Osmanlı’dan dijitale süreli yayın ruhu: Selahattin Enis’i hatırlamak neden yeniden önemli?

TAHSİN YILDIRIM
Abone Ol

Türk edebiyat tarihinin adı unutulan meçhul meşhurlarından olan gazeteci, yazar Selahattin Enis Atabeyoğlu (1892 -11 Haziran 1942) babasının mesleği gereği Osmanlı coğrafyasının birçok bölgesinde yaşamış, o coğrafyanın insanını kültürünü tanımıştır. 1923 yılında Suat Hanım’la evlenen Selahattin Enis’in tek çocuğu olan Cem Atabeyoğlu (1924-2012); gazeteci, spor yazarı ve tarihçisidir.

Selahattin Enis, eserlerinde kişitoplum ilişkilerini natüralist bir anlayışla ele almış, feminizmin karşısında durmuş ve bu yüzden de eleştirilmiştir.

Eğitim hayatına Konya’da başlayan yazar Darülfünunda önce Tıbbiye’ye girip, kısa süre sonra bırakıp hukuka başlamışsa da I. Dünya Savaşı’nda askere alınmasından dolayı yüksek öğrenimine ara vermek zorunda kalmıştır. Gazeteciliğinin yanı sıra memuriyet hayatına da giren Enis; en son Denizbank ve Denizyolları kadrosunda idare kâtibi ve müfettiş olarak çalışmıştır.

Matbuata Üsküdar İdadisinden hocası ve Tanîn gazetesinin sekreteri ünlü İttihatçı Muhittin Birgen’in teşvikiyle 1910’larda intisap eden Selahattin Enis 1919 yılında Kaplan adlı dergiyi ve ölümüne yakın çalıştığı kurum adına Devlet Denizyolları ve Limanları Mecmuası’nı çıkarmıştır. Kehkeşan, Safahat-ı Şiir ve Fikir, Rübab, Diken, Resimli İstanbul, Süs, Şebab, Payitaht, Alemdar, İkdam, Vakit, Cumhuriyet, Son Saat, Son Telgraf, Son Posta gibi farklı süreli yayınlarda eserleri yayınlanmıştır.

Edebî şahsiyeti

Vahit Tane'nin yaptığı “Selahattin Enis Atabeyoğlu'nun Hayatı ve Eserleri Üzerine Bir Araştırma” başlıklı doktora tezine göre şiir ve edebiyata hevesi çok küçük yaşlarda başlayan yazarın “Gurup ve Guruptan Sonra” adlı yazısı 30 Ağustos 1909 tarihli Resimli İstanbul mecmuasında yayınlanmıştır. Bunun ardına birçok eseri yayınlanan Selahattin Enis'in hayatta iken yayınlanan eserleri dışında sonradan yayınlanan ve yayınlanmayı bekleyen eserleri de bulunmaktadır. Ahmet Yesevî Üniversitesinin online olarak yayınladığı Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde ilgili maddeyi yazan Celal Aslan’ın yazdığına göre: Rübapçılar olarak bilinen edebî kadronun Fecr-i Âti’ye karşı yürüttüğü polemiklere Selahattin Enis de yazılarıyla destek vermiştir. Yazarın yakın dostu Şahabettin Süleyman’ın da Rübab’tan ayrılmasının ardından 1912-1914 aralığında Kehkeşan ile Safahat-ı Şiir ve Fikir adlı dergilerde yazıları yayınlanmıştır. Nevsâl-i Millî’de çıkan “Bir Kadının Son Mektubu” adlı hikâyesi yazarın tanınmasını sağlamıştır. Hastanede ölmek üzere olan fahişe bir kadının yazdığı mektup tarzındaki bu hikâye, dönemin okurlarınca gayriahlaki bulunmuştur. Ancak Selahattin Enis, kamuoyunu ve edebiyat çevresini kışkırtıcı tarzda hikâye ve yazılar yazmaktan vazgeçmemiştir. 1920 yılında Şebab dergisinde yayımlanan “Dayak” adlı yazısı uzunca süren tartışmalara neden olmuştur.

Neyzen Tevfik.

