“Sen buralara nirden girdin?” evcil hayvanların aşırı kısa tarihi

BEYZA KARAKAYA
Abone Ol

Kemalettin Kuzucu, İstanbul’un Sokak Köpekleri kitabında, arkeolojik araştırmaların köpeklerin atası olduğu kabul edilen ilk canlının, 40 milyon yıl önce Eosen Çağı’nda, ilk köpek benzeri yaratıkların ise 20 milyon yıl önce yaşadığını gösterdiğini söyler. Kuzucu ayrıca, kurt olduğu kabul edilen bu hayvandan, 300 bin yıl önce hâlen varlığını sürdüren vahşi kurdun (canis lupus) türediği ve bundan da bilâhare köpeğin meydana geldiğini belirtir. MÖ 4000’lere ait resimlerde bugünkü köpekler içerisinde en bilinen tür olan tazılara rastlanır. Bununla birlikte Mısırlıların köpekleri mumyalamış olmaları bu hayvanlara verdikleri değeri ispatlar niteliktedir.

  • Hayvanlardan korktuğumuz kişisel tarihimizin o karanlık dönemlerini nasıl izah edebiliriz? Onları yabansı ve vahşi zannetmemizden, belki bir parçalarının hâlâ öyle olduğunu bilmemizden kaynaklanıyor olabilir mi o korku?

1266 yılında Fransa’da küçük bir çocuğu yiyen domuz, hâkimin emiriyle diri diri yakılmaya mahkum edilmiş ve infaz emri tatbik edilmiştir.

Çok değil bundan birkaç yıl öncesine kadar neredeyse tüm hayvanlardan korktuğum gibi kedilerden de korkuyordum. Değil bir kediye dokunmak veya yakın temasa geçmek onlarla aynı odada bulunmak bile beni ürkütüyor, bu yüzden bulunduğum ortama bir kedi geldiğinde “saygıdan” ayağa kalkıyordum. Her ne kadar o zamanlar inkâr etsem de sanırım yanıma yaklaşan kedinin beni yiyeceğini düşünüyordum. Sonra birden her şey değişti... Hâlihazırda okuduğunuz bu satırları birbuçuk yıldır ailemizin bir ferdi olan kedimiz Nane’nin nezaretinde yazıyorum. Nane’yi sahiplendikten sonra diğer kedilerle olan ilişkimi gözden geçirdiğimde aslında kedi korkusu diye bir şey olmadığını yalnızca kedisi olmayan insan olduğunu anlıyorum. Zira her geçen gün kedilerden korktuğunu bildiğim arkadaşlarım ve akrabalarım arasında da kedi sahiplenenlerin sayısı artıyor. Fakat kediler özelinde tüm hayvanlardan korktuğumuz kişisel tarihimizin o karanlık dönemlerini nasıl izah edebiliriz? Onları yabansı ve vahşi zannetmemizden, belki bir parçalarının hâlâ öyle olduğunu bilmemizden kaynaklanıyor olabilir mi o korku? Peki hâlihazırda evlerimizde yaşayan belki de aynı yatakta uyuduğumuz bu hayvanların ataları ile o dönemi yaşayan insanların ilk karşılaşmaları nasıl olmuştur? Her biri birer avcı ve yırtıcı olan bu hayvanlar nasıl hayatımızın vazgeçilmez bir parçası hâline gelmişlerdir? Evcil hayvanların “altın çağını” yaşadığı bir dönemi idrak ederken bütün bu soruların cevabını düşünmemek elde değil. Dilerseniz bu soruların cevabını bulmak için birlikte evcil hayvanların tarihine doğru bir yolculuğa çıkalım. Fakat söylemeliyim ki yolculuğumuz boyunca biraz çizik, birkaç ısırık yarası alabiliriz.

“Atıl kurt!”: köpeklerin evcilleştirilmesi

Kemalettin Kuzucu, İstanbul’un Sokak Köpekleri kitabında, arkeolojik araştırmaların köpeklerin atası olduğu kabul edilen ilk canlının, 40 milyon yıl önce Eosen Çağı’nda, ilk köpek benzeri yaratıkların ise 20 milyon yıl önce yaşadığını gösterdiğini söyler. Kuzucu ayrıca, kurt olduğu kabul edilen bu hayvandan, 300 bin yıl önce hâlen varlığını sürdüren vahşi kurdun (canis lupus) türediği ve bundan da bilâhare köpeğin meydana geldiğini belirtir. MÖ 4000’lere ait resimlerde bugünkü köpekler içerisinde en bilinen tür olan tazılara rastlanır. Bununla birlikte Mısırlıların köpekleri mumyalamış olmaları bu hayvanlara verdikleri değeri ispatlar niteliktedir. İsviçre ve Danimarka’da fosil hâlinde bulunan Taş Devri’ne ait köpek iskeletleri, köpeklerin belirtilen devirden çok önce de insanların hayatında var olduğunu göstermektedir. Bütün bu deliller, köpeğin evcilleştirilmiş ilk hayvan türü olduğunu destekler. Oxford Üniversitesi biyo-arkeoloji araştırma ağının direktörü Greger Larson, köpeklerin Avrupa’da yaklaşık 16.000 yıl önce ve Asya’da 14.000 yıl önce iki ayrı kurt soyundan evcilleştirildiğine dair kanıtlar yayınladı. Bunun yanı sıra Belçika Kraliyet Doğa Bilimler Enstitüsünden Larson’un projesine katılan başka bir biliminsanının yayınladığı veriler, Belçika’da bir mağarada bulunan 32.000 yıllık köpek benzeri bir kafatasının muhtemelen dünyada bilinen ilk köpek olduğunu gösteriyor. Fakat Kemalettin Kuzucu, bu ilişkinin nasıl cereyan ettiği hususunun, köpeğin insana yaklaşmasının sebeplerinin ilkçağlardan itibaren düşünürlerin ve tarihçilerin zihinlerini meşgul ettiğini söylüyor. Bilimadamları 19. yüzyılda bu yakınlaşmayı avcılık kültürüyle ilişkilendirmişlerdir. Kuzucu’nun kitabında aktardığı, 29 Eylül 1892 tarihli Servet-i Fünûn dergisinde yayımlanan “Köpekler İnsanlara Nasıl Alışmış?” başlıklı bir yazıda yer alan bilgiler şöyledir: “Tarımı ve çobanlığı keşfetmesinden çok daha önce insan, geçmini avcılıkla sağladığı devirlerde vahşi köpeklerden yardım almıştır. Avcının taşla veya okla vurduğu avının düştüğü yeri tespit edemediği durumlarda imdadına, olağanüstü çabuk hareket etme ve koku alma duyusuna sahip köpek yetişmiştir. Başlangıçta köpek, avı kendi yemek hissiyle insandan erken davranmış fakat insan buna izin vermek istemeyince aralarında anlaşmazlık çıkmıştır.

