri de bu. Liyakat ve istidat çok zaman görüldüğü yerde başı ezilesi bir şey…

O zaman kitaplar rehberlik etti size…

  • Agâh Sırrı Levend’in Türk Edebiyatı Tarihi hakikaten ufuk açıcıydı.
  • Evet, ama az sayıda yol gösterici kitap vardı. Agâh Sırrı Levend’in Türk Edebiyatı Tarihi hakikaten ufuk açıcıydı.

Bir de Fuat Köprülü merhumun çalışmalarında, bir yazmaya atıf yaparken “hususî kütüphanemde” notu dikkatimi çekiyordu.

Yapı Kredi Kültür Sanat’ta çalışırken, gerek Köprülü’nün gerek Cavit Baysun’un koleksiyonlarındaki yazmalara bakma imkânı buldum. Tabii Köprülü’nün ifade tarzı, kavrayışı çok etkiliyordu beni. Tanpınar’ın

Millet Kütüphanesi Müdürü rahmetli Mehmed Serhan Tayşi hocalarımın hem meclislerine dâhil olmak hem de işaret ettikleri yazmalara nüfuz etmek imkânını elde ettim.

19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi’ndeki üslup edebî bir üslup. İnsanı akademisyenden ziyade şair kılar. Dolayısıyla Türkoloji’de, özellikle de edebiyat tarihinde takip edilmesi gereken usul Fuat Köprülü’ydü. Bu arada “Lügat okumak iyidir” derler ya, ben de çok zaman önce “Katalog okumak iyidir” bilgisine eriştim.

Kataloglar, beni gideceğim istikamete sevk ettiler. Bir roman gibi katalog okumak iyidir. Tabii ben öğrenciyken Süleymaniye Kütüphanesi’nin müdür yardımcısı, daha sonra da müdürü olan Nevzat Kaya ve Millet Kütüphanesi Müdürü rahmetli Mehmed Serhan Tayşihocalarımın hem meclislerine dâhil olmak hem de işaret ettikleri yazmalara nüfuz etmek imkânını elde ettim. Bunu da söylemeden geçemem.

Geçen sene bu zamanlardan beri Cemalettin Server Revnakoğlu arşivinden hareketle son dönem Türk edebiyatının, musikisinin ve tekkelerin mühim simalarına dair önemli yazılar yayımlıyorsunuz. Revnakoğlu’na nasıl yolunuz düştü?

Son çalıştığım metin Tokadî Mustafa Efendi’nin Tahbîzü’l-Mathûn adlı İbn Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıb tercümesiydi. Bu her cihetten çok ağır bir metindi. Öncesinde bir Kamus tecrübesi vardı ama el-Kanun, ehramın da ehramıydı. Onu çalışırken 600-700 yazma tıp metninin arasında dolaşarak yolumu bulmaya gayret ediyordum.

Son çalıştığım metin Tokadî Mustafa Efendi’nin Tahbîzü’l-Mathûn adlı İbn Sina’nın el-Kanun fi’t-Tıb tercümesiydi.

Son zamanlara doğru arada bir dinlenme sadedinde, neyzen bakışıyla Revnakoğlu dosyalarına gözüm ilişiyordu. Geçen sene şubat ayında, tam da bu mülakatın gerçekleştiği yerde, el-Kanun fi’t-Tıb bitmiş, onun önsözünün son notlarını düşüyordum. Dostlara Revnakoğlu ile ruhumu ve gönlümü eğlemek istiyorum dedim.

Onlar benden böyle bir şeyi beklemiyorlardı, zira büsbütün yeni edebiyatın, yeni kültürün metinleriydi bunlar.

Peki Revnakoğlu evrakı nasıl intikal etmiş kütüphaneye?

40’lı, 50’li, 60’lı yıllarda İstanbullu münevverlerin vefatlarından sonra şehri fareler bastı. Bir yağma, bir talan, bir buhran devri…

Revnakoğlu, bu münevverlerin vefatlarının ahirinde terekelerinin nasıl yağmalandığını yazılarında daima ızdıraplı bir dille anlatır.

Sertarikzade Tekkesi’nin son şeyhi Eyüp Camii’nin imamı Raşid Efendi’nin 97 eserinin torunları tarafından nasıl haraç mezat eskicilere -o zamanki tabirle koltukçulara- satıldığını ve çocuklarının bir mezar taşı bile dikmekten aciz kaldıklarını anlattığı satırları hatırlıyorum şimdi.

Cemiyetin hâli böyleydi ve Revnakoğlu “öldüğünde geride bir vârisi olmadığı için taşı dikilemedi, yazık” şeklinde ünlem dolu cümlelerle birçok kişiyi tarif ederdi. Akıbet, Revnakoğlu, 1967’de vefat ettiğinde yapayalnızdı.

