Tamâmü’l-Feyz’de Bursa: Bursevî şehirlerin ruhunu maneviyatla açıklıyor

SEMİHA NUR MIHÇIOĞLU
Abone Ol

İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin (v. 1137/1725) eserlerini okurken, Bursa’nın bendeki özel yerinden midir bilmiyorum, söz sanki daima dönüp dolaşıp Bursa’ya geliyordu. Bu denk gelişler sıklaşınca, büyük ölçüde hayat hikâyesinden de bahsettiği Tamâmü’l-Feyz başlıklı eserine baktım. Bursa’dan övgüyle bahseden birçok ifadesine ve manzumlarına denk geldim. Bursa, sâkinleri, tarihi, mimari dokusu ve ruhaniyetiyle Bursevî’nin bahsederken keyif aldığı, bir işten başka bir işe geçerken zihnini dinlendirdiği bir yerdi sanki. Bu arada Bursevî nisbesiyle anılması yanıltmasın; Bursa’da doğmasa da uzun yıllar Bursa’da yaşadığı için bu nisbetle anılıyor. Birçok farklı şehirde irşad için ikamet eden İsmail Hakkı Hazretlerinin doğup büyüdüğü yer ise günümüz Bulgaristan sınırlarında kalan Aydos.

Bursevî’ye göre Bursa, Konstantiniyye ve Edirne “ruh” mertebesine ve “cem’-i rûhî yani ruhun cem makamına işaret eder.

18. yüzyıl Osmanlı ulemasının meşhur sûfilerinden olan Bursevî, Celvetiyye yolunun büyüklerinden. Şeyhi, Atpazarî Osman Fazli Efendiden ilim tahsil ettikten sonra vefatına dek şeyhinin halifesi olarak irşâd ile meşgul olmuş. Tasavvufi çevrelerde geniş kabul gören, birçok eseri basılan ve okunan Bursevî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî olmak üzere Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Üftâde ve Aziz Mahmud Hüdâyî’ gibi sufilerden etkilenmiş ve vahdet-i vücûd düşüncesini benimsemiştir.

Tamâmü’l-Feyz, tarikatların menşei, amacı, biat ve intisap, evrâd, mürşidin vasıfları, Celvetî silsilesi gibi konuların işlendiği hacimli bir eser. Eserin büyük bir kısmını ise İsmail Hakkı’nın (k.s.) mürşidi Osman Efendi’nin hayatı, kerametleri, eserleri ve konuşmalarından derlenen notlar oluşturuyor. Kitabın keyif alarak okuduğum bölümlerinden özellikle Bursa ve sâkinlerine temas ettiği yerlerin bir kısmında aldığım notlarla bu yazı şekillenmiş oldu. Konular oldukça derin, anlayabildiğim kadarını açıklamaya çalıştım. Bursevî’nin hayatının, tasavvufi görüşlerinin ve ibarelerin anlaşılabilmesinde umarım okuyucusuna bir faydam olur.

Bursevî, Bursa’yı tasvir ederken ilginç benzetmelerde bulunur. Ruh ile sultanı birbirine benzeterek ruhun insan bedeni üzerindeki konumu ile sultanın şehirdeki konumunu eşdeğer görür.

“Şayet o şehri ziyaret etsen, yeryüzünü bir evde

Görürsün neşveyi bir türbede, hayrı da bir komşuda”

“İşte o şehir Bursa’dır. Allah Teâlâ onu her zaman âfetlerden korusun. Onun sakinlerini sûra üfleninceye kadar Beytü’l-Ma’mûr’un1 sakinleri gibi kılsın. Beni bu hoş beldeye çok çok bağışlayıcı olan Rab ve takdir saiki sevk etti.”