Kafeslerde tutulan kuşlar.

İşte aynı arazi üzerinde aynı avın peşinde olan iki canlının birbirlerine sık sık tesadüf etmesi aralarında teklifsiz bir yakınlaşmanın doğmasını kaçınılmaz kılmıştır. Yani insan, köpeği maiyetinde istihdam etmezden çok daha önce onun avcılık becerisinden epeyce faydalanmıştır. Köpek de insanın yaraladığı hayvanı ya da yedikten sonra terk ettiği artıkları yemeye başlamıştır. Böylece insan köpeği, köpek de insanı kendisi için önemli görmeye başlamıştır.” Kuzucu’nun kitabında yer verdiği diğer görüş Tarik gazetesinin “Mütenevvia” adlı köşesinde 4 Ekim 1890 yılında yayımlanan Baban Hasan Sâmih’in kaleme aldığı “Harpte İstihdam Olunan Köpekler” başlıklı yazısındandır. Hasan Sâmih yazısında insan-köpek ilişkisinin dostluğa dönüşmesini şöyle hikâye eder: “Bir gün insan elini köpeğe uzattı. Hayvan bu harekette hiçbir tehlike emaresi görmedi. İnsan elini hayvanın başı ve ensesine koyarak okşayınca, köpek hiddetlenmek şöyle dursun, âdeta eksikliğini duyduğu lütfu elde ettiği için ziyadesiyle hoşnut oldu. Sevilmenin tekrarını arzulamaya başladı.” Yazara göre bu ilişki yalnızca fizyolojik ihtiyaçlardan kaynaklanmıyordu, zira köpek bu ihtiyaçları daha önce olduğu gibi yine kendisi karşılayabilirdi. Ve fakat ilişkinin gerçek sebebi köpeğin okşanma isteğiydi. Yazarın söylediğinden hareketle köpeklerden her ne kadar avcılıkta ve daha sonra bekçilikte istifade edilse de insanların onlarla bu kadar yakın temasta olmasının sebebi tıpkı köpeğin okşanmak istemesi gibi insanın da bundan duyduğu sıcaklık ve haz duygusuydu diyebiliriz.

Köpekler Yunan mitolojisinde Tanrıça Artemis’in arkadaşıdır. Artemis yanında hep bir köpekle betimlenmiştir. Homeros destanlarında da insanın en yakın dostu ve koruyucusu olarak nitelendirilmişlerdir. Eski İran’da da hem gerçekte hem mitolojide köpek kutsal addedilir. Ve fakat İslam’da necis bir hayvan olarak tanımlanır. Eski Türklerde de köpek önemli bir figürdür zira 12 hayvanlı takvimin 11. yılı köpek yılı olarak adlandırılmıştır.

MS 13.-15. yüzyıllarda Orta Çağ Avrupa’sında evcil hayvan sahiplenme, aristokratlar arasında yaygındı. Aristokrat sınıfa dahil kadınlar arasında, kucakta köpek taşımak popüler hâle gelmişti.

Avcılıkta ve bekçilikte istifade edilen köpeğin Antik Roma’da evlerde insanlarla birlikte yaşadığı, o döneme ait resim ve yazılardan anlaşılmaktadır. Ayrıca Romalıların yaklaşık 2000 yıl önce küçük süs köpekleri beslemeye başladıkları arkeolojik kazılardan anlaşılmıştır. Bu köpekler başta herhangi bir faydaya sahip görünmeseler de siyah sıçanlar Avrupa’yı istila ettiğinde insanlara büyük yardımları olduğu anlaşılmıştır.

Cadı mı sultan mı? Kedilerin evcilleştirilmesi

Kedilerin 4000 yıl önce Antik Mısır’da evcilleştirildiği düşünülse de 2004 yılında Kıbrıs’ta bulunan bir mezardan hareketle araştırmacılar, kedilerin 9500 yıl önce evcilleştirilmiş olabileceğini söylediler. Bulunan bu mezarda, bir insanın yanına gömülmüş bir kedi ve yanında taş aletler ve takılar da yer alıyordu. Bu da kedilerin bu dönemdeki kültürel değerine işaret ediyordu. Bu keşif aynı zamanda kedilerin insanlar tarafından anakaralardan adalara taşındıklarını da gösteriyordu. Zira Kıbrıs’ta hiçbir zaman vahşi kedi bulunmadığı tespit edilmişti. Her ne kadar Kıbrıs’a taşınan kedilerin vahşi mi yoksa evcil mi olduğu bilinemese de kedinin defin şekli burada bulunan kedilerin evcil olma ihtimalini artırıyordu.

