Şeyh Tosun’un Hatırası

SALİHA ŞİŞMAN
Abone Ol

Cumhuriyet’in ilk yıllarının heyecanı içinde ilk gençlik; Robert Kolej’de tedrisat, şiir, güreş... Böyle başlıyor Tosun B. Bayraktaroğlu’nun sıra dışı hayatı. Sonra Kaliforniya’da mimarlık ve Londra’da sanat tahsilini Paris atölyelerinde ressamlık, Kazablanka’da ticaret ve biraz siyaset takip ediyor; New York’ta Shock Art denilen protest performanslar, Gürciyefçi öğretiye intisap ve üniversitede profesörlük... Hikâyenin nihayetinde İstanbul’da diz çöküp dervişlik etmek de var, ve yine Amerika’da kırk yılı aşkın şeyhlik vazifesi. Biz bunlara değinemedik.

''Söyleyecek bir iki söz vardı, onu da bu kitapta dedik” diye yazdığı -ve bendenizin de editörlüğünü yaptığım-Amerika’da Bir Türk adıyla yayımlanan hatıratının öyküsünü anlatmaya çalıştık. İnşallah ruhaniyeti haberdar olsun.

Tosun Baba’nın, hatimesinde -sanki son sözleriymiş gibi- “Koştuk koşuşturduk, çalıştık çabaladık, artık yorulduk. Kol kanat tutmaz oldu, göz görmez, diş kesmez, kulak duymaz oldu. Yolculuk vakti geldi çattı. Kala kala bir dil kaldı. Söyleyecek bir iki söz vardı, onu da bu kitapta dedik” diye yazdığı -ve bendenizin de editörlüğünü yaptığım-Amerika’da Bir Türk adıyla yayımlanan hatıratının öyküsünü anlatmaya çalıştık. İnşallah ruhaniyeti haberdar olsun.

Tosun Baba’yla bütün görüşmelerimizi, sergi açılışındaki hariç, Kanlıca sırtlarındaki ahşap evinin hayatında yaptık. Yazları İstanbul’a geldiğinde kitap işlerini burada görüşürdük; Baba, misafirlerini, muhtelif gazete ve dergilerden röportaj için gelenleri hep burada ağırlardı.

Değişiklik şu idi, bazen hayatın sağında bazen solunda otururdu. Bu eve gelişlerimden birinde kapının önünde “Sıcak Saatler’deki ev mi bu?” diye fısıldaşmaları hatırlıyorum. Bu yeşili bol bahçenin içindeki aşı boyalı ahşap ev, Baba’nın İstanbul’daki ikametgâhı idi.

Sufi Kitap’ta yazarların kitaplarını tanıttığı kısa videolar çekme âdeti vardı o zaman. 2012 Temmuz’unda yayımlanan Amerika’da Bir Türk: Şeyh Tosun’un Hatıratı için bir video çekmek niyetiyle devlethanelerine gittiğimde Tosun Baba, hayatın sol tarafında Robert Frager’la sohbet ediyordu.

Destur isteyip girdim. Ragıp Baba birkaç dakika sonra ayrıldığında kamerayı ayarladım. Bu anı neden böyle tafsilatıyla anlatıyorum? Tosun Baba’nın, o konuşmasında bizi “dost” olarak andığı için kendimi çok mesut hissettiğimden olsa gerek. Hatıratını hangi düşünce ve niyetlerle kaleme aldığını da Baba o vakit izah etti:

  • “Bazı dostlar bize geldi, ‘Hayat hikâyeni yazar mısın?’ diye sordu. İlk evvela düşündük. ‘Sırrı sır edenin sırrına hu’ diye bir laf vardır tarikatte. Dedim, sırları faş etmeyelim. Sonra düşündüm, Allah Teala fakiri şuradan şuraya gezdirdi durdu. Bir sürü dostlarla tanıştırdı, bir sürü işlere sokup çıkardı. Ve bütün bu hadiseler olurken ve seneler geçerken gene Allah’ın lütfuyla bir parça bize ne olduğunun farkındaydık. Bu bize olanların hayır mı şer mi olduğunu bilemez idik. Şimdi Allah lütfetti bir parça farkındayız... Sonra düşündük taşındık; herhâlde bu diyarda bizim gibi şunu bunu yapmış ve yaptığının doğru yahut yanlış olduğunu bilmeyen birçok âdemoğlu var. Belki oturup, samimi olarak gösterişten sakınarak bu kitabı yazarsak bizim gibi bazı kimselerin ileride hidayete varma ümidi zuhur eder, dedik ve bu kitabı yazmaya karar verdik. Karar verir vermez de bu kitap on beş gün içerisinde çıktı. Yani kim ne der, kim ne demez düşüncesi olmadan samimiyetle bu kitabı yazdık... İnşallah biz yazdık, tesirini Allah Teala halkeder.”

