Yaşlanmanın itibarını idrak etmeliyiz

KÜBRA KURUALİ YAŞAR , MERVE AKBAŞ
Abone Ol

Yeni koronavirüsün (Covid-19) dünyayı etkisi altına almaya başladığı, ülkemizde ise henüz bir vakayla karşılaşmadığımız günlerde buluştuk İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Murat Şentürk’le. Yani fotoğraflarımız, “Evde Kal Türkiye” çağrılarının başlamadığı günlerden.

Kendisiyle İstanbul’da Yaşlanmak adıyla kitaplaşan araştırmalarını ve “Yaşlılık Atölyesi” kapsamındaki çalışmalarını konuşmayı planlamıştık. Söyleşiyi yaptığımız gün bazı Avrupa ülkelerinin, salgın gençleri etkilemeye başlayana kadar “yaşlıları âdeta ölüme terk etmeleri” ve karantina kararında gecikmeleri gündemdeydi. Dolayısıyla yaşlılığı, “kalan sağlar bizimdir” politikası yürüten ülkeler ve “üretimin dışında kalanın âdeta yok sayıldığı modern dünya düzeni” üzerinden de konuşmuş olduk. Sebebi Covid-19 olan izole hayatımızın bizi yalnızlaştırdığı şu günlerde, sizleri hem “yaşlıların yalnızlığını” daha iyi anlayabilmek hem de yalnızlığınıza ortak olmak için sohbetimize davet ediyoruz.

Yaşlılık ne zaman başlıyor? Bunun hangi yaşla, nasıl başladığına kim karar veriyor?

Yaşlılığın ne zaman başladığına herkes kendi karar verir. Literatürde çok fazla yaşlılık tanımı var. İnsanların yaşlanma biçimleri de farklı. İnsanlar yaşadıkları toplumla ilişkili biçimde farklı deneyimlerle yaşlanmaya doğru yol alırlar.

Kuşak araştırmalarına baktığımızda, farklı kuşakların değişik zamanlarda birbirleriyle olan iletişiminin zayıfladığını görürüz.

Bu aslında onların ne zaman ve nasıl yaşlandıklarını, kendilerini ne zaman yaşlı olarak tanımladıklarını belirleyen en temel unsur olarak karşımıza çıkar. Bugün en fazla konuştuğumuz konulardan birisi kronolojik yaşlanmadır. Belirli bir yaşa geldiğinizde kendinizi yaşlı olarak tanımlamanız birtakım kriterlere bağlıdır. Söz gelimi bazen 60, bazen 65 yaş bir kriter olarak dikkate alınır ama bu sınırlayıcı bir bakış açısıdır. İnsanlar kendi yaşantılarıyla, kendi algılamalarıyla bir yaşlılık tanımı yapar ve kendilerini yaşlı hissettikleri bir döneme doğru geçiş yaşarlar. Bu kişiden kişiye değişir. Yaşlanma çalışmaları da bu konuda olabildiğince hassastır. Özellikle kronolojik yaşlanma ile ilgili bunun bir yaş ayrımcılığı oluşturacağına dair çok ciddi eleştirilerde bulunulur. Bu son derece haklı bir perspektiftir. Hepimiz farklı bir şekilde yaş alıyoruz, yaşlanıyoruz. Yaşlılık dönemindeki insanlara, “Yaşlandığınızı ne zaman hissedersiniz?” sorusu yöneltildiğinde araştırmalarda genelde “elden ayaktan düşmek” cevabını alırız. Bu, kendi işinizi kendinizin yapamadığı bir dönemi işaret eder. Tabii bu değerlendirme de kişilerin sosyal, ekonomik ve kültürel sermayelerine göre değişir.

Eskiden yaşlılar akıl danışılan, güvenilen kimselerdi. Şimdi ise gençler büyüklerine ihtiyaç duymuyor. Bu statü değişikliğinin nedeni sadece modernleşme mi? Farklı unsurlar da etki ediyor mu?