“Allah’ım Bursa sakinlerini umumi ve hususi olarak en güzel hayat ve bolluk üzere kıl. Onların gıdalarının çoğunu nefehât, lemeât, reşehât, fütuhat, fusûs ve nusûs kıl. Orada sadakat sancaklarını gökyüzüne ulaşana kadar yükselt, ihlas nehirlerini deniz gibi olana kadar akıt. Şüphesiz sen bâtın ve zahirde çokça feyz verensin, evvel ve âhirde vehhâbsın.”

Bursa’dan bahsederken şiirle başlayan ve yine aralıklarla şiirleriyle süsleyen Bursevî (k.s.) miras aldığı gelenekteki birçok sufi gibi şiirle de yakından ilgilenmiş. Henüz çocuk sayılabilecek bir yaşta Farsça tahsil etmiş ve şiire olan ilgisi sayesinde henüz o yaşlarında Farsça divanları anlayabilecek seviyeye gelmiştir.

Bursevî (k.s.) Bursa sakinleri için duasında: “Onun sakinlerini sûra üfleninceye kadar Beytü’l-Ma’mûr’un2 sakinleri gibi kılsın.” ibaresindeki Beytü’l-Ma’mûr ifadesini, kendisinin kaleme aldığı Rûhu’l-Beyân Tefsiri’nde şu şekilde açıklar: “Beytü’l-Ma’mûr Kâbe’nin gökteki bir gölgesi niteliğindeki bir mâbeddir ki buranın mamur olmasından murad, her gün yetmiş bin meleğin topluluklar hâlinde gelip orayı ziyaret etmesindendir. Öyle ki bu melekler burayı tavaf etmekte, namaz kılmakta ve bir defa tavaf ettikten sonra ikinci defa kendilerine sıra gelmemektedir. Beytü’l-Ma’mûr’un semâdaki hürmeti, yeryüzündeki Kâbe’ye olan hürmet gibidir. Zirâ hatırı sayılır insan kalabalığı gece gündüz orayı ziyaret eder. Bu yüzden kalbin Beytü’l-Ma’mûr’dan yaratılmış olduğu da söylenir. Başka bir görüşe göre de insanın içi Beytü’l-Ma’mûr gibi olup nefeslerin vücuda girip çıkması da meleklerin hareketine benzemektedir.”3 Buradan hareketle Bursa’yı bir mabed olan Beytü’l-Ma’mûr’a, sakinlerini de Beytü’l- Ma’mûr’un sâkinleri olan meleklere benzetmiş, murad etmiştir.

Duanın devamında “Onların gıdalarının çoğunu nefehât, lemeât, reşehât, fütuhat, fusûs ve nusûs kıl.” ibaresinde “nefehât, lemeât, reşehât, fütuhat, fusûs ve nusûs” ifadeleri hayli dikkat çekicidir. Nefehât, tasavvufi ıstılahta manevi esintiler; lemeât, ilâhî nurların sufinin gönlünde tecelli edip parlaması nedeniyle duyumsadığı hâller; reşehât, ilham yoluyla gelen ilâhî hakikatler, hikmetler; fütuhat, mânevî feyz yoluyla erişilen Hakk’ın gizli sırları; fusûs, özler, iç yüzler, hakikatler; nusûs,doğruluğu şüphe götürmez, açık ve kesin hükümler, naslar, manasına gelir.

Takipçisi olduğu sufilerin eser isimlerini duasına katarak bunların hem ıstılahi manalarına hem de müelliflerine işaret eden Bursevî, bu eserlerin içerdiği hakikatleri Bursa sakinlerine dua için vesile kılmaktadır. Bursevî’nin daha çok İbnü’l-Arabî hazretlerinin fütûhat, fusûs ve nusûs isimli eserlerine atıf yapması, bu eserlerin ve manevi pederim dediği İbnü’l Arabî’nin kendisi için hususiyetine işaret eder. Konevî’nin, Lemaât hakkında: “Fusûsu’l-Hikem’in lübbü/özü” yorumunda bulunması da yine bunu destekler. Duasındaki eserlerden bir diğeri olan ve Ubeydullah Ahrâr’ın hayatını ve menkıbelerini anlatmak amacıyla kaleme alınan Reşahât’ın zikredilmiş olması da yine muhtemelen Ubeydullah Ahrâr’ın (k.s.) vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen sufilerden olmasıyla yakından alakalıdır. Ubeydullah Ahrar’ın müridi ve Nefehât’ın müellifi Molla Câmî’de yine vahdet-i vücûd düşüncesini benimseyen sufilerdendir. İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûdu esas alan tasavvuf anlayışı ile Nakşibendiyye tarikatının tasavvuf anlayışının kaynaştırılmasında da Molla Câmî’nin tesiri önemlidir.