Yayınevinde editör olarak çalışmaya başladığım sıralarda önümdeki ilk proje Tosun Baba’ya kitap hazırlatmaktı. Emin Işık, Ahmet Yüksel Özemre, Ö. Tuğrul İnançer, Kenan Gürsoy, Mahmud Erol Kılıç gibi hocalarla nehir söyleşilerin yer aldığı; yayınevinin en gözde dizisi “tasavvuf sohbetleri”ne eklemeyi düşündüğümüz isimdi Tosun Baba. Bu formata dâhil edeceğimiz bir kitap taslağı hakkında yazışmalara başladık. Sonradan öğrendiğimiz üzere Baba sabahleyin -çok sık kullandığı bir tabirle- “ilk evvela” bir dervişinin yardımıyla dünyanın dört bir yanından gelen postaları okuyup cevaplarmış.

New York Cerrahi Dergâhı'nda Tosun Baba ve müridleriyle

Dünyanın dört bir yanı derken mübalağa etmiyorum, Baba’ya Amerika kıtasında 7 merkezde (New York Chesnut Ridge merkez olmak üzere, Kaliforniya, Toronto,Şikago, Arjantin, Şili, Brezilya’da) zaviyeleri bulunan bir şeyh efendi, dünya çapında insani yardım faaliyetleri düzenleyen bir kurumun mümessili olarak bakınca ne demek istediğim kolay anlaşılır diye düşünüyorum. Baba bu âdetini, e-mail yoluyla gelen sorulara cevap vermeyi sünnet-i seniyyeye ittiba olarak görürdü, nitekim Efendimiz aleyhissalatü vesselam da sabah namazından sonra ashabının müşküllerini sorar, rüyalarını dinlerdi.

Yazışmaların detayını hatırlayamıyorum ama -tabii “muhterem Saliha Hanımefendi kızımız” hitabını da hiç unutmuyorum- öyle ya da böyle olumlu neticelendi. Baba’ya Amerika’daki ihvanından münasip gördüğü biri bizim kitap için hazırladığımız soruları soracak, ses kaydını yayınevi tarafı çözüp kitap olarak hazırlayacaktı. Plan buydu. Uzun uzun soruları yazdık. Hayatının bütün serancamını kapsayan başlıkları çıkardık.

Tahsil ve sanat serüvenini, tasavvufla buluşmasını, bugün Amerika’da ifa ettiği şeyhlik vazifesini ve dizinin usulüne uygun düşecek şekilde tasavvufun genel kavramlarını da sorduk; yani akademideki başlıkları düşünerek tebessüm olsun diye “Baba’nın tasavvufi anlayışı” diyeyim, siz anlayın.

Ahmet Murat abi soruların üzerinden itinayla geçti, güzel sorular ekledi; o süre zarfında Baba’nın hayatına dair çok kimselere danıştığımı da hatırlıyorum. Zira o zamanlar Baba hakkında Beşir Ayvazoğlu’nun Defterimde Kırk Suret’te yayımladığı canım portresinden başka dişe dokunur bir yazı veya haber yoktu.

Bugün bile hazret hakkında yazılan en güzel portre olduğunu düşündüğüm “Anarşist Ressamlıktan Dervişliğe Tosun Bayrak”ta, Baba -bendeniz olsam yiğitliği, cömertliği ve derviş meşrebinden ötürü ehl-i fütüvvet derdim- bir uç beyi olarak tavsif ediliyordu, ki bu, isminin tabiri gibiydi: Tosun ismi yiğitliğe, Bayrak(tar) ismi sancağı uzak diyarlara taşımasına...

Tercüme-i Baba

New York Chestnut RIdge Cerrahi Dergâhı

Baba çeviride nevi şahsına münhasır bir yöntem takip ederdi. İngilizcede yayımlanan pek çok çevirisinin bu usulünden dolayı Batılılardan çok eleştiri aldığını da saklamazdı. (Laf aramızda Rabia Brodbeck yazın hayatına girişinde Tosun Baba’nın çok büyük etkisi olduğunu söylemişti. Baba’nın ana dilinden başka bir lisanda mahirce kalem oynatabilmesi, İngilizce kitap yazmakta Rabia Hanım’a cesaret vermişti.)

