Türk aile yapısı için 80’lerden 2000’lere uzanan kültürel gerilim hangi izleri taşıyor?
Bir karanlığı kiraladık diye düşündüm, evi tutarken. İçinde oturduğumuz evden çıkmamız istendiğinde bebeğim henüz 4 aylıktı. Taşınmak her türlü zor olacaktı bizim için. Babam ve eşim, bir sokak ötede, orta katta bir apartman dairesi için benden evvel gidip emlakçıyla görüştüler. Müstakbel ev sahibemizle neredeyse anlaştılar ve telaşla eve gelip beni aldılar. Evin ilandaki fotoğraflarında her oda hınca hınç eşya doluydu. Elli yıl öncesinin mobilyaları. Zevkli ama eski. Perdelerin güneşlikleri kapalı. Balkon demiri sürgülü. Salondaki koltukların üzerine beyaz çarşaflar atılmış. Evin içinde zaman da yaşam da durmuş, belli. Mutfak karanlık, salon karanlık, hol karanlık...
Buna rağmen üç odası, geniş salonuyla çoğundan iyi. Hem acele çıkmamız şart. Yazı beklesek kiralar iki katına çıkacak. İçime pek sinmese de kabul ettim. Emlakçı eşliğinde apartmanı bulduk. İçeri girer girmez dikkatimi duvardaki ceylan tasvirli kabartmalar çekti. Her köşeye birer de niş konulmuş. Zamanında epey özenilmiş, bina zevkli bir müteahhidin elinden çıkmış anlaşılan. Tutacağımız dairenin bir alt katındaki dairenin zilini çalınca kapıyı ellilerinde, aydınlık yüzlü bir kadın açtı bize. İçeriden anahtarları aldı ve üst kata çıktık. İlandaki daire anne ve babasınınmış. Babası rahmetli olunca bir süre annesi tek başına yaşamış evde. Pandemide ne yazık ki anneye demans teşhisi konulmuş. Zamanla durumu özel bakım gerektirir hâle gelince de el mahkûm, bir bakımevine yerleştirmişler onu. “Uzun zaman ne eve ne eşyalara dokunmak içimden geldi.”, dedi ev sahibesi. “Belki annem iyileşir eve döner diye. Sonra da evi eşyalı kiralamak istedik ama güvenecek kimse bulamadık.” Emlakçı, ev sahibemizin ne kadar seçici olduğunu anlatmak için girdi araya: “Çok aile getirdim, evi görüp beğendiler ama içine sinmedi Olcay Ablanın.” Gözleri dolu dolu babama çevirdi yüzünü Olcay Hanım. Üzerinde uzun siyah paltosu, yün atkısı ve şapkasıyla onun kendi babasına ne kadar benzediğini anlatmaya başladı. “Tevellüdü kaçtı rahmetlinin?” diye sordu babam. Hemen hemen yaşıt oldukları anlaşılınca, “Evet, akranmışız.” dedi. Tuhaf bir yakınlık peyda oldu hepimizin arasında. Gözyaşları evin karanlığını biraz duruladı. “İçim size ısındı.” dedi, Olcay Hanım. “Benim de”, deyiverdim birden. “Benim de size.”
Zaman zaman bir acı kahve içecek, uzun bir tatile çıkarken hiç değilse birbirimize bol su, bol güneş hülasa bol özen isteyen bir saksı çiçeğini emanet edebilecek kadar insan-insana bağ kurabilmek bu zamanda bu kadar zor mu gerçekten? Hemen her yerde ama bilhassa İstanbul'da ev sahibi-kiracı ilişkileri müthiş bir gerilim hâlindeyken üstelik... Evi tutan da evi kiraya veren de artık yalnızca evi görüyor. İçinde yaşayanın veya mülk sahibinin bir kıymeti harbiyesi yok. Ne evi görücüye çıkarırken ne de biriyle ahitleşirken insana has bir ihtimam var. Evi ev yapanın insan olduğu hakikati iyiden iyiye unutulup gitti.