Turgut Kut Hoca, vefatından sonra evine gittiklerinde gördükleri vaziyeti bütün teferruatıyla bana anlatmıştı.

Çok önce annesini, daha sonra da babasını kaybetmişti. Turgut Kut Hoca, vefatından sonra evine gittiklerinde gördükleri vaziyeti bütün teferruatıyla bana anlatmıştı.

Nerede oturuyormuş?

Revnakoğlu, Balat’ta, Fethiye’de ara sokakta bir ahşap evcikte yaşamış. Hiç evlenmemiş. Yaşadığı yere gittim, bir yaşlıyı buldum. Revnakoğlu’nun evini sordum. “Saraylıların evi mi?” dedi. Annesinden dolayı öyle anılıyorlardı. Elimden tuttu ve bir trafoyu göstererek evlerinin burada olduğunu söyledi. “O da senin gibi uzun saçlıydı. Arada bir görürdük” dedi.

Vefatından sonra ardında neler bırakmış peki?

Revnakoğlu toplayan, en nadideleri, en kıymetlileri, en unique’leri toplayan adamdı. Bununla da kifayet etmeyerek tasavvufa müteallik enstrümanlar, emsalsiz tarikat kisveleri ve taçlarıyla, hat şaheserleriyle dolu evi bir müze gibiymiş.

Halil Can ile Abdülbaki Gölpınarlı’nın delaletiyle müsveddelerinin yer aldığı 350 dosyası Galata Mevlevihanesi’ne intikal etti. Dosyaları bu şekilde kurtarıldı ama mütebakisi yağmalandı. Zeytinyağı kutularında harcayamadığı bir miktar parası çıktı, onlar da Millî Emlak’a intikal etti.

Mezarlıklar Müdürlüğü’nde çalıştığı hâlde kendisine bir mezar taşı dikilemedi. On iki ay önce Revnakoğlu’nu çalışmaya başladığımda hazretin mezarını bulup hürmeten yaptırmaya niyetlendim. Zira kayıtlar, cenaze namazının az bir cemaatle kılındığını, duasını da mezarının başında Nureddin Dergâhı şeyhi Muzaffer Efendi’nin yaptığını, kötü bir taş ustasının elinden çıkma öylesine bir levhanın da mezarına konulduğunu söylüyorlardı.

Bir dostumun vesilesiyle kabrinin Edirnekapı’daki Necati Bey Mezarlığı’nda olduğunu, ancak üzerine defin yapıldığı, yerinin bilinmediği bilgisine ulaştım. Yağmurlu bir günde Edirnekapı’ya gittim.

İliklerime kadar işleyen bir yağmurun altında dört saat boyunca hazretin mezarını aradım, ancak bulamadım. Dahası üzerine kimin defnedildiğini de bilmiyordum. Onu son görenlerden Turgut Kut’a başvurdum. Sağ olsun, mezarının bir fotoğrafını bana temin edebileceğini söyledi.

Neşrettiğiniz arşive geri dönersek... Daha önce bu arşiv üzerinde bir çalışmanız olmuş muydu?

Revnakoğlu’nun tuttuğu 350 büyük dosya Süleymaniye Kütüphanesi’ne çok geç bir tarihte Galata Mevlevîhanesi’nden gelmişti, henüz dijital ortama aktarılmadığı zamanlardaki perişan ve pejmürde hâllerini görmüştüm.

Revnakoğlu dendiğinde akla hemen yazısının zorluğu geliyor, değil mi?

Evet, yazısı müşkildi. Ne olmuş ki! Bir meleke kesbetmek, dolaştığı dünyanın kavramlarına aşina olmak gerekiyordu. Dağ ne kadar yüksek olsa, üstünden yol aşar derler. Dosyaları, üzerinde çalışmayı ilan ettikten sonra bidayetinden nihayetine hallaç pamuğu gibi dağıtmaya karar verdim.

“Bundan Ziyâde Mevcûddur”
Nihayet

Revnakoğlu, yarım yüzyıl boyunca nerede bir cevher, bir güzide insan varsa onunla konuşmuş, halleşmiş, onu anlamış ve anlatmıştı. Neşre muvaffak olamadığı, hep müsvedde hâlinde, dağınık notlar manzumesiydi bunlar. Önce Dergâh’ta Neyzen Tevfik’le ilgili bir yazı neşrettim.

Sonra Akif merhumla karşılaştım. Revnakoğlu, Akif’le hemhâl idi. Bir yazısında Akif’in babası Temiz Tahir Efendi’nin bütün Balkanlar’da okunan Arnavutça Mevlid’in sahibi olduğunu söylüyor ve uzun uzadıya anlatıyordu. Bu delice hikâyeden Balkanlar da bihaberdi. Bu yazıyı neşrettim.