Selahattin Enis, eserlerinde kişi-toplum ilişkilerini natüralist bir anlayışla ele almış, feminizmin karşısında durmuş ve bu yüzden de eleştirilmiştir. O, toplumun en olumsuz gördüğü hadiseleri bile yazmıştır. Arsin Asaduryan ve Mahdumları Matbaası’nda 1914’te basılan hâlâ Latin harflerine aktarılmamış olan Nevsâl-i Millî”de Şahâbeddin Süleyman’ın kaleme aldığı “Selahaddin Enîs Bey” başlıklı yazı da onun nev-i şahsına münhasır bu hususiyeti için şunlar yazılmıştır: “Selahaddin Enîs’in bir husûsiyeti de temiz olmayan şeylere karşı gösterdiği meclûbiyet-i rûhîyedir. Bu çok garip bir keyfiyettir. Onun nazarında faziletle fezâhet, temizlikle pislik bir esâs-ı müşterekten neş’et etmiş, ancak telakkî ile değişen aynı şeylerdir. Bu sebeple bazan bir köpek lâşesini, bir insan na’şını, bir dilencinin başından iç çamaşırına kadar her şeyini bilâ-istikrâh seyretmekten ve göstermekten çekinmez. Bundan dolayı ekser mevzû’larını hayatın en pis ve iğrenç noktalarında taharrî eder. Bundan başka Selahaddin Enîs kavâid ve mukaddesât-ı ahlâkîyeye karşı biraz fazla lâkayddır. Ve büyük eserlerini henüz neşretmemesine mühim bir sebep de budur. Selahaddin Enîs henüz pek gençtir. İstikbal ondan çok şeyler bekliyor...”

Şöhret kapılarını aralayan roman: Zaniyeler

Eserlerini iyi bir gözlemci olarak kaleme alan Selahattin Enis, Zaniyeler’e kadar sadece edebiyat dünyasının tanıdığı bir isim iken bu romanla herkesin dikkatini çekmiştir. I. Dünya Savaşı’nın kanayan yarası olan yokluğa ve fuhuşa yer veren Zaniyeler: İstanbul’da savaş şartlarından dolayı sokaklara düşen bir hayat kadını konu edinmiştir. Selahattin Enis, bu eserinde yokluğun getirdiği çaresizliğe, çarpık toplumsal yapıya, fırsatı ganimet bilen tiplerden geçilmeyen çalkantılı yıllara yer vermiştir. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü’nde ilgili maddeyi yazan Celal Aslan’ın yazdığına göre: “Latin harfleriyle yayımlanma şansı bulan Zaniyeler romanı ile şöhret kazandı, diğer romanlarının da Latin harfleriyle yayımlanmasıyla romanlarının tamamı okurla buluşma olanağı buldu. İlk romanı Neriman’da Mehmet Rauf etkisi, daha sonraki eserlerinde ise Servet-i Fünun’un dil ve üslup kullanımları dikkat çekti. Romanlarında Tevfik Fikret’in şiirlerinden alıntılar ve karamsar şiirlerinden mülhem tasvirler yaptı. Sanat anlayışında natüralist yaklaşım ve Émile Zola etkisi belirgin bir biçimde görüldü."

Şöhrete bakışı

İnhisar-ı şöhretten en az nasiptar olan Selahattin Enis, çıkardığı Kaplan dergisinin 23 Eylül 1919 tarihli ilk sayısında yer alan “Kaplan Mesleği ve Hücum Sahaları” başlıklı yazısında insanların zorbalıkla değil sevgiyle, adaletle yönetilmesi gerektiğini ifade edip herhangi bir sahadaki şöhreti de kullanarak baskıyla yönetilmek istenmesinin kuzuyu kurda çevireceğini yazmıştır. Birçok yazısında şöhretin afet olduğuna vurgu yapan Selahattin Enis, “Palet” imzasıyla kaleme aldığı Kaplan dergisinin 14 Kasım 1919 tarihli sayısında yer alan “Kapanan Resim Sergisi Dolayısıyla” başlıklı yazısına göre: “Zira unutmayalım ki şöhret pek tehlikeli bir duvardır ki bozuk ve noksan bir taş bu binayı çökertmezse bile metanet ve salabetine [sağlamlık] vehn [zayıflık] ve halel [bozuklu] irae eder [gösterirmek].” Şebab mecmuasının 10 Eylül 1920 tarihli sayısında yayınlanan “Haftanın Musahabesi”nde özelde genç edebiyatçılara genelde topluma ve şöhrete değil, ahlaka ve meziyetlere güvenilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ona göre sel gider, kum kalır. Gençlik bu sel altında kum olarak kalmaya çalışmalıdır. Yoksa içi boş gürültülü bir teneke hâlinde bu sel üstünde sahilden sahile çarparak akıp gitmeye değil, eserleriyle varolmaya yelken açmalıdır. “Bir gün sel durup suyu çekildiği zaman sahile gelenlerin seyelan-ı bakiye olarak ortada bulacakları bir kum yığınından başka bir şey olmayacaktır. Gençlik ani ve sâri şöhretlere aldanıp bu sel üzerinde bu teneke gibi gürültülerle yüzmeğe değil bu sel altında mütevazı ve sessiz bir kum tabakası gibi terakim etmeğe gayret eylemelidir. Şöhret tehlikeli bir merdivendir, birinci kademeden sekizinci kademeye fırlamak isteyenler ve mukaddesata hücum ile istisal-i şöhrete kalkışanlar bir gün tepesi takla beyni üstüne düşmeğe mahkûmdurlar. Bundan dolayıdır ki gençler bu merdiven önünde daima mütayakkız ve basiretkâr durmalı ve mukaddesata saldırarak şöhret koparmağa asla heves etmemelidirler. Şunu her genç, dimağına hak etmelidir ki şöhret mukaddesata hücum etmekle istihsal edilmez ve böyle istihsal edilen şöhret ise menfî olup sahibi için şeref-bahş olmaz.”