Kedinin menşeinin Habeşistan olduğu ve milattan 2200 sene önce buradan Mısır’a getirildiği ve evcilleştirildiği biliniyor. Antik dönemde, ülkeleri dünyanın en önemli tahıl merkezi konumunda olan Mısırlılar kedilerin tahıl depolarına dadanan fare ve diğer kemirgenleri avladıklarını fark etmişlerdi. Bunun üzerine kedileri yaşadıkları bölgeye çekmek için çaba sarfettiler ve zaman içerisinde kediler evcilleşmeye başladı. Nihayetinde insanlarla kedilerin ilişkileri o denli güçlendi ki insanlar kedilere kutsiyetler atfetmeye başladı. Kedi Mısır’da musiki, aşk ve güzellik tanrılarını temsil ediyordu. Bunun yanı sıra kedilerin tanrıçası olan Bastet’in, evin koruyucusu olduğuna, evi ve ev halkını kötü ruhlara ve hastalıklara karşı koruduğuna inanılıyordu. Hindistan’da ise kediler, farelerin ve yılanların popülasyonunu kontrol etmek için kullanıldı. Çin’de ise kedilerin tanrıların habercileri olduğuna inanılır ve konuşma yetileri olduğu düşünülürdü. Japonya’da “Maneki Neko” olarak bilinen kedi figürü, bereket ve şansın sembolüydü. Yunan ve Roma mitolojilerinde kediler farklı şekillerde değerlendirilmiş kimi zaman kötücül olarak addedilmişlerdir. İslam coğrafyalarında ise kediler önemli bir yere sahipti. Peygamber Efendimizin üzerinde uyuyan kediyi rahatsız etmemek için kendi cüppesini kesmesi hadisesine atfen kedilere büyük bir şefkat ve ilgi gösterilirdi. Orta Çağ Avrupa’sında ise kediler şeytanlarla ilişkilendirilmiş cadı avlarında suçlanarak öldürülmüşlerdir. Ancak kedilerin katledildiği sırada devam eden ve fareler aracılığıyla yayılan Kara Veba salgını farelerle savaşta en etkili silah olan kedilerin de ortadan kaldırılmasıyla iyice artmıştı. Nihayetinde hastalığın kedilerden değil mikroptan kaynaklandığı anlaşılmış ve kediler tekrar göreve çağrılmıştı. Avrupa’nın şeytanlaştırdığı ve türlü çeşit işkencelere maruz bıraktıkları kediler Osmanlı’da önemli bir yere sahiplerdi. Bunda şüphesiz ki dini arka planın büyük etkisi vardı. Ancak bunun yanı sıra ticaret gemileriyle Kuzey Afrika’dan İstanbul’a getirilen kedilerin kanalizasyon inşası akabinde kemirgenlerle girdikleri mücadeleler sonucu sokakları temiz tutmayı başarmaları da önemli bir etkendi. Zaman içerisinde insanlarla ilişkilerini geliştiren ve nüfus olarak da onlarla birlikte çoğalan kediler İstanbul sokaklarının önemli bir sembolü hâline gelmişlerdi. İstanbul’da yaygın olan bir rivayete göre “Bir kedi öldürdüyseniz Allah’ın sizi bağışlaması için yedi cami yaptırmanız gerekirdi.” Bu da kedilere verilen öneme işaret ediyordu.

Göklerden kafese, denizlerden akvaryuma: kuşlar ve balıkların evlere girmesi

Birkaç ay öncesine kadar karşı apartmanda yaşayan bir aile, kafesteki kuşlarını sabahtan akşama kadar balkonda tutuyordu. Bu kuş mesai saatleri içerisindeki bir vazifeyi ifa eder gibi aynı tonda ve hiç ara vermeden ötüyordu. Bunun ne kadar rahatsız edici olduğunu kelimelerle tarif etmem imkânsız. Kuşların şarkılı ötüşündense ne kadar çok hazzettiğimi, çalışırken kimi zaman içinde kuş ötüşlerinin de olduğu ambiyans seslerini dinliyor olmamla izah edebilirim. Fakat bu aynı tonda acı acı “cikleyen” ve beyinlerde matkap etkisi bırakan kuşun sesi hepimize ıstırap veriyordu. Sonra birden kuşun sesi duyulmaz oldu. Akıbeti ne oldu bilmesem de gökyüzünde uçuyor olduğunu hayal ederek vicdanımı rahatlattım. Tüm bu işkence dolu zamanlar bittiğinde gökyüzünde uçan, ağaçlarda yaşayan, mutlaka bir sürüye dahil olan ve bir eşi olan kuşları tıpkı diğer evcil hayvanlar gibi ne zaman dört duvar arasında ve çoğunlukla bir kafeste ve sürüsünden, bir eş ihtimalinden uzakta tutarak yaşatma fikrine kapıldığımızı merak etmeye başladım. Bu alışkanlığın tarihinin hiç de zannettiğim kadar yeni olmadığını öğrendim. Antik Mısır, Roma ve Yunan toplumlarında bazı kuş türleri bilhassa papağanlar ve güvercinler evcil hayvan olarak beslenmekte ve onları beslemek zenginlik ve lüksün göstergesi olarak kabul edilmekteydi. Bununla birlikte Orta Çağ Avrupa’sında şahin ve atmaca gibi yırtıcı kuşlar avcılıkta kullanılıyordu. Fakat bugünkü manada kuş beslemek 19. yüzyılda popüler hâle gelmeye başladı. Kanaryalar, muhabbet kuşları ve papağanlar bu dönemde Avrupa ve Amerika’da evcil kuş hâline geldiler.