Memduh Şevket'in “Ev Ona Yakıştı” isimli hikâyesini anımsıyorum... Bir ev sahibiyle o evi kiralayan arasında geçen hepimiz için pek tanıdık bir anlatı bu. Halil isminde bir adamın bahçeli bir evi vardır hikâyede. Zamanında alacaklılar yüzünden mülk sahibinin satışa çıkardığı bu evi almış, kiraya vermiştir Halil. Kiracılar da bildiğimiz kiracılar der anlatıcı, birkaç ay içinde evi bir yıkıntı yerine çevirirler, bahçe duvarları yer yer yıkılır, kapısı, camı, çerçevesi kalmaz. Halil de çoluk çocuğu, inekleri öküzleri derken başa çıkamaz olunca yeniden kiraya verir bu evi.
Oturduğu baba evini yol açma gerekçesiyle belediye yıkınca emekli Binbaşı Ali Köse gelip bu viran evi Halil’den ucuza kiralar. Binbaşının eşi, “Bu viranede nasıl otururuz?” diyecek olsa da eli her işe yatkın olan Ali Köse caymaz. Genç de bir oğlu olunca el ele verir tadilata girişirler. Yıkılan ocakları, dökülen sıvaları örüp sıvarlar. Saçaklar yenilenir, kapı pencereler aşı boyası ile boyanır. Bahçe bellenir, çitler takılır, yollarına kırmızı toprak getirtip dökerler. “Böylece”, der hikâyenin anlatıcısı, “Ev yalnızca bir ev olmadı, gönülsever bir yuvacık kılığına girdi.”
Emekli binbaşı ve ailesinin bu viranede nasıl durduğunu merak eden konu komşu gelip evin yeni hâlini görünce hayret ederler. Hemen ev sahibi Halil'e haber uçururlar. “Vah ki vah!” “Evi görme, yüreğin yanar.” “Nasıl da sudan ucuza verdin o gül gibi evi?” Binbaşının bin bir zahmetle mamur ettiği virane birden kıymete biner. Paha biçilemez olur. Çarşının alaycıları, gevezeleri, kendilerine iş arayanları Halil’i dillerine dolayıp ateşi iyice körüklerler. Ahalinin dolduruşuna gelen Halil, dayanır kiracısının kapısına: “Ya kirayı arttırırsın ya da evden çıkarsın!”
Bugün de pek farklı sayılmaz, insan bir başka insana değil “piyasa” denen o deve, o Tepegöz’e mağlup. Evin, eşyanın değerini ferdin kendisi yahut eşyanın ederi değil yığınların korkusundan dirilmiş tek gözlü bir dev belirliyor sanki. Bir defa piyasaya, piyasanın diline düşmeye gör! İnsaf gözeteni saf, iş bilmez; kurnazlık edeni akıllı ve iş bilir sayan tuhaf bir pazar bu... Halil, insafı olmayan bu pazarda saf, iş bilmez diye anılmak korkusundan geri adım atmaz ve tekrar haber yollar kiracısına: “Evimden çıkmazsa mahkemeye vereceğim.” Binbaşı düşünür, bir hafta izin ister Halil’den. Bir hafta sonra istemeye istemeye evi boşaltır. Çıkarken de “Bak”, der oğluna, “Biz girdiğimiz gün bu ev nasıldı, emeğine acıma. Görenler burada ‘adamlar’ oturmuş desinler. Haydi çekici al, perdeleri usulca sök, duvarlar bozulmasın.”
Halil dilediği paraya yeni kiracılar bulur bulmasına ama kısa zamanda neredeyse evinden olur. Bakar ki “Yeni kiracılar odaların duvarlarına kazık çakıp çocuklarına salıncak kurmuşlar, mutfakta odun kırmışlar, döşeli tuğlalar bir bir kırılmış. Saç soba kurmuşlar, borusunu pencereden çıkarmışlar, rüzgâr zifiri duvara püskürtmüş.” Üstelik kiracılar evin bu hâli için bir de Halil’den tadilat istemezler mi? Yaptırmazsan biz de kira vermeyiz diye de inat ederler. Halil bir de bu çekişmeyle çarşıda dalga konusu olur. Nihayet kiracısı kendiliğinden çıkıp ev boş, viran kalınca Halil koşa koşa Binbaşı Ali Köse’yi bulur. “Şu evi benden al, kurtulayım.” der, yalvarırcasına. Binbaşı şaşırır, evi alacak parası da yoktur. Fakat Halil’in canına öyle bir tak etmiştir ki veresiye bile olsa vermeye razıdır evini. Tanıdıklar araya girer, bir miktar peşinat verilir ve ev iki güne kalmaz Ali Köse’ye geçer. Hikâyenin en güzel yeri şüphesiz Halil’in son sözleridir. Ahali durumdan haberdar olup yine “Yazık etmişsin!” diyecek olunca bu defa gayet kendinden emin şöyle der onlara: “Hiç de yazık etmedim, herifçioğlu yapmayı da biliyor, oturmayı da! Ev, ona yakıştı! Senin benim gibilerin elinde kalıp da yurtluk olacağına, onun elinde ko şenlik olsun!”