Sonra Akif’in bilinmeyen bir güzel şiiri geldi. Sonra Yahya Kemal’in Üsküp’teki şeyhinin ilk kez yayımlanan hayat hikâyesi ve karşılıklı söyledikleri şiirler… Burada Dergâh’ın yayın yönetmeni Ali Ayçil’in gerçekten inadı ve cevherin farkında oluşu mühimdi. Biliyordum daha en başta ölüler diyarında tambur çaldığımı, sağırlar ülkesinde ayin okuduğumu.

Dostlara şöyle söyledim: On iki ay boyunca bu muhit görmezlenecek. On iki ay sonra Revnakoğlu kelimeleri dökülmeye başlayacak ağızlarından. Yabancısı değildim ki, bu muhitin bir mensubuydum. Nihayet tam on iki ay sonra Revnakoğlu’nun sesi duyulur oldu vasıtanızla.

Estağfirullah. Peki Revnakoğlu bu devasa müsveddelerini neden yazıya ya da kitaba dönüştüremedi sizce?

Bu işe giriştiği 1930’lardan itibaren herkes onun İstanbul’un tarihini ve tarikatlar tarihini yazdığını biliyordu.

Bu büyük çalışmasını neşre bir türlü muvaffak olamamıştı ama müsveddelerine “Revnakoğlu’nun yayımlanmamış tarikatlar kitabından” şeklinde referanslar veriliyordu.

Neşredememesinin sebeplerine gelince: Evvela o, İstanbul’u toplamak istiyordu ve İstanbul’u bir şeye tahsis etmemişti. İstanbul onun için birçok şeydi. İstanbul’un yüzlerce hafızını, kurrasını, musikişinasını, edebiyatçısını, tuluatçısını, karagözcüsünü, müezzinini yazdı.

İstanbul’un 450 tekkesinin tarihini, bu 450 tekkesinin bütün şeyhlerini, bulabildiğince bu şeyhlerin halifelerini, tekkelerin zâkirlerini, hâssaten ahir zaman şeyhlerini uzun uzadıya yazdı. Mescitleri, camileri, müderrisleri yazdı.

O bu büyük şehrin kapılarından girilebildiğini ama çıkılamayacağını anlayamadı. “Küllü nefsin zâikatül mevt” sırrına bir türlü eremedi. Bütün İstanbul’un, istisnasız her mezar taşına dokunmuş ve her mezar taşını okumuş adamdı ama manayı idrak edemedi. Elini sıkı tutması gerektiğini kavrayamadı. Karşılaştığı servetten sarhoştu. En meçhul sırların ve cevherlerin kendisinde olduğunu biliyordu. Ben de şimdi çalışırken onun bildiğini biliyorum ve mestim. Kimleri bilmiyordu ki...

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’in çırağıydı. Ahmed Rasim’le oturup kalkıyordu. Halid Ziya’yı biliyordu. Küçük Hüseyin Efendi’nin bütün halifelerini çarşıda pazarda görmüş ve tanımıştı.

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’in çırağıydı. Ahmed Rasim’le oturup kalkıyordu. Halid Ziya’yı biliyordu. Küçük Hüseyin Efendi’nin bütün halifelerini çarşıda pazarda görmüş ve tanımıştı.

İstanbul’da temas kurmadığı Bektaşî şeyhi, halifesi, dervişi kalmamıştı. Her tarikatta ayine iştirak ediyor, zikre dâhil oluyor, şeyhlerle halvete çekilebiliyordu. Onların bilmediği sırlara da sahipti, metinlerini biliyordu.

Bütün zamanların en deruni tasavvuf sözlüğünü, hazırlıyordu. Bütün yazarların terekelerine rızaları dâhilinde el koyuyordu.

Bütün Boğaz’ı, Kadıköy’ü, ta Yakacık’a kadar, Edirne’ye kadar bütün bir Trakya’yı dolaşıyordu. Şehri yirmi dört saat yaşıyordu ve dökülüyordu içine. Yazıyor, yazıyordu. Bitmiyordu. Dolu bir kâğıdın boş kenarlarına, bir mecmuanın aralarına yazıyordu. Hat cihetinden bazen zalimce yazıyordu bazen okunaklı. Sayfalar, pusulalar karışıyordu.

O da bu dosyaların arasında kayboluyordu doğal olarak…

Tabii. Bir süre sonra neyin nerede olduğunu artık bilemez olduğunu zannediyorum. Malzeme onu boğmaya başlamıştı. İnsanın aklına dumur gelir hakikaten.

Birtakım tasnif tecrübeleri varsa da bütün bir mazi, Yusuf’un kuyularına dönmüştü. Her bir kuyu, Revnakoğlu’nu içine çekiyordu. Tükenmeyen bir malzemeyi mahdut sayfalara sığdırmaya çalışan bir ahmağın hikâyesi bu aynı zamanda. Namazın bile başı sonu olurken bu iş bir zamanla mukayyet değildi. Yazıyordu...