Bugün pek çok evde kimi zaman dekoratif amaçlı kimi zaman da çocuklara bir evcil hayvanın sorumluluğunu öğretmek için bulunan akvaryum balıklarının tarihinin Antik Mısırlılara kadar uzandığı biliniyor. Bu dönemde Nil Nehri’nden yakalanan balıklar, dekoratif amaçlarla özel kaplar ve havuzlarda tutuluyordu. Bu, su altı yaşama duyulan ilginin ilk işaretlerinden biriydi. Ancak süs balıkçılığının menşeinin Uzak Doğu’ya uzandığına dair pek çok bilgi mevcuttur. Orta Çağ’da Çin’de ilk kez renkli balıkların yetiştirildiğini, Altın Balığı’nın (Gold Fish) Sung Hanedanı (970-1278) zamanında üretildiği bilinmektedir. 18. yüzyılda Avrupa’da cam üretiminin gelişmesiyle birlikte, cam kaplar akvaryum balıklarının sergilenmesinde kullanılmaya başlanmıştır. 19. yüzyılda ise akvaryum balıkları hobi olarak yaygınlaşmaya başlamıştır. 1850 yılında Phillip Henry Gosse, daha fazla insanı balıkları evcil hayvan olarak tutmaya teşvik eden ilk akvaryumu icat etmiştir.

Bir icat olarak evcil hayvan sahiplenme

MS 13.-15. yüzyıllarda Orta Çağ Avrupa’sında evcil hayvan sahiplenme, aristokratlar arasında yaygındı. Aristokrat sınıfa dahil kadınlar arasında, kucakta köpek taşımak popüler hâle gelmişti. Yine de Kilise evcil hayvan sahiplenmeye olumsuz yaklaşıyordu. Kilise liderleri, bu hayvanlara verilen yiyeceklerin yoksul insanlara verilmesi gerektiğini söylüyordu. Bununla birlikte, Kilise muhtemelen hayvanlarla yakın ilişkileri pagan ibadetiyle ilişkilendiriyordu. Evcil hayvanlara karşı önyargı, Engizisyon sırasında doruğa ulaştı ve bu dönemde heretiklerle ilgili kanıtlar genellikle hayvanlarla yakın ilişkiler kurmalarına dayanıyordu.

Avrupa’da genellikle 17. yüzyılın sonlarına kadar evcil hayvan sahiplenme alışkanlığı kabul görmemiş ve orta sınıf arasında 18. yüzyılın sonlarına kadar yaygınlaşmamıştır. Evcil hayvan sahiplenme, günümüzdeki biçimiyle muhtemelen 19. yüzyılda Viktoryen döneminde icat edilmiştir. Viktoryen döneminde evcil hayvan sahiplenme uygulaması, o dönemin diğer toplumsal tutumlarını da yansıtmıştır. Evcil hayvan sahiplenme, “alt sınıflar” için uygun görülmemiş zira bunun diğer toplumsal görevleri ihmal etmeye teşvik ettiği düşünülmüştür.

Osmanlı Devleti’nin kedi, köpek gibi hayvanlarla olan ilişkisinin mahiyetini dönemin seyyahlarının notlarından okumak mümkün. 16. yüzyıl İstanbul’u hakkında en önemli kaynaklardan birini teşkil eden Türk Mektupları kitabında Ogier Ghislain de Busbecq, köpeklerin pis görülerek evlere alınmadığına ve fakat sokaklarda bakıldığına, köpeklerin bekçi vazifesi gördüğüne bununla birlikte kedilerin İslami referanslardan da hareketle temiz bulunduğuna evlerde insanlarla birlikte yaşadıklarına işaret eder. Fransız gezgin Jean de Thévenot 1655 yılında İstanbul’a gelir. Seyahatnamesinde, yine İslami referanslardan bahsederek Türklerin kedileri çok sevdiklerini ve fakat sadık bir hayvan olduğu halde köpekleri sevmedikleri bu ilişkinin de Türklerin tabiatlarındaki kötülüğü gösterdiğini yazar.

Mamalarla beslenennevcil hayvanlarda böbreknve karaciğer yetmezliği gibinönlenebilir hastalıklar yaygınlaştı.

Davalı sanık köstebek: mahkemeye verilen hayvanlar

Bugün yapay zekâ ve robotların hukuki statüsü tartışılır, bu alanda çok sayıda çalışma yapılırken gelecekte onları yaptıkları bir şeyden sorumlu tutup cezalandırabilir miyiz sorusu üzerine yoğunlaşılıyor. Yapay zekâ ve robotların etik ve ahlaki yargılarının olmaması gibi hususlar sebebiyle onları cezalandırmanın söz konusu olmadığına dair pek çok görüş bulunuyor. Ancak geçmişte yine etik ve ahlaki yargıları olmadığı hâlde hayvanların cezalandırıldığı hatta öncesinde mahkemeye çıkıp savunmalarının istenildiği pek çok vakanın bulunduğunu duymak pek çoğunuzu şaşırtacaktır.

1266 yılında Fransa’da küçük bir çocuğu yiyen domuz, hâkimin emiriyle diri diri yakılmaya mahkum edilmiş ve infaz emri tatbik edilmiştir. Yine Fransa’da 1386 yılında bir çocuğu yaralayan domuz ayakları ve başı kopartılmak suretiyle ölüme mahkûm edilmiştir. 1389 yılında ise yine Fransa’da Dijon şehrinde sanık sandalyesinde bu sefer bir at vardır. Sahibini yaralamaktan suçlu bulunan at, başı kesilerek idam edilir. Paris’te 1546 yılında çevresine zarar vermekten suçlu bulunan bir inek önce asılır sonra şişe geçirilerek kızartılır.