  • Babanın tarz-ı tercümesi: Önce kitabı baştan sona okur, eğer zor anlaşılıyorsa bir kere daha okur. Bundan sonra tercüme edeceği sayfayı birkaç kez okur, anladığını anlaşılır tarzda tercüme eder, yazar. Hâl böyle olunca, bu usul bizim çalışmaya da yansıdı sanırım. Baba bizim soruları okuduktan sonra, röportajla, kayıtla, deşifreyle uğraşmadı. Oturup bir nefeste hayat hikâyesini tahrir eyledi.

Nasıl bir samimiyetle yazıldıysa ve ne derece çabuk tamam edildiyse, bu duygu okuyucuyu da hemen yakalıyor ve bırakmıyor, okuyucu da kitabı aynı hızla okuyuveriyor. Buna çok kereler şahit oldum. Bu kitap, herhâlde benim en çok hediye ettiğim kitaplardandır.

Kitabın yayımlandığı ramazan, kendilerine diş kirası olarak verdiğim bütün arkadaşlarım da bu tespitimi tasdik eder şekilde kanaatlerini paylaştılar. Bu hissiyatımı doğruladığını düşündüğüm bir haber de Türkiye Yazarlar Birliği’nden geldi o yaz. Çok kısa sürede yazılan ve bir o kadar zamanda da mizanpajı, edisyonu hazır edilen kitaba hatırat dalında ödül takdim edildi.

Deniz hıyarı, sarbanbaşı, Malcolm X Aborijinlerİslamiyet’le nasıl tanıştı?
Nihayet

Ödül törenine Baba yerine fakir iştirak ettim. Sonrasında ödül belgesini götürdüğümde Baba dosyanın içindeki ebruyu kendileri alıp hatıra levhasını bendenize bıraktılar, bu kitabın ortaya çıkmasındaki talebimizi ve gayretimizi bahane edip teşekkür yazısını bize vererek vefa, sehavet ve kadirşinaslıklarını gösterdiler.

Amerika’da Bir Türk’ün kapak fotoğrafı bizzat Baba’nın isteğiydi, kızı Defne’nin 11 yaşındayken 1980 haccında çektiği bu fotoğrafın kapakta yer almasınaysa zuhurat diyelim.

İvedilikle matbaaya gitmek zorunda olduğu için başka alternatifimiz de olmadığından yayın kurulu bu kapağı pek istemeyerek de olsa onaylamak durumda kaldı, böylesi babanın da rızasına muvafık oldu. Kitap İngilizce klavye ile yazıldığı için ş, ç, ı, ğ, ü vb. harfler yoktu, oturup tekrar dizmek gerekiyordu; yeterince vakit olmadığı için bu konuda dışardan destek aldığım hâlde, sonradan kitapta imla hataları olduğunu gördüm.

Babanın asistanları da görmüştü. Hatta itiraf edeyim, sekiz yüz km sekiz km olarak kalmış... Ama baba “Sakın üzülmeyin, o bir iki hata daima olur” diye benim gönlümü aldı.

Bir virgül yüzünden zılgıt yediğim hocaların yanında bu alicenaplık unutamayacağım bir anı oldu. Kitabın eksik kalan yönü de şu oldu: Beşir Ayvazoğlu ilk baskıyı eline aldığında şahıs indeksi hazırlamamızı tavsiye etmişti. 2. baskıda tashihleri girdik ama dizin hazırlayamadık. Bunu işiten kişiler şimdi yayınevinde çalışmıyorlar, hâlihazırda da kitabın dizini bulunmuyor.

Bil, bul, ol

Hâsılı Amerika’da Bir Türk çok güzel bir otobiyografi olarak yayımlandı. Aslında biz ondan önce Tosun Bayrak imzasıyla, yani Amerika’da kullandığı ismiyle, Baba’nın Esmaü’l-Hüsna kitabının çevirisini yayımladık.

Babam askerdi, beni asker gibi yetiştirmek istedi, başka türlü asker olduk” demişti. Hâl şeyhim dediği zat hakkındaki ilahiye benzemiyor mu? “Hazret-i Safer yolunda nefer/ Hu deyip döner aşk meydanında.”

Hem, hatırat çıkana kadar Tosun Bayrak ismine okuyucu aşina olsun diye bir düşüncemiz vardı. Baba, biyografisini kaleme aldıktan sonra Tosun Bekir Bayraktaroğlu ismini tercih etti. 2. baskıda Tosun Bayrak’ları Tosun Bekir Bayraktaroğlu’na döndürdük. Daha sonra Baba’nın Bil, Bul, Ol kitabının editörlüğünü de bendeniz yaptım.