Cem makamı nasıl ki kulun kâinatta Hak’tan başkasını müşahede etmediği bir makam ise şehirler de şehir sakinlerinin, sultanın eserlerini ve sultanı müşahede ettiği mekânlardır.

Bursevî’nin duasındaki bu eser seçkisi onun tasavvuf düşüncesi itibariyle Ekberî ekole bağlı olması ve İbnü’l-Arabî’nin kendi dönemindeki bir temsilcisi olmasıyla yakından alakalıdır. İbnü’l-Arabî’ye olan yoğun sevgisi sebebiyle uzun bir süre Şam’da yaşamış ve orada birçok eser kaleme almıştır.

“Şüphesiz sen bâtın ve zahirde çokça feyz verensin, evvel ve âhirde vehhâbsın.” ifadeleriyle duasını sonlandıran Bursevî, zikrettiği esmâları ve atıf yaptığı Hadid suresinin 3. âyet-i kerimesini4 duasının sonuna ekleyerek kabul olması için vesile kılar. Kaleme aldığı Rûhu’l-Beyân’da bu âyet-i kerimeyi tefsir ederken: “İki rekât namazdan sonra kırk beş kez hüve’l-evvelü ve’l-ahıru ve’z-zâhiru ve’l-bâtınü ve hüve bi külli şeyin alîm. Yâni, O, ilktir, sondur, apaçıktır, gizlidir. O’nun her şeye gücü yeter, derse ne diliyorsa ona sahip olur.”5 ifadeleriyle de ayetin, hacetlerin kabulünde vesile olduğunu dile getirmiş ve duasını bu şekilde bitirmiştir.

Bursevî, Bursa’yı tasvir ederken ilginç benzetmelerde bulunur. Ruh ile sultanı birbirine benzeterek ruhun insan bedeni üzerindeki konumu ile sultanın şehirdeki konumunu eşdeğer görür.

“Bil ki Edirne, Bursa ve Konstantiniyye olarak meşhur olan bu üç şehirden her biri ‘ruh’ mertebesine ve ‘cem‘-i rûhî’ makamına işaret eder. Bu böyledir; çünkü bu üç şehir, Osmanlı padişahlarının saltanat yurdu idi. Şüphe yoktur ki sultanların bulunduğu mekânlar, büyük toplulukların bulunduğu yerlerdir; zira onlar, âfâkta enfüsteki ruhlar konumundadır. Nitekim ruh, Allah’ın insanda terkip ettiği en üstün kuvvettir. Vücûttaki her şey ona tâbidir. Aynı şekilde sultan da Allah’ın yeryüzüne yaydığı bütün halktan daha güçlüdür. Hepsi sultana tabidir ve sultanın şerefi, birlik ve huzuru onun mekânına da şeref ve huzur katar.”