Kuşak araştırmalarına baktığımızda, farklı kuşakların değişik zamanlarda birbirleriyle olan iletişiminin zayıfladığını görürüz. Yani bunun modern döneme has bir özellik olup olmadığına tereddütle yaklaşmak gerekiyor.

Doğarken ölenler için şarkı
Nihayet

Biliyorsunuz, binlerce yıl önce yazılan bazı mağara yazılarında, “Ne olacak bu gençlerin hâli? Bizi artık dinlemiyorlar!” gibi ifadelere rastlanır. Cicero’nun Yaşlılık Üzerine ya da Sultan II. Murad'ın Fatih Sultan Mehmed’e Öğütler kitabına bakarsanız yaşlılık ve gençlik dönemlerine ilişkin bugüne uzanan benzerlikler bulabilirsiniz. Aslında farklı kuşaklar farklı deneyimlere sahip oldukları için, yetişme dönemlerini farklı biçimde geçirdikleri için birbirlerine karşı mesafelidirler. Modern dönemde bu mesafenin daha da açıldığını söyleyebiliriz ama geçmişte de böyle bir örüntünün olduğunun altını çizmeliyiz. Kuşaklar arasındaki etkileşim alanları her zaman bizim zannettiğimiz kadar geniş değildi. Ama bugün her zamankinden çok daha hızlı değişebiliyoruz. Örneğin bugün bir öğrencim, “Yeni medya çok hızlı değişiyor. Olanları yakalamakta zorlanıyorum. Galiba yaşlandım!” dedi.

Bu öğrenciniz kaç yaşında?

Sanırım 22-23 yaşında. Değişim o kadar hızlandı ki aradaki geçişler bizi birbirini anlamayan ve etkileşim alanlarının daha dar olduğu bir çerçeveye götürüyor. Ben modernlikle beraber bu etkileşim alanlarının daha sınırlı hâle geldiğini düşünüyorum.

Öğrenciniz teknolojik gelişmelere yetişemediği için kendini yaşlı hissediyor. Bazı insanlarsa eşleri vefat ettikten sonra bu hisse kapılıyor. Bazılarıysa hastalandıktan sonra...

İnsanların yaşlılığa yüklediği anlamlar çoğunlukla birtakım zihinsel ve bedensel işlevlerdeki gerilemelerle ilgilidir. Bu genellikle “elden ayaktan düşme” olarak tanımlanır.

Elden ayaktan düştüğünüz andan itibaren kendinizi yaşlı hissedeceğinizi varsayarsınız. Emekli olduğunuzda, eşiniz vefat ettiğinde veya kuşakların hızına yetişemediğinizde...

Bu biraz yaşlanmaya yüklediğimiz negatif anlamlarla ilgilidir. Yani “yetişememek” yaşlılığın bir tezahürü gibi algılanıyor. Ya da benzerlerinizle aynı faaliyetleri yürütememek yaşlanmanın doğrudan bir parçasıymış gibi düşünülüyor. Hatta bunu biraz da engellilikle ilişkilendirerek yapıyoruz. Bir engel, bir mâni varmış gibi değerlendiriyoruz. Hâlbuki yaşlanmanın içinde sizi engellemeyen çok sayıda unsur da devam eder. Siz yetişememenin yaşlılığın bir tezahürü olduğunu düşünmeye başladığınızda iki şey yapmış oluyorsunuz. İlk olarak kendi yaşlanma sürecinizi hızlandırıyorsunuz. İkincisi de yaşlanmaya negatif bir anlam yüklüyorsunuz. Bunun aslında tarihsel, toplumsal kaynakları var. Hepimiz yaşlılarla büyürken onların kısıtları üzerine odaklanıyoruz. Neleri yapabildikleri değil, “yapamadıklarını” düşünüyoruz. Bunlar üzerinden de yaşlıları hayatın dışında, hızına yetişemeyen, “normal” insanlarla vakit geçiremeyen bir kuşak olarak değerlendiriyoruz. Bu bakış açısı tarihsel ve toplumsal tecrübelerimizle alakalı.

Bazı toplumlar neden diğerlerine göre daha hızlı yaşlanıyor?