Hemen hepsi çok eski tarihli ve bizden uzakta yaşanan bu hadiseler bir tarafa, benzer bir hadisenin 1916 yılında bu kez Afyon Sandıklı’da yaşandığını işitmek belki sizi daha da çok şaşırtacakır. Osmanlı’nın önemli devlet adamlarından biri olan Ebubekir Hazım Tepeyran Hatıralar kitabında Sandıklı kazası Şer’i mahkemesinde köstebeklere hitaben yazılmış olan resmi mektubu harfi harfine şöyle nakleder: “Haşarat-ı muzırradan köstebek mahluku! Sandıklı kasabasından Aptaloğlu Ahmet Ağa İbni Hacı Ahmed’in, Kara Alioğlu Çeşmesi kurbunfa kâin mutasarrıf, bulunduğu tarlasına ekmiş olduğu patatesin mahsulünü itlaf ve ızrar eder olduğunuzu huzur-ı şer’e gelip sizden şikâyet eyledi. Bademâ mahsul-ı mezkûre zinhar mazarrat iras etmeyesiniz. Şayet şeriatın emri âlisine itaat etmeyip de yine mezkûr mahsule zarar iras edecek olursanız Cenab-ı Hakk’a şikâyet olunacağınız, muhakkak bulunduğunu mübeyyin, işbu mürasele-i şer’iyye tastir kılındı. 18 Zilkade 1331 (1916) mühür: Sandıklı Kazası Mahkeme’i Şer’iyyesi.”

1800'lü yılların ortasına kadar bilhassa köpekler sokakta yaşar ve çoğunlukla çiğ et ya da sofra artıklarını yerdi.

“Azap çeken hayvanları gördün mü?” Hayvan haklarının kısa tarihi

Hayvan haklarının yeni bir kavram olmadığını binlerce yıldır var olduğunu gösteren önemli deliller bulunmaktadır. Budizm, Hinduizm ve Caynizm dinlerinde şiddet içermeyen anlamına gelen ve hayvanlara karşı zulmün olmadığını açıklayan “Ahimsa” kavramı, hayvanat bahçesinde çalışılmaması gerektiğini, ağaç kesilmemesini ve diğer canlılara zarar vererek üretilen ipek dâhil herhangi bir kumaşın kullanılmaması gerektiğini belirtir. Avrupa ve Kuzey Amerika’da ise hayvan hakları hareketinin pek çok öncüsü bulunmaktadır. Bunlardan biri de 1635 yılında kabul edilen ilk “Hayvan Zulmü Yasası” dır. Bu yasada canlı koyunların yünlerinin yolunması yasaklanmıştır. İrlandalı politikacı Richard Martin ise 1822 yılında sığırlara karşı zulmü önlemeyi amaçlayan Martin Yasası’nı çıkarmıştır. Bunun yanı sıra Martin 1824’te ilk hayvan refahı yardım kuruluşu olan Hayvanlara Zulmü Önleme Kraliyet Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır.

1850 yılında Fransa’da kamuya açık yerlerde evcil hayvanlara kötü muamelede bulunmak yasaklanmış ve bununla ilgili bir kanun çıkarılmıştır. 1875 yılında ise hayvanların deneylerde kullanılmasına karşı dünyanın farklı bölgelerinde karşıt görüşler gelişmeye başlamıştır. Aşkın Yaşar’ın ve Halis Yerlikaya’nın ortak kaleme aldığı Dünya’da ve Türkiye’de Hayvan Haklarının Tarihsel Gelişimi başlıklı makalede bu konu detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Makalede, 1875 yılında İngiltere’de, 1879’da Almanya’da, 1882’de Fransa’da ve 1883 yılında Amerika’da anti-viviseksiyon derneklerinin kurulduğu bilgisi yer alır. Bu derneklerden bazıları laboratuvar koşullarının geliştirilmesini isterken, bazılarıysa hayvanların tamamen özgür bırakılmasını istemişlerdir. 1925 yılında Charles Hume, insanların hayvanlara karşı davranışlarını sorgulamak üzere Londra Üniversitesinde Hayvan Hakları Derneği’ni kurmuştur. Daha sonra bu dernek Hayvan Hakları Üniversiteler Federasyonu’na dönüştürülmüştür. 1933 yılında Almanya’da ilk kez hayvanların doğal bir varlık olduğu kabul edilerek yalnızca bunun için korunmaları gerektiği dile getirilmiş ve buna dair bir yasa yürürlüğe konulmuştur. 1966 yılında ise Amerika’da Hayvan Refahı Kanunu kabul edilmiş, hayvanların kobay olarak veya gösteri hayvanı olarak kullanımına ilişkin düzenlemeler yapılmıştır. 1970 yılından itibaren bu harekete Avrupa ülkeleri de katılmış ve mevzuatlarında hayvanların korunmasına dair maddelere yer vermişlerdir. Bütün bu süreci takiben UNESCO hayvanların olmazsa olmaz hakları sıralanmış ve 1978 yılında Paris’te Hayvan Hakları Evrensel Beyannamesi kabul edilmiştir. 1986 ve 87 yıllarında ise Avrupa Birliği’nde iki adet yönerge çıkarılmıştır.

