Şair ve ben

KEMAL SAYAR
Abone Ol

Sesindeki üzgün tını ve beklediği doktor olmadığıma dair yorumu, beni içimdeki o ezelî soru ile yüzleştiriyor: Zaman içinde kendi özüme yabancılaşmış olabilir miyim? Bana o şiiri yazdıran saflık ve duruluktan uzaklaşmış, bir mesleğin adamı olmuş, dünyaya çokça sokulmuş olabilir miyim?

Kendi hakikatine sadık kalabilen insan ne yiğit bir insandır. İç sesini dinler o, duyduğu hoşuna gitmese bile. Bir yalanın onu avutması yerine, hakikatin incitmesine razıdır.

“Bir odada iki kişi buluştuğunda” diyor William James, “aslında altı kişi vardır. Kendimi gördüğüm hâlimle ben, onun beni gördüğü hâliyle ben, benim onu gördüğüm hâliyle o, onun kendisini gördüğü hâliyle o, gerçekte olan ben ve gerçekte olan o”. Çok mu karmaşık? Dünyaya bıraktığımız izler, varlıktan yansıyan gölgeler bazen kendi gerçekliğimizin yerine geçer. Mağaranın dışındaki gölgeleri hakikat zannettiğimiz çok olur.

İnsanların gözünden nasıl göründüğümüzü önemseriz, kendi değer ve özsaygımızı biraz da buradan devşirir ve iyi bilinmeye gayret ederiz. Yazdıklarımızın, yaptıklarımızın takdir görmesi bizi kıvandırır ve aldığımız bu onay, âdeta boşa yaşamadığımızı, varlığımızın bir amaca hizmet ettiğini teyit eder.

  • “Ben Rüknettin’in şairine gelmiştim” diyor, sesi bir hayal kırıklığının içine bükülerek. Bir ikindi yağmur alıyor sesinde, bir düş serazat kollarını açarak uçurum aşağı süzülüyor. Bir şifacı arıyor; bilge bir hekim, sözleriyle şifa veren bir şaman. Ben o değilim. Aradığınız kişi artık burada oturmuyor. Tıp eğitimi almış, psikiyatri tahsil etmiş, teşhis sanatında yıllar içinde ustalaşmış, ilaçları nasıl kullanacağını bilen bir doktor var karşınızda. Şiirden anlarım ama size şiir söylemeyeceğim. Bir kaza oku, önce onun sonra benim kalbimi deliyor.

Terapiye önceden tanıdığımızı sandığımız birisiyle karşılaşmaya gelmek: “Ben Rüknettin’le konuşan doktoru arıyorum. Sizin isminiz çok büyümüş, Rüknettin’in doktorunu köşelere itmiş, onu ezip geçmiş” diyor. Her terapi bir buluşmadır; bir karşılaşma, insanlığımızı birbirimizin aynalarında seyretme imkânı. Modern Batı’da geliştirildiği biçimiyle bir seküler itiraf ayini. Biz ona bu topraklarda manevi bir soluk üfleyebilirsek eğer, daha fazlası olacak.

Hakikat incitsin seni, bir yalan avutacağına
Nihayet

Yücelttiğimiz kişiyi, kendi alicenaplığımızdan göklere çıkarıyor olmayabiliriz. Derdimiz bize göre öylesine büyük, yaralarımız o kadar ulaşılmazdır ki onu sıradan bir doktorun anlayabileceğine ihtimal vermeyiz. Bazen kibir yaralarımıza saklanır.

Onun anlaşılabilmesi bizim acı çeken melekler katından yeryüzüne düşmemiz demektir; kanatlarımız yanmış, bir boran bizi yeryüzünde sığınacak bir kovuk aramaya mecbur etmiştir artık. İnsanlar bize baktıklarında öfkeli birini görürler, hayır bazen sadece üzgünüzdür ve üzgünlüğümüzün fark edilmesini ister, bağırır çağırır, etrafı gürültüye veririz.

İçine gömüldüğümüz evren

Sesindeki üzgün tını ve beklediği doktor olmadığıma dair yorumu, beni içimdeki o ezelî soru ile yüzleştiriyor: Zaman içinde kendi özüme yabancılaşmış olabilir miyim? Bana o şiiri yazdıran saflık ve duruluktan uzaklaşmış, bir mesleğin adamı olmuş, dünyaya çokça sokulmuş olabilir miyim? Artık yirmili yaşlarımda değilim, bir duygunun sarhoş edebildiği adam değilim, sevdiklerimi toprağa verdim, o kadar içine gömüldüm ki acıya âdeta uyuştum. Melankoli, her seferinde çok meşgul bir adam bulunca karşısında, mutat ziyaretlerinden vazgeçti. Hüzün size bir şeyler sunmak ister, o bağışa gönlünüzü açmazsanız, sizi terk eder. Kelebekler çiçek tozlarını getirmiyorsa odanıza, belki de pencereleri açmayı unutmuşsunuzdur.

İçine gömüldüğümüz evreni mutlak zannediyoruz. Rahatlık alanımızdan dışarı çıkmak gerek, üzerimizde unvanlarımızdan ve şanlı zaferlerimizden bir hale taşımaksızın insan yüzlerini dolaşmak, pişmekte olan bir yemeğin kokusunu içimize çekmek, kalabalığın içinde bir fâni olduğumuzu idrak etmek gerek. “Size hemen anlatamayacağım şeyler var” diyor, tamam buna alışığım. Ruh ayarı olmadan, ruhlar birbirine ayarlanmadan, insandan insana bir köprü kurulmuyor. Bir yaşantı içimizde olgunlaşmadan dışarı çıkmak, söze dökülmek istemiyor. Ama galiba o bir imkânsızı arıyor. Kaybolmuş bir şair, az bilinen bir yolda, ansızın onun karşısına çıksın ve bütün derdini dinlesin.