Bazen kendini Erzurum’da bulurdu. Adı “Erzurumiyatçı”ya çıkacak kadar Erzurum üzerine çalışmıştı. Yüzlerce mektup geliyor, yüzlerce mektup da kendisinden gidiyordu. Şeyhler, edebiyatçılar, münevverler tazim ediyordu onu. Bir yol bulmuştu hâle ve maziye; bir yol bulmuştu hâl ve mazi ona. Ve bir güzel lisana hâkim ve vâkıftı. Yazıyordu, ama dedim ya sınırları olmayan bir dünyada sınırlı bir ömrün nefesini tüketti Revnakoğlu.

Revnakoğlu arşivinden yola çıkarak önümüzdeki günlerde nasıl bir yayın faaliyetine girişeceksiniz.

Evvela simaların biyografilerini neşre devam edeceğim. İkincisi İstanbul’un muhitlerine göre tekkelerini tasnif ettim.

Eyüp tekkelerini bitirmek üzereyim. Sonra Suriçi İstanbul’una intikal edeceğim. Eyüp’te 45 kadar tekke vardı. Suriçi’nde 250 kadar… Sonra Haliç, Beşiktaş, Kadıköy ve Boğaz diye devam edeceğim.

Üçüncü olarak Revnakoğlu’nun tasavvuf sözlüğüne dair notları var. Onları da bir tasavvuf sözlüğü olarak neşre hazırlayacağım. Bütün bu çalışmaların hülasası ise şu olacak: Çok zamandır insanlar İstanbul’da taşa ve tuğlaya bakıyor.

Çok zamandır insanlar bir müsteşrik edasıyla şehri kavrıyor ve görüyor. Çok zamandır kılavuzlar üstünkörü bilgilerle, manadan ve derunilikten mahrum bir şehrin ancak şeklini taliplerine gösteriyorlar. Bense arka planı, kaynakçası ve referansları Revnakoğlu’ndan mülhem İstanbul’a dair büyük bir şehir rehberi hazırlamak istiyorum.

Revnakoğlu sermayesinin üstüne güncel bir dille ve mütebaki çalışmalardan da istifade suretiyle bir büyük, hacimli İstanbul şehir rehberi. Edirnekapı’dan girip Vezneciler’e intikalinde o caddenin bütün maddesi ve manası, musikisi, hafızları, kurraları, yerli yerince miktarınca o caddenin minarelerinde okunan ses, kubbelerinde çınlayan Kur’an, eski hayatımız, eski hayat telakkilerimiz, hepsi olsun istiyorum. Sahn-ı Seman’ın müderrisleri rahlelerinde Kadı Beyzavî okusunlar, medreseler görünsün yol boyunca, arif insanlarla hemhâl olsunlar cadde boyunca.

Şehri birçok cepheden görsünler, ama en çok manayı duysunlar. Taşa, toprağa biraz takılsınlar, sonra ötesine geçsinler. Eski mezar taşlarının başlıklarına, yazılarına kadar gidebilsinler. Bakışları kimya eserli şeyhlerle de karşılaşsınlar. Bir cihan devletinin özene bezene var ettiği şehri görsünler.

  • Artık Ceylanın Acısını Duyuyorum

  • Siz eskiden tenkidî yazılar da kaleme alırdınız. Fakat birden kesildi o tür yazılarınız. Bir sebebi var mı? Son tenkidimi yazdığımda tenkidin muhatabı delikanlı bana bir e-posta yazdı. Dost bildiği hasımlarının o tenkidi nasıl çoğaltıp yaydıklarını, kendisini nasıl müşkül bir vaziyete düşürdüklerini hazin bir dille anlattı. Tam o günlerde babam hastalığının son demlerindeydi. Vaziyetinin giderek ağırlaştığı bir dönemdi. Yanında elini tutup otururken televizyonda bir belgesel gördüm. Babam bir belgesel izlemeyi çok severdi, bir de futbol. Belgeselde de aslan kovalayacak, ceylan kaçacak, en çok bu sahneleri severdi. Tam babamın sevdiği türden bir belgesel gördüm: Aslan kovalıyor, ceylan kaçıyor. Seyretsin diye onu ekrana doğru döndürdüm. Babam kafasını çevirdi. Ne olduğunu anlayamadım. Birkaç defa teşebbüs etmeme rağmen her defasında ekrana bakmayı reddetti. “Baba ne oldu?” dedim. Kulağıma eğildi, “Artık ceylanın acısını duyuyorum” dedi. O cümleden sonra yukarıda bahsettiğim delikanlının acısını ben de duydum ve kalemimi tenkide uzatmamaya yemin ettim.