Türkiye’de hayvan hakları ile ilgili ilk resmi dernek 1912 yılında Himaye-i Hayvanat Cemiyeti adı ile kurulmuş, Cumhuriyet döneminde ise Türkiye Hayvanları Koruma Demeği adıyla devam etmiştir. Ancak 16 Temmuz 1934 tarihli Akşam gazetesinin yaptığı “İstanbul’da Kedi Beslemek Merakı Azalıyor mu?” başlıklı haberde derneğe dair yer alan bilgiler derneğinin işleyişi hususunda kafaları karıştırmaktadır. Bu habere göre “Son günlerde İstanbul’un muhtelif semtlerine bırakılan metruk kediler fazlalaşmıştır. Hayvanları Himaye Cemiyeti büyük bir faaliyetle bu kedileri toplamaktadır. Haziran ayı içinde İstanbul’un muhtelif semtlerinden cemiyet tarafından üç yüzden fazla kedi toplanmış bunlar fenni bir surette öldürülmüştür. Diğer taraftan İstanbul’da kedi neslinin günden güne azaldığı tahmin edilmektedir. Halkta kedi beslemek merakı azalmakta bunun yerine köpek beslemek merakı kaim olmaktadır. Hakikaten birçok evde kedinin yerini köpekler almıştır. Bunun için köpek neslinin kedilerin aksine çoğaldığı tahmin edilmektedir.” Bu her bir satırını şaşkınlıkla okuduğumuz haber, kedilerin katledilmesinin sebebi olarak ne bir mikrop ne de bir kuduz salgınını göstermektedir. Haberden anlaşıldığı kadarıyla terk edilmiş kediler toplatılmış ve “fenni bir şekilde” öldürülmüştür. Daha da şaşırtıcı olan şeyse bunu yapan derneğin Hayvanları Koruma Cemiyeti olmasıdır. Ayrıca bu uygulama neticesinde kedilerin sayısının azaldığından şikâyet edilmesi de bir başka hayret-i mucip husustur. Bu da hayvan hakları hususunun bugünkü anlamı ihtiva etmekten oldukça uzak olduğunu gösterir.

Türkiye hayvan hakları hususundaki ilk yasal adımını öncelikle 2003 yılında Avrupa Birliği Uyum Süreci’nde Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Sözleşme’yi imzalayarak atmıştır ve bunu takiben 24 Haziran 2004 yılında Hayvanları Koruma Kanunu’nu kabul etmiştir.

Eşsiz dostlara benzersiz bir beslenme deneyimi: evcil hayvan mamasının icadı

Başlıktaki slogan bir kedi- köpek mama markasının reklam filmine ait. Bu reklam filmini izledikten sonra sokakta ne bulursa onu yiyen hayvanlarla aynı türden oldukları hâlde evlerimizin baştacı olan evcil hayvanlarımıza sunduğumuz en kaliteli, besin değeri en yüksek ve fakat her geçen gün fiyatı biraz daha artan kuru-yaş mama markalarını düşünüyorum. Sokaktakilerle evdekiler arasındaki statü farkını imleyen mamalar sizce nasıl oldu da hayatımıza girdi? Evde beslediğimiz hayvanlara nasıl oldu da kendi artıklarımızı vermeyi bırakıp bu mamaları almaya ikna olduk?

Kuzey Amerika’da pek çok evcil hayvanda melamin ve siyanür zehirlenmesine sebebiyet verdiği bunun da böbrek yetmezliği sonucu toplu evcil hayvan ölümlerine yol açtığı anlaşıldı.

1800’lü yılların ortasına kadar bilhassa köpekler sokakta yaşar ve çoğunlukla çiğ et ya da sofra artıklarını yerdi. Fakat Sanayi Devrimi’nden sonra refahın artmasıyla birlikte evcil hayvan besleme alışkanlığı yaygınlaştı. 1860 yılında esasında bir elektrikçi olan James Spratt Ohio’dan Birleşik Krallık’a ticaret için gitmişti. Burada limandaki köpeklerin uzun deniz seyahatlerinden dönen denizcilerin yedikleri bisküvilerin artıklarını yediklerini fark etti. Un su ve bazen tuzdan yapılan bu bisküvilerin uzun raf ömrüne sahip oluşu Spratt’a köpek sahiplerinin de uzun raf ömrü olan bir seçeneğe ihtiyaçlarının olduğunu düşündürttü ve bunun üzerine o da mesleğini bırakarak köpekler için ilk fibrin köpek kekini üretip satışa sundu. Sebzeler, buğday ve Spratt’ın kaynağını asla açıklamadığı etten oluşan bu fibrin köpek kekleri kısa sürede ün kazandı. Üstelik bu kekler oldukça pahalıydı. Spratt’ın hedefinde bu keklerin fiyatını karşılayabilecek üst sınıf İngilizler vardı. Spratt satış sloganını bu keklerin köpeklerin başlıca yiyeceği olduğu iddiası üzerine kurmuştu. Spratt’ın ünü kısa sürede Amerika’da da yayıldı. İnsanlar artık taze yemekler yerine daha pratik ve raf ömrü uzun bu mamaları tercih ediyorlardı. 1918 yılında ise ihtiyaç fazlası atlar konserve köpek mamalarının ana maddesini oluşturmaya başladı. R.M. Chapel ucuz at eti satın alıyor bunu Ken-Ration markası altında konserve köpek maması olarak satışa sunuyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında tüm metaller silah yapımında kullanıldığı için köpek mamalarında konserve kullanılamıyordu. Bu durum mama şirketlerini tahıl üreticilerinin yan ürünlerini kullanarak, poşetlerde satılabilecek uzun süre dayanabilecek bir mama üretmeye sevk etti. Ancak şirketlerin insanları kuru mamanın evcil hayvanları için en sağlıklı seçenek olduğuna ikna etmeleri yaklaşık kırk beş yıl sürdü. Bu tarihlerde üretilen mamalar çok fazla işlem görüyor bu işlemler sırasında da evcil hayvanların ihtiyaç duyduğu vitaminler ve besinler ortadan kayboluyordu. Daha sonra bu mamalarla beslenen evcil hayvanlarda böbrek ve karaciğer yetmezliği gibi önlenebilir hastalıklar yaygınlaştı. Bu sorunla baş edebilmek için şirketler mamalarını “veteriner reçeteli diyetler” şeklinde satışa sunmaya başladılar. 1980-90’larda artık bu hastalıklar ve kilo yönetimi için birçok reçeteli mama bulunuyordu. Bunun neticesinde veterinerlerin sayısında da büyük artış yaşandı.