Bize nasihat mahiyetindeki bu başlık aslında Amerika’da Bir Türk’ün de bölümlerinin isimleriydi. BİL bölümünde Baba, tasavvufla tanışıncaya dek geçen ömrünü anlatıyordu, bu kısımda üçüncü tekil şahıs anlatım mevcut idi. BUL bölümünde ise anlatım birinci tekil şahıs ile sürüyordu, tasavvufa intisap etmeden önceki devir sanki başka birisiymiş gibi.

Baba, “bil, bul, ol”un özetini son derece mütevazı kişiliğiyle şöyle yapıyor: “Bilmek ve bulmak kolay değil ama mümkün. Ama olmak zor. Çünkü olmak bir dereceye kadar yaratmaya yaklaşıyor. Bu insanın yapacağı bir iş değil. Bu, Allah’a mahsus bir şey. Binaenaleyh fakirin şimdiye kadar hissettiğim şey; insan arar, bilir, bulur. Allah Teala da belki acır; ‘O kadar zahmet ettin, aradın, buldun, hadi oluver’ der. İşte o zaman insan olur inşallah.”

Hatırat yayınlandığında Baba latife edip, “Eski dostların çoğu öldü, dergâhta bile bizi tanıyan kalmadı. Şimdi Saliha Hanım’ın yüzünden başımız derde girecek” demişti. Baba’nın başı derde girdi mi bilmiyorum. Ama bundan sonra güzel işler oldu: Baba,

Tosun Bayrak’ın Amerikanlaşması isimli devasa eserini İstanbul Modern Sanat Müzesi Koleksiyonu’na bağışladı (2012). Baba’nın yeni resimleri Bir Dervişin Notları (2014), eski işleri de Faso Fiso (2016) adıyla İstanbul’da sergilendi. (Aynı isimlerle sergi katalogları yayımlandı, özellikle sonuncusu acayip sert ve artistiktir. 91 Şiir de bu projenin ürünü.) Oğuz Erten’in Tosun Bayrak: Sıra dışı bir hayattan sıra dışı bir sanata (2014) isimli çalışması, Baba’nın Bil, Bul, Ol (2016) ve Gönül Çerağını Uyandırmak (2017) isimli kitapları da okuyucuyla buluştu.

Tosun Bayrak’ın Amerikanlaşması isimli devasa eserini İstanbul Modern Sanat Müzesi Koleksiyonu’na bağışladı (2012).

Arka kapak yazısını unutmadık. Ahmet Murat’ın yazdığı gibi: “Şeyh Tosun Bekir Bayraktaroğlu’nun hayat hikâyesini birkaç cümleyle özetlemek gerçekten çok zor. Robert Kolej’de geçen gençlik yıllarında sosyalist; Batı’da geçen sanat dolu döneminde bohem ve anarşist; Fas’ta geçen ticaret döneminde zengin ve aristokrat; İstanbul’daki Cerrahî tekkesindeyken derviş; New York yıllarında ise şeyh.” “Seksen altı yıl gibi nispeten uzun bir zaman dilimine bile sığmakta zorlanan bu bereketli ve enerjik hayat” şimdi doksan ikide sabitlendi, Allah sırrını takdis eylesin.

  • Baba’nın pir gibi kocalmış hâli ve üç beş ömürlük yaşamı bendenize hep İmam-ı Azam hazretlerine ilim öğrenememiş olmaktan dolayı mahzun olarak gelen ihtiyarın menkıbesini hatırlatır: Rivayet odur ki, Ebu Hanife’nin “Tam yaşıdır, hemen başlayın” diye cesaretlendirdiği bu zat, 60’ından sonra ilim tahsil eder ve 120 yıl ömür sürer. Kıssadan hisse gayet açık: İlim (iştiyak ve gayreti) böyle ömrü uzatır. Babanın hayatının, tarikatının evradındaki “Fazlınla, kereminle, ihsanınla... ömrümü uzat” duasının zıllinde uzatıldığını düşünmek, özellikle de şeyhinden aldığı manevi ilme, onu tatbik ve talim etmekteki gayretine bağlı olarak bereketine inanmak pek tabii hoşuma gider.

Nitekim Baba da buna muvafık olarak, bir söyleşisinde Muzaffer Efendi’yi kastederek, “O hayatımda olmasa belki çoktan ölmüş olurdum” demişti.