Türkiye çok hızlı yaşlanıyor. Dünyadaki en hızlı yaşlanan ülkelerden biriyiz. Hâlihazırda yaşlanan toplumlara baktığımızda farklı bir gelişme evresinden geçtiklerini görüyoruz.

Yaşlanma pratiği sadece belirli bir yaş üstündeki insanların sayıca fazla olması değildir.

Moderniteyle beraber, sanayileşme süreci ciddi bir refah toplumu oluşturuyor. Bu dönem sonrasında farklı aile yapıları ortaya çıkıyor ve çocukların sayıları azalıyor. Daha az çocuk sahibi olmak, demografik yapıyı değiştiriyor. Sonrasında ise ölümlerin azaldığı bir çerçeveye ulaşıyor. Gerek ekonomik refah gerekse sağlıkla ilgili gelişmeler endüstrileşmiş toplumların nüfusunun 70-80 yıllık bir zamanda yaşlanmasına neden oldu. Türkiye’de bunu yaklaşık 30 yıllık bir süreç içinde yaşıyoruz. Ancak bizim durumumuz daha farklı. Çünkü biz hem o kadar zenginleşmiyoruz hem de çok hızlı biçimde modernleşmenin getirdiği yaşlanma sürecini yaşıyoruz. Yani “yaşlanmaya hazırlıksız” hâle geliyoruz. Refaha erişme sürecinde zenginleştirici sanayileşme politikalarına sahip olmamamıza rağmen benzeri bir modernleşme sürecinden geçiyoruz. Daha çok şehirliyiz, daha az çocuk sahibi oluyoruz, sağlık imkânlarımız gelişiyor... Temel problem, bizim söz konusu toplulukların geçirdiği gelişme evrelerini daha hızlı yaşıyor olmamız.

Yaşlılığa hazırlıksız yakalanmamız ne gibi sorunlara neden olacak?

Bunun iki boyutu var. Biri daha çok sistemle; toplumun, devletin, yerel yönetimin, özel sektörün yaşlılığa karşı hazırlığıyla ilgili. Diğeri ise içinde yaşadığımız toplumun bireylerinin yaşlanmaya olan hazırlığıyla ilgili. İki farklı yaklaşım söz konusu.

  • Yaşlanma üzerine çalışan birçok araştırmacıya göre bu iki boyutun da dikkate alınması gerekiyor. Bahsettiğimiz tüm yapısal unsurların yaşlanmanın nasıl bir süreç olduğunu anlaması ve bunun değerlendirilmesi gerekiyor. Yani yaşlanma pratiği sadece belirli bir yaş üstündeki insanların sayıca fazla olması değildir. Nüfusun artmasının dışında yaşlanma pratiklerinin farklılaşması anlamına da gelir. Söz gelimi bu nüfus artışıyla beraber çok daha fazla sağlıkla ilgili taleplerle karşılaşabiliriz.

Bizim gibi kentli yaşamı daha fazla deneyimleyen insanların yaşlanmasıyla kamusal talepler artacaktır. Ben, “Yaşlandım, artık evde oturayım” diyeceğimizi zannetmiyorum. Dolayısıyla kamusal alanda yaşlıların kendilerini var edebilecekleri, farklı gruplarla etkileşim kurabilecekleri alanlar sağlayarak yaşlılığa hazırlanmak zorundayız. Bunu farklı açılardan da derecelendirebilirsiniz. Bir tanesi mental olarak hazırlanmaktır. Yani yaşlanmaya yüklediğimiz yaş ayrımcılığı gibi negatif anlam problemlerinden kurtularak, yaşlanmanın ne olduğunu anlayarak yaşlanmak gerekir. Diğer yandan eğitimden sanata, kentsel alandan sağlığa ekonomik yapının güçlendirilmesinden farklı düzeylerdeki toplumsal eşitsizliklerin giderilmesine kadar yapısal olarak çözümlenmesi gereken onlarca mesele var. Bunların yanında toplumun bütün bir toplumsal hayatın yaşlanma ekseninde nasıl şekillenebileceğini tahayyül edebilmesi gerekiyor.