2007 yılında mama maliyetleri düşürmek için Çin’den getirilen pirinç ve buğday tedarikinin Kuzey Amerika’da pek çok evcil hayvanda melamin ve siyanür zehirlenmesine sebebiyet verdiği bunun da böbrek yetmezliği sonucu toplu evcil hayvan ölümlerine yol açtığı anlaşıldı. 2011 yılında bu tip durumların önüne geçebilmek için hayvanseverlerin mücadeleleriyle ilk evcil hayvan gıda güvenliği yasaları çıkarıldı. Günümüzde çiğ mama ya da evde hazırlanan taze yaş mama gibi trendler devam ederken bir yandan da mamaların sürdürülebilirliği hususu tartışılıyor. Gün geçtikçe artan evcil hayvan sayısı ve mama üretiminin dayandığı hayvancılığın iklim ve çevre krizindeki etkisi birlikte düşünüldüğünde pek çok uzman böcek larvalarının, çeşitli kurtların ve çekirgelerin yakın gelecekte mama içeriğine dâhil olabileceğini düşünüyor.

Nil Nehri’nden yakalanan balıklar, dekoratif amaçlarla özel kaplar ve havuzlarda tutuluyordu.

Temiz ve kuru: kedi kumunun icadı

Evlerinde kedi besleyenler olarak şüphesiz her birimizin Edward Lowe’a büyük bir borcu var. Zira onun tesadüfen bulduğu kedi kumu sayesinde kediler tuvalet ihtiyaçlarını olabilecek en temiz şekilde hallediyorlar. Edward Lowe Amerika’nın Michigan Eyaleti’nde yaşayan ailesiyle birlikte buz, kömür, kum, fırınlanmış kil gibi şeyler satan bir işletmeciydi. Lowe bir gün tesadüfen makine yağını emmesi için ürettikleri kilin kedi çişini emmek için de iyi olduğunu fark etti. 1947 yılında Lowe’un bir komşusu kül kullanmaktan bıktığını ona da kedisi için biraz kil vermesini istedi. Lowe denemesi için komşusuna bir paket granül kil verdi. Komşusu sonuçtan oldukça memnundu zira kil kötü kokuyu azaltmıştı. Arkadaşlarına da tavsiye etmiş onlar da Lowe’dan kil talep etmişlerdi. Bunun üzerine Lowe, ürüne Kitty Litter (kedi kumu) adını vererek evcil hayvan dükkânlarına pazarladı ve daha sonra Tidy Cat marka kumu geliştirdi.

1984 yılında ise bir başka tesadüf neticesinde topaklanan kedi kumu keşfedildi. Bir biyokimyacı olan Thomas Nelson, kili mikroskobik olarak incelerken bentonik gibi bazı kil türlerinin idrarın dağılmasını önlediğini tespit etti. Bentonit fırınlanmadan kurutulduğunda daha iyi nem tutup topaklanıyordu. Bugün pek çoğumuzun kullandığı bentonitli kumların pazarı oldukça büyüdü ve farklı kokularda alternatifler piyasaya sürüldü.

Günümüz şartlarında evcilnhayvan olmanın cazibesinenkapılan bazı “tuhaf” insanlarnkendilerini hayvanlaranbenzetebilmek için binlercendolar harcıyorlar.

“Seni yaratan tatlı yaratmış”: günümüzde evcil hayvan olmak

Pandemiyle birlikte evcil hayvanların sayısında dünya çapında bir artış yaşandığını yalnızca 2022 Aralık sonuna kadar takılması zorunlu hâle getirilen evcil hayvan çiplerinden değil sosyal medyaya düşen kedi-köpek-kuş video sayısındaki patlamadan da anlamak mümkün. Günümüzde sahiplikten, ebeveynliğe dönen bu ilişki büyük bir pazarı da beraberinde getiriyor. Evcil hayvan sahipleri, ailesinden biri hatta evladı gibi gördüğü hayvanlarının daha huzurlu daha mutlu daha sakin olmaları bununla birlikte bakımlarını da kolaylaştırmak için önemli bir bütçe ayırıyorlar. Düzenli veteriner kontrolleri (aşılar vs), kaliteli mama ve kum almak, hayvanın rahat uyuması için yatak, minder vs alarak iyi bir ortam sağlamak, hayvanları evde oyalamak için alınan oyuncaklar, egzersiz aletleri, otomatik mama ve su kapları ile otomatik kedi tuvaletleri ve hayvanları uzaktan izlemeyi hatta onlarla konuşabilmeyi sağlaya kameralar gibi lüks tüketime kaçan harcamalar bu bütçenin yekununu oluşturuyor. Bütün bu alışveriş listesi insanların hayvanlarla kurduğu ilişkinin sosyo-kültürel dönüşümünü ispatlar nitelikte.