Dervişten hizmet

Hazret-i Şeyh Tosun Bayrak el-Cerrahî el-Halvetî, 15 Şubat 2018 Perşembe günü bu âlemden irtihal eyledi. Bir âlem öldü. Herkesler mahzun oldu. Fakat Baba göçerken bile “agah ol/ uyan” demeyi ihmal etmedi; bu saltanatlı gidişinde dahi bize yola sadakatin, şeyhe muhabbetin dersini telkin etti. O gün, şeyhi Aşkî-i Cerrahî’nin toprağa sırlandığı günün sene-i devriyesiydi.

Derviş Tosun, Şeyh Muzaffer Efendi ile zikrullahta, Karagümrük İstanbul, 1974

Muzaffer Efendi’nin, Tosun Baba’ya üç yıl gibi kısa bir sürede hilafet verip onu Amerika’ya postnişin olarak gönderdiği sene 1977. Kırk seneyi mütecaviz bu yolda pervane misali çırpınan, uğraşıp didinen Baba’nın hatıratının İngilizce tercümesinin adının The Life of a Moth (2014) olması boşuna değil... Baba, “Babam askerdi, beni asker gibi yetiştirmek istedi, başka türlü asker olduk” demişti. Hâl şeyhim dediği zat hakkındaki ilahiye benzemiyor mu? “Hazret-i Safer yolunda nefer/ Hu deyip döner aşk meydanında.” Bir arkadaşım bana Amerika’da Bir Türk’ü okurken yardım faaliyetleri bölümlerinde sıkıldığını söylemişti.

Az ya da çok herkesin nispeten aynı kanaatte olacağını düşünüyorum. (Bosna Hersek, Irak, Suriye, Gazze, Haiti’ye... toplamda 2 milyona yakın para gönderiliyor, ihvanda öyle zengin de yok.) Fakat şimdi bu satırları yazarken, kitabında belki de orantısız bir şekilde geniş yer ayırdığı bu bölümlerin, hayatında en çok önem verdiği “hizmet” kavramıyla doğrudan irtibatını tesadüfle izah edemiyorum.

Mürşid babadır” diyerek dervişlerinin sadece manevi değil maddi müşkülleriyle de müşfikane meşgul olan Baba, sâlike sülukunda yol aldıran şeyin hizmet olduğu pek çok defalar söyledi. Fakir de Baba’nın evlatlarına hizmet sahaları açmaya niçin gayret ettiğini ifade ettiği nasihatini kulağıma küpe olsun diye not ediyorum: “Aramızda derviş olarak inkişaf eden, ihvan içindeki kimselerin çoğu çok namaz kılıp çok oruç tuttuğundan dolayı değil, çok hizmet ettiğinden dolayı ilerlemiştir. Hizmet meselesi çok mühim. Onun için daimi surette onlara ya içeride ya dışarda hizmet imkânı sağladık senelerden beri. O, ihvana çok yardım etti. [...] Tasavvufta en mühim şey adap dedikleri şey. Adabın temeli herkesi, her şeyi kendinden iyi bilip ona senden daha iyi olduğu için hürmet ve hizmet etmektir. Efendim derdi ki, bir köpek sizin hocanız olabilir. Bir köpeğin sahibine olan sevgisi, itaatı... Tekme atsan bile gelip oturup kuyruğunu sallar.

Tevuzunun güzelliği, gururun kahrı

Baba’nın yıllarca dünya ve ahiret saadetinin tevazuda olduğunu ve bütün felaketlerin gururdan geldiğini bizlere telkin ettiğine -anlattıklarını işitenler ve okuyanlar olarak- şahitiz.

  • Bu mütevazı şeyhin “Bunu basın buyurduğu”, ne yazık ki yayımlanmayan birkaç cümlesi de Nihayet’in nasibi oldu: “İnsanlığın, binaenaleyh tarikatın en mühim erişmesi gereken seviyesi ehl-i haya olmak, yani Allah Teala’dan utanmak. İnsanın ‘Bana nasıl en güzel şeyleri daimi surette her saniye veriyorsun, ben bunların hiçbirisine, şu nefes alıp vermeye bile layık değilim’ diye ağlaması lazım. Allah Teala’nın sayılmayacak lütuflarını idrak edip bunların bir tanesine dahi katiyyetle layık olmadığını haya edip ikrar eden adam hakiki insandır.”