Şöhret ve ikbalden kaçan Neyzen Tevfik

Hayatın faniliğini dil ile ikrardan başka hayatı ile de gösteren Mehmet Tevfik Kolaylı namıdiğer Neyzen Tevfik, giydiği pejmürde kıyafetlerle dünya malına değer vermeyen, haksızlıklar karşısında susmayan bir derviş olarak tanınmıştır. Dâhi mi deli mi olduğu hâle bağlı olarak değerlendirilen Neyzen Tevfik zıt fikirler arasında gelgitlerle rindane bir hayat yaşamıştır.

Uçlarda dolaşan Neyzen Tevfik, Selahattin Enis’in de kalemine girmiştir.

Uçlarda dolaşan Neyzen Tevfik, Selahattin Enis’in de kalemine girmiştir. İkdam gazetesinin 8 Eylül 1924 tarihli sayısında yer alan “Neyzen – 1” başlıklı yazısına göre hayatında şöhretten ve ikbalden daima kaçmış ve hatta onlardan daima nefret etmiş, büyük ve müstağni sanatkâr Neyzen Tevfik’in şöhret ve ikbalden kaçtıkça ona daha çok yakalandığını yazmıştır. Kendi eserinden bahsedilmesinden memnun görünmeyen Neyzen Tevfik’i Çemberlitaş’ta Vezir Hanı’nda rast gelen Selahattin Enis, 13 Eylül 1924 tarihli İkdam’da yer alan “Neyzen – 2”de şöyle anlatmıştır: “O, şöhretin insanlarda hasıl ettiği beşeri zaaflardan o kadar müstağni bir insan, şöhretin bin takdir ve alkışına karşı kulaklarını tıkayıp sırtını çevirerek kunduraları ve eski elbisesi içinde ruhunun bülend ve mürtefi vakarıyla yaşayan öyle büyük bir sefil idi ki birçok insanlar için hayatta vasıta-i itila olan şöhret, onun nazarında iğrenç görünüyordu. Zira o insanlığın rüya şeklinde gördüğü şöhretin ta zirvesine ve merkezine çıkmış. Onu avucuyla kavramış fakat bu cazip şeyin hakikatte ne kadar boş ve kof olduğunu görerek onu o yüksek zirveden aşağıya fırlatıp atmıştı.”

ŞÖHRET

Hepsi gençtiler, hepsi meşhur olmak istiyorlardı… İçlerinden her biri diğerinin kazanacağı mevkiye çıkamamak, yükselememek için ayaklarına ince tuzaklar kuruyorlar, onu düşürmeğe, devirmeğe çalışıyorlardı; fakat hepsi böyleydi. Hepsi birbirine karşı daima yalancı, daima riyakâr bulunuyorlardı.

Hepsi gençtiler, hepsi meşhur olmak istiyorlardı. İçlerinden her biri diğerinin kazanacağı mevkiye çıkamamak, yükselememek için ayaklarına ince tuzaklar kuruyorlar, onu düşürmeğe, devirmeğe çalışıyorlardı; fakat hepsi böyleydi. Hepsi birbirine karşı daima yalancı, daima riyakâr bulunuyorlardı.

Ellerinin sıkışlarında çürütmek, üzmek isteyen gizli bir şiddet ve râşe vardı. Gözlerinin bakışlarıyla birbirlerini yemek ve eritmek isterlerdi. Dudaklarının hareketlerinde hakiki bir istihza titrer ve uçuşurdu.

Hepsi gençtiler, hepsi meşhur olmak istiyorlardı… Ceplerinde yalnız bir şey vardı ki onu bir hokka gibi yanlarından ayırmazlardı:

Ayna!.. Bazen en büyük adamın kim olduğunu kendi kendilerine sorarlarken bu aynaya bu hodbin aynasına bakarlar ve orada kendi çehrelerinin hayallerini görürlerdi…

Önlerinde yüksek, harap ve pek taşlı, dikenli bir dağ vardı.

[Selahattin Enis, “Şöhret”, Rübab mecmuası, 6 Eylül 1328/ 19 Eylül 1912, S. 35, s. 304-305.]

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.