Acayip hayvanlara benziyirsen: hayvan olmak isteyen insanlar

Günümüz şartlarında evcil hayvan olmanın cazibesine kapılan bazı “tuhaf” insanlar kendilerini hayvanlara benzetebilmek için binlerce dolar harcıyorlar. Geçtiğimiz aylarda gündeme gelen bir hadisede Toko adındaki Japon bir adam en büyük hayalini gerçekleştirerek köpek oldu.Toko son derece gerçekçi görünen bir köpek kostümüne 15 bin dolar harcadı. Köpek kılığına girip sokaklarda dolaşan adam, insanlar başını okşadığında tıpkı bir köpek gibi mutlu olarak sırt üstü yuvarlandı. Toko bu tuhaf tutumda yalnız değildi üstelik. Estetik cerrahinin gelişmesiyle birlikte insanların kendilerini tuhaf şeylere, daha doğru ifade etmek için izninizi isteyerek “tövbe estağfirullah” bir şeye, dönüştürdüklerine daha önce de şahit olmuştuk. Bunlardan biri olan Dennis Avner isimli bir kadın kediye benzemek için yıllarca uğraştı. Çatallanma (üst dudağının yarılması), cerrahi kulak ameliyatı, silikon yanak ve alın implantları, diş bileme, yüz dövmeleri ve piercingler dâhil olmak üzere onlarca ameliyat geçirdi. Bunların dışında tırnaklarını pençe gibi görünecek şekilde uzattı ve boyadı. Bütün bu tuhaf görünümüne rağmen bilgisayar programcılığı yapan Avner, 2012 yılında evinde ölü bulundu. Bu iki isim dışında Erik Sprague vücüduna yaptırdığı dövmeler ve geçirdiği estetik ameliyatlar neticesinde kendini kertenkeleye, Tom Leppard ise leopara benzetti.

Elektrikli köpekler ne düşler: evcil hayvanların geleceği

Netflix’te yayınlanan Gelecekte (The Future of) belgeselinin Köpekler adlı ilk bölümünde köpek sahiplerinin gelecekte onların ne istediklerini anlayabileceği bir teknoloji anlatılır. Köpeklerin havlamasından hangi duygusunu ya da ihtiyacını dile getirdiğini tespit etmeye yarayan aygıtın, zaman zaman evcil hayvanlarının ne istediğini anlayamayan sahiplerinin ilgisini çekebileceğini söylemek mümkün.

Üretilen robot köpek Petoi Bittle ve robot kedi Nybble ise bilhassa yalnız yaşayan yaşlılara eşlik etmeleri için üretilmiş robot hayvanlar.

George Saunders’ın Pastoralya kitabında yer alan “Pastoralya” adlı öyküsü yapaylık içinde doğallık önermesini en kuvvetli savunan distopyalardan biri. Bir canlı tarih müzesinde neandertal kadın ve erkeği “oynayan” anlatıcı ve Janet bu müzenin bir parçası olan sergideki bir mağarada yaşarlar. Mesai saatleri içerisinde bir mağara insanı performansı sergilerler. Ancak öyküyü burada bahse değer kılan husus geleceğin tematik müzelerinden biri olmaya aday bu canlı müzenin içinde bulunan hayvanların, sürülerin dahi kurmalı ve yapay olmasıdır. Philip Dick’in filme de uyarlanan Androidler Elektrikli Koyun Düşler mi? romanında ise Üçüncü Dünya Savaşı neticesinde radyoaktif serpinti dünyayı etkisi altına almıştır. Bunun sonucunda ise hayvan türlerinin çoğu yok olmuş var olanlar ise bir statü göstergesi hâline gelmişlerdir ve yüksek ücretlere satılmaktadır. Yüksek binaların çatı katlarında, bina sahiplerince beslenen keçi, at, güvercin gibi hayvanlar insanlara gösteriş yapma imkânı sunmuştur. Parası gerçek bir hayvan almaya yetmeyenler ise elektrikli hayvanlara yönelmektedir. Romanın ana karakteri bir Android avcısı olan Rick Devard’ın ise elektrikli bir koyunu vardır ve bir gün gerçek bir hayvana sahip olmak istemektedir. Her iki distopik kurguda da yer alan yapay, kurmalı, elektrikli hayvanlar bugün distopya olmaktan çok uzaktalar zira 2017 yılında Çin’de üretilen robot köpek tüm bu karanlık kurguları gündelik hayat gerçeğimiz haline getirdi. Çin’de üretilen Laikago adını taşıyan bu köpeğin ağırlığı ise bir Labrador’dan daha az. Çimlerin üzerinde koşabilen gerçek köpeklerin tüm hareketlerini mekanik bir biçimde taklit edebilen bu köpeklerin satışa çıkarıldıkları yıl fiyatları 25 bin dolardı. Bunun dışında üretilen robot köpek Petoi Bittle ve robot kedi Nybble ise bilhassa yalnız yaşayan yaşlılara eşlik etmeleri için üretilmiş robot hayvanlar. Her ne kadar robot hayvanların gerçek hayvanların gösterdiği sıcaklığı göstermediği için benimsenmeyecekleri düşünülse de yalnız kalma duygusu ile baş edemeyip sanal avatarla flörtleşen ve hatta onlarla evlenen insanların yaşadığı günümüz dünyasında bunun çok da mümkün olmadığını söylemek mümkün. Belki gelecekte robot hayvanlar hayatımızın o kadar önemli bir parçası haline gelecekler ki “Robot-Hayvanların Aşırı Kısa Tarihi” başlıklı bir yazı yazmam kaçınılmaz olacak. Kim bilir?