Onunla konuşsun, ona derdini hafifletecek tılsımlı sözler söylesin. Ah, o kadim hikâyelerde olmuyor muydu? Mesela bir Sadi, bir Attar hikâyesine karışsak da orada karşılaşsak... Yaşadığımız ve söylediğimiz her şey, bir hikmete bağlansa sonra. Sonra, sen, ben ve okuyucu o hikâyeden mutlu mesut ayrılsak.

İnsan olarak en çetin uğraşımız sahici ve halis olabilmek. Sözü ortamına göre eğip bükmemek, kendi olmak cesaretini gösterebilmek, kalabalığın isterisine kapılıp gitmemek. Selamet der kenarest.

Özü sözü bir, hayallerine ve değerlerine sadık insan olarak, iç bütünlüğünü büyütebilmek. Çakallaşmamak. Kendi hakikatine sadık kalabilen insan ne yiğit bir insandır. İç sesini dinler o, duyduğu hoşuna gitmese bile. Bir yalanın onu avutması yerine, hakikatin incitmesine razıdır. Şairsen başkasının alkışına, medh ü senasına aldırmamak mesela, kendi zaaflarını bilerek yola devam etmek. İşte en zoru bu, yaşlandıkça övgülere daha çok bağımlı hâle geliyoruz. Hz. Resul (sav), “Sizi övenlerin yüzüne toprak saçınız” diyor. Bu dünyada yapıp ettiğimiz şey ne için? Kendi zavallı benliğimizi büyütmek mi derdimiz? Yoksa bir kutlu ülkünün toprağının tozu olmaya mı talibiz?

Düşmanlığımız ve dostluğumuz sadece nefsimiz için mi? Dünyayı biteviye bir sahne olarak gördüğümüzde, oynamaktan kendimiz olmaya sıra gelmiyor. Mış gibi hayatların maskeli balosu. Bulunduğu her ortama göre renk ve fikir değiştiren bukalemun kişilikler. İnsan çağımızda hep yorgun: oynamaktan, örtmekten, gizlemekten, kendisi olmaya giden yolu yürüyememekten yorgun. Oyuncu benliklerin sahici benlikleri gizlediği gösteri toplumunda, aldığımız alkış kadar var olduğumuzu sanıyoruz.

Mesela bir Sadi, bir Attar hikâyesine karışsak da orada karşılaşsak... Yaşadığımız ve söylediğimiz her şey, bir hikmete bağlansa sonra. Sonra, sen, ben ve okuyucu o hikâyeden mutlu mesut ayrılsak.

Aradan birkaç gün geçmişti ki, posta kutuma, çok yakınlarda gördüğüm bir başka danışanımdan bir sitem mesajı düştü: “Tıkıştırılarak dolaba konmuş bir yığın kıyafetin, kapağı açar açmaz üzerinize dökülmesi gibi, bir anda çıktı tüm düşünceler. ‘Öyküdeki gizli şiir’ izi sürülemeyecek kadar dağınık ve karman çorman… Hatta öyle bir şiir var mı? O bile meçhul. Bundan sebep sanırım, kendimi iyi ifade edemediğimi ve anlaşılmadığımı düşündüm. Belki de içinde bulunduğum durumdan dolayı böyle hissettim ya da dikkatinizi bana vermediğinizi düşündüğümden. Bilemiyorum. Yaratılmışların en şereflisi insana olan hürmetiniz, saygınız, merhametiniz beni size getirdi. Elim boş dönmek istemiyor, artık iyi olmak istiyorum. ‘Doktorum/Gayya kuyusuna inmek istemem/ Bana bir ip uzat, yağmurlar istemem…’” Aman Allahım, bir kez daha Rüknettin ve doktoru. Bir kez daha o kişi olmaya davet ediliyorum.

Şairle doktor arasında

Şairi bulamadığı, şairle karşılaşamadığı için içlenmiş bir kazazede daha. Belki de sorun bende, her insanı standart bir görüşme içinde anlayabileceğimi zannetme ukalalığında. Bazen daha derinlere inmek gerek, hikâyenin ardındaki asıl hikâyeyi, hikâyenin içindeki asıl şiiri bulmak gerek. Rüknettin’in doktoru bir ilhamın kanatlarında dolaşıyordu, benim böyle bir gücüm yok.

  • Okuduğum kitaplardan, dinlediğim hocalardan, seyrettiğim filmlerden, dinlediğim müzik ve şiirlerden insana ulaşmanın bir yordamını bulmaya çalıştım. Rüknettin’in doktorunun avarelik etmeye, kelimelerin koynunda oynaşmaya zamanı vardı, oysa benim zamanım sayılı. Şairle doktor arasındaki mesafe giderek açıldı. Galiba sorun bende.

Yine de söylenen hiçbir söz boşuna sarf edilmiş değil. İki nazik uyarı. Öptüm o sözleri, kalbimin üzerine koydum. Daha derin yaralar için bazen doktor yetmez. Şairin orada olması gerekir.