"Pîr-i fâni"den "ok boomer"a
Nihayet

Yaşlanmaya ilişkin farkındalık çalışmalarının yaş ayrımcılığına neden olmadan gerçekleştirilmesi gerekiyor. Biz kamusal alanı yaşlıların daha rahat kullanabileceği çerçeveye çekmeye çalışıp ücretsiz otobüs uygulaması başlatıyoruz. Ancak bir yandan da bunun sınırlandırılmasını isteyenler oluyor. İşe gidiş ve dönüş saatlerinde yoğunluk olmaması için yaşlıların toplu taşımayı kullanmamasını isteyebiliyorlar. Yani bir taraftan yaşlanmaya hazırlanan bir adım atılırken, diğer yandan toplum bu adımın hangi anlama geldiği konusunda farklı fikirlere sahip olabiliyor.

Toplum yaşlanmaya ne kadar hazır? Yaşlanmayı nasıl algılıyor?

Bugün yaşlanma çalışmalarındaki en önemli konulardan biri yaşlılığa karşı tutumlardır. Yaşlanmaya karşı olumlu tutumlar geliştirmek için çalışmak da yaşlılığa karşı hazırlanmaktır. Türkiye’de toplumun önemli bir kesiminin yaşlılığa ve yaşlanmaya ilişkin olumsuz algılara sahip olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin insanların yaşlandıklarında zihinsel ve bedensel güçleri yerinde olsa da daha az dışarı çıkması gerektiğini düşünebiliyoruz. Toplumdaki bu ve benzeri düşünceler yaşlıların daha fazla kendini çekmesine neden olabiliyor. Bu açıdan toplumdaki yaş ayrımcılığı yaşlanmaya ilişkin temel problemlerimizden biridir.

Araştırmanız esnasında İstanbul’un on iki farklı ilçesinde binin üzerinde yaşlıyla görüştünüz. Sosyoekonomik olarak daha üst sınıfta olan bir yaşlı birey ile daha alt gelirli bir semtteki yaşlıların sosyalleşme ortamları da farklı. Bu iki grubu devlet politikalarıyla bir araya getirmek gerekiyor mu? Genç kuşaklar kendi aralarında bir şekilde karşılaşma yaşıyorlar. Ancak yaşlılar bu anlamda da yalnızlaşıyor.

Yaşlanma farklı toplumsal gruplarda farklı pratiklerle gerçekleşir. Biz yaşlanma pratikleri dediğimizde her yaşlının benzer biçimde yaş aldığını varsayıyoruz. Bu ön kabulle hareket ediyoruz. Yaşlıları sessiz, sakin, içine kapanık, sınırlı bir aktivite içinde olan bir grupla ilişkilendiriyoruz. Yaşlıları toplumdan bağımsız düşünmememiz lazım. Yaşlılık çalışmalarındaki en problemli nokta budur. Kadıköy’deki bir gençle Sultanbeyli’deki bir genç farklı deneyimlere sahip olabildiği gibi yaşlıların da farklı deneyimleri vardır.

Nüfusun artmasının dışında yaşlanma pratiklerinin farklılaşması anlamına da gelir.

Tabii tüm toplumsal katmanlarda farklılıklar var. Yaşlanma meselesinde de perspektifimizi daha geniş tutmamız lazım. Olayın kaynağı geçmişteki pratiklerimizle ilgili. İnsana göre değişen bu pratikler yaşadığımız ilçenin yapısından da kaynaklanmakla birlikte daha çok sınıfsal farklılıklardan etkileniyor. Yani insanlar eğitime, kültüre, sağlığa erişebildikleri ölçüde kendi pratiklerini oluşturuyor, kazandıkları pratiklerle de yaşlanma döneminde devam ediyorlar ya da etmiyorlar. Bizim yaşlılara bunları yapabilecek düzeyde imkân sağlamamız gerekir. Merkezî hükûmetlerin ve yerel yönetimlerin eşitsizlikleri giderecek adımlar atması gerekir. Hem hâlihazırda yaşlı olan insanlar için hem de yaşlanmakta olanlar için. Eğer toplumsal farkındalık sağlanırsa bugünün yaşayanları, yaşlanmanın nereye doğru gidebileceğini fark ettikleri için kendi hayatlarında birtakım değişiklikler yapabilirler. Burada da bir tartışma olduğunu söylemek mümkün.