Alelacele bulup tuttuğumuz o eve bir ayda yerleştik. Eski eşyalar çıktı, eski yaşantılar silindi. Rutubetten simsiyah olmuş duvarlar boyandı. Dolap kulpları yenilendi. Yaşantısı donup kalmış bir evi, bir karanlığı kiraladık belki ama el birliğiyle ferah bir yuvaya, bir şenliğe dönüştürdük diye düşündüm. Emekli diş hekimi, zarif, iyi yürekli bir kadın olan ev sahibemi kahveye davet ettim. Evin bu yeni ve aydınlık hâlini o da sevdi. Düne kadar boş olan bu evden şimdi çocuk sesi geliyor diye ne kadar memnun olduğunu anlattı içtenlikle. Yaz başında tatile çıkarlarken oğlunun hediye ettiği cam güzelini getirip emanet etti bana. Öyle bir mesuliyet duygusuna kapıldım ki aman çiçeklerini dökmesin aman kurumasın diye tam bir hafta şu oda senin bu oda benim saksı elimde gezdim durdum. Çiçeğin yaprakları biraz kendini bırakacak olsa hemen güneş alan daha iyi bir yere koydum. Gelir gelmez de emanetini teslim ettim. Kimi zaman ben de ona kahveye inerim. Oturur insan insana sohbet ederiz. Bazı günler sokağın da ev içlerinin de sessizleştiği gün ortalarında çalışma odamın hemen alt katından onun ince, soprano sesi, sanki bir taş plak kaydıymış gibi işitilir: “Erişti nev-bahar eyyamı açıldı gül-i gülşen.” Sandalyemde arkama yaslanır, gözlerimi kapar bir müddet onun güzel sesini dinlerim. Tanışıklığımız olmasa, hikâyesini bilmesem, müziğe olan tutkusunu anlamasam belki kulağıma bile gelmeyecekti sesi. O da küçük oğlumun parkelere vura vura oynadığı oyunlardan rahatsız olup sık sık ihtar çekecekti bize, kim bilir. Ama işte bir kahvenin kırk yıl hatırı olduğu kadar, bir çiçeği, bir hikâyeyi birine emanet etmenin de bir hatırı var şüphesiz. Bu yalnız bir ev üzerinden değil, insan insana kurulan bir değer üzerinden ahitleşmekle mümkün biraz da.
Yalnızca mülkiyet, yalnızca meta, yalnızca piyasa gözeterek neleri yitiriyoruz? Bugün Tunus yakınlarında birkaç kalıntıdan ibaret olan Antik Kartaca kentinde yaşamış bir tarım uzmanı, yüzyıllar öncesinden şöyle nasihat ediyor: “Tarla satın alan evini satsın ki, kent yaşayışını köy yaşamına yeğlemesin.” İnsanın tarihini mekândan ayrı okursak her tıkanmayı ilk kez yaşıyoruz zannederiz. Bugün tarım ve hayvancılıkla uğraşmak zor geldiğinden kentte kiraya verdikleri evlerin geliriyle köyünde yaşayan pek çok insan var. Kiralar geçim kapısı olunca da kiracılara insaf etmek ne mümkün. Mülkiyet, insanı üretmeye değil de yalnızca tüketmeye götürdüğünde tükenen şey özde insandan, insana has olan değerlerden başkası olmuyor ne yazık ki. Bu zamanda taşınmanın, kiracı olmanın, mülk edinemeyecek kadar tükenmenin daha pek çok nedeni var elbette. Bütün bunlara rağmen, siz ne dersiniz; taşındığınız, aldığınız, sattığınız ev size gerçekten yakıştı mı?
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.