Bursevî’ye göre Bursa, Konstantiniyye ve Edirne “ruh” mertebesine ve “cem’-i rûhî yani ruhun cem makamına işaret eder. Cem makamı nasıl ki kulun kâinatta Hak’tan başkasını müşahede etmediği bir makam ise şehirler de şehir sakinlerinin, sultanın eserlerini ve sultanı müşahede ettiği mekânlardır. Zira sultan, ilahi iradenin şehirdeki yansıması gibidir. Şehirler kendi aralarında toplayıcılık yani cem’iyyet bakımından derecelere ayrılırlar. Baş şehir bütün şehirlerin sultanıdır. Mahalleler, köyler, kasabalar ve tüm yerleşim yerleri saltanat merkezinin birliği altında toplanmıştır. Bursevî’ye göre her bir İnsan-ı Kâmil, ilahi isimleri kendisinde toplayan manevi şehir olduğu gibi her bir İslam başşehri de bahsi geçen enfüsî şehirleri birleştiren ve toplayan zahirî şehirdir.

“Bilmez misin ki peygamberlerin ve velilerin ayaklarının bastığı mekânlar diğer yerlerde olmayan büyük bir şeref ve değer kazanmışlardır. İşte bu yüzden insanlar bu kutsal mekânlara değer verip ziyaret ederler ve türbeleriyle teberrükte bulunurlar.”

“‘Mekânın şerefi orada oturan iledir.’ Sözü çok doğrudur. Şayet bir yere şerefli biri uğramazsa orası asla şeref kazanamazdı. Bu böyledir, zira bir yerin tercihinde genel ya da özel bir sebeb olması gerekir. Genel sebeb Allah’ın yeryüzünde gölgesi olan sultandır. Özel sebeb ise ilahi sırrın hakikati olan toplayıcı hakikate mazhar olmasıdır. Buradan ortaya çıkmıştır ki ruh ve sultanın her ikisi için bu ikisi dışındakilerin sahip olmadığı bir birlik vardır. Her kim ruh sarayına girerse “tefrika” afetinden emin olur, huzur ve birlik bulur. Her kim de saltanat sarayına yani saltanat beldesine girerse, orada başka yerlerde ulaşamadığı hedef ve isteklere dair vasıtaları bulur, toplayıcı eserleri keşfeder.”

Eskiden olduğu gibi günümüzde de Ravza-i Mutahhara başta olmak üzere sahabe-i kiram efendilerimizin ve evliyanın merkadleri hep teveccüh görmüştür. Aynı şekilde hâlâ hayatta olan meşâyih-ı kirâmın bulundukları yerler ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. Bu beldeler ilahi feyizlere kaynaklık etmeleri sebebiyle insanların manevi açlıklarını gidermiş ve gidermeye devam etmektedir.

Son olarak Bursevî bazı şehirlerin ilahi isimlerden bazılarına mazhar olduğunu da söyler. “Bursa, Mâliku’l-Mülk ve Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm isimlerine mazhardır. Çünkü Osmanlı padişahlarının ataları Osman Gâzi ve evladından padişah olan beş sultan orada Hakk ile gizlenmiştir. Onlara Hakk’ın zahiri celâli ve ikrâmı gerçekleşmiş ve dönemlerinde büyük veliler irşad seccadesine oturmuşlardır. Bunlardan biri de Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin şeyhi Muhammed Üftâde’dir.”

1. Hz. Ali’nin de bir soru üzerine beytül ma’mûru, gökte bulunan ve Kâbe’nin yerdeki kutsiyetine benzer bir utsiyete sahip olan her gün 70.000 meleğin ziyaret edip namaz kıldığı, bir diğer adı da durâh olan bir yer, bir mescid olarak tanımladığı rivayet edilmektedir. (Taberî, XXVII, 10)26

2. Hz. Ali’nin de bir soru üzerine beytülma’mûru, gökte bulunan ve Kâbe’nin yerdeki kutsiyetine benzer bir utsiyete sahip olan her gün 70.000 meleğin ziyaret edip namaz kıldığı, bir diğer adı da durâh olan bir yer, bir mescid olarak tanımladığı rivayet edilmektedir. (Taberî, XXVII, 10)26

3. Bursevî, c.20, s.95.

4. O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O her şeyi hakkiyle bilir.

5. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l- beyân, İstanbul, Erkam yay., 2015, c.20, s.447.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.