Bireyin kendisi mi, sistem mi bundan sorumludur?

Her ikisi de ama her zaman sistem, yapısal unsurlar temel sorumludur. Bunun için başta yapısal düzenlemelere ihtiyacımız var.

Örneğin toplumsal ve mekânsal eşitsizlikleri olan bir yerde insanların spor faaliyeti yapmasını isteyemezsiniz.

Siz spor alanları oluşturduğunuzda bile insanların geçmiş yaşantılarında bu pratikle ilişkili bir birikimleri olmadığı için sonuç alamayabilirsiniz. Bu nedenle hem bugün yaşlılık döneminde hem de yaşlanma sürecinde olanlara yönelik hazırlıklar toplumun tamamıyla ilgili olan yapısal sorunlardan bağımsız düşünülemez.

Diğer taraftan eşitsizliklerin giderilmesi ve imkânların artırılması da insanları harekete geçirmeyebilir. Bu da yaşlanmaya yüklediğimiz anlamlarla ilgili olabilir. O zaman farkındalık çalışmalarıyla bireylerin yaşlanmaya yönelik tutumlarını değiştirme imkânı bulunur. Bu nedenle hem yapısal hem de birey düzeyinde yaşlanmaya ilişkin hazırlıkların olması gerekiyor. Daha doğru bir ifadeyle her ikisi birbirinden ayrılamayacak düzeyde iç içe geçmiştir ve bütünsel bir yaklaşım geliştirerek hazırlanmak yerinde olacaktır.

Kır ve kent ayrımında gözümüze neler çarpıyor? Bir ayrım var mı?

Kır ve kent yaşlanma pratikleri açısından farklılıklar oluşturur. Kır ve kent arasında etkileşim alanlarının artmasıyla beraber yaşlanma pratiklerinde benzeşmeler ortaya çıkıyor. Ancak Türkiye özelinde bakacak olursak, yaşlılar için büyük oranda birbirinden farklı pratiklerle gerçekleşen bir gündelik hayat olduğunu görüyorsunuz. Örneğin kentsel alanda yaşlanan kişilerin daha fazla imkâna sahip oldukları, sağlıktan eğitime pek çok hizmete daha rahat erişebildiklerini görüyoruz. Kırsal alanda ise bu hizmetlere erişim çok sınırlı.

  • Kırda yaşlı bireyler kendilerine benzeyen insanlarla etkileşim hâlindedir. Kentte ise sosyal izolasyon vardır ama bir yandan da çok farklı insanlarla etkileşim kurulabilir. Yani geleneksel anlamda kır ve kenti birbirinden ayıran farklar yaşlanmada da kendisini hissettirir. Kırda çocuklarınızla kuracağınız iletişimin artacağını düşünebilirsiniz ancak artık çocuklarınız kırda kalmıyor.

İş ve eğitim gibi nedenlerden ötürü kente göç ediyorlar. Sadece bazı akrabalarla iletişim sürüyor. Fakat kente geldiğinizde aynı evde, apartmanda veya sokakta çocuklarla birlikte yaşama deneyiminin hâlâ önemli olduğunu görüyoruz. İkisi arasında bir farklılık oluşmaya başlıyor. Özellikle kırsal alandaki yaşlıların kendinden sonraki kuşaklardan daha da uzak kaldığını görüyoruz. Yani göçle ilinti olarak kırsal alandaki yaşlıların daha yalnız ve yoksul olduğunu söyleyebiliriz. Hem Türkiye’de hem de dünyada kırsal alanda yaşlanma pratikleri şu an çok fazla dezavantaj oluşturuyor.

Kentten çok daha zor yani...

Hem de çok zor