Baba gururun çok büyük bir aldatıcı olduğu sıklıkla söylerdi, resmi bırakma hikâyesinde bir İtalyan kız tarafından övüldüğünde nefsinin göklere çıktığını çok kereler anlatmıştı. Napolyon bile sıradan bir ressamın gururunun yanında solda sıfır kalır düşüncesinde idi. “En kötü hastalık kanser ya da verem değil. En büyük tehlike harp değil, atom bombası değil. İnsanın başına gelen en korkunç belâ, kibir”di.

Sonraları, Shock Art olarak tanımlanan performanslarında bir yandan kanla, etle, sakatatla diğer yandan da son derece şedid bir cinsellik vurgusuyla ortalığı birbirine katarkenki maksadını dahi, içerisinde zombi gibi yaşadığımız bu dünyadan uyanarak kendimize gelip haya duymamıza bağlaması hayli ilginçtir.

Sonraları, Shock Art olarak tanımlanan performanslarında bir yandan kanla, etle, sakatatla diğer yandan da son derece şedid bir cinsellik vurgusuyla ortalığı birbirine katarkenki maksadını dahi, içerisinde zombi gibi yaşadığımız bu dünyadan uyanarak kendimize gelip haya duymamıza bağlaması hayli ilginçtir: “Çoğumuz, hatta hepimiz uykudayız. […] Kafamıza bir değnekle kuvvetle vurulursa belki uyanırız… Onun gibi şeyler yapmaya çalıştım. İnsan uyandığı zaman da kendisinin hiç olduğunu görüyor; (şu kâinatta) bir toz zerresi kadar ufak olduğunu görüyor.” Bir başka sefer şöyle izah ediyor Baba: “Bizim maksadımız insanlara ‘Dışardan bakınca bir şeye benziyoruz, ama içimizde neler var? Damarlar, kan, irin, et, kemik, bağırsak... Bakın, ne mal olduğunu(zu) anlayın, gururu bırakın’ demekti.

Baba’nın vasiyeti

Baba’nın çok defa manevi bir harita olarak arz ettiği, hatırlamak ve uygulamakla dereceler katedileceğini söylediği bir hikâyeyi de mirasıymışçasına buraya ekliyorum (hatıratında uzun versiyonu bulunmaktadır):

  • “Yıllar evvel bir Alman kızı merhum efendimin yanına gelmişti. Efendim o Alman kızına demişti ki; ‘Bizim için meseleler gayet açıktır. Allah Teâlâ bize iki mihenk taşı vermiştir, bir işi yapacağın, düşüneceğin yahut söyleyeceğin zaman, o işi o mihenk taşlarına vurursun ve iyi mi yoksa kötü mü olduğunu tespit edersin.’ ‘O mihenk taşları nelerdir?’ dedi kız. Efendim de, ‘Allah’ın ayetleri ve Peygamber Efendimiz’in hadisleri’ dedi tabii. Bunun üzerine Alman kız dedi ki, ‘Ama benim bunları ayrıntısıyla öğrenmemin imkânı yok.’ Efendim de ‘O hâlde sen kendi Kur’an’ını oku’ dedi. ‘Kendi Kur’an’ını oku’ dediği, kalbine, vicdanına sor manasında. Ancak kız meselelerden haberdar; bunun üzerine Efendime, ‘Benim kalbimle aramda bir düşman var’ dedi. Efendim de, ‘Bir şeyi düşündüğün yahut yapacağın veyahut söyleyeceğin zaman kendine sor: Bu iş senin için iyi midir? İyidir. Senin için iyidir ama başkaları için iyi midir? Evet, iyidir. O zaman yap. Senin için iyiyse ama başkaları için iyi değilse, o zaman yapma.’ ‘Ama’ dedi Efendim, ‘Allah Teâlâ’nın en sevdiği şey de şudur: Bir şey var ki senin için çok çok kötüdür, fakat büyük bir zümre için çok iyidir. İşte o işi yaparsan Allah’ın en sevdiği iş odur.’”

Son söz: Âşıklar ölmez. Kılıç kınından çıkınca özgürdür. Umarız ve inanırız ki Baba, sevdikleriyle rüyalarda ve cennette buluşur.

Hazretin sadaka-i cariyesi Amerika’da Bir Türk de daima ümit olur; aynı dediği gibi: “Bizim gibi herhâlde başkaları da var(dır); bizim çamurdan, şüpheden, karanlıktan ışığa çıkabildiğimiz belki başkalarına da ümit verir, dedik, kadere inanmayanlara da bir ders olur... Allah en iyisini bilir. Enimiz sonumuz O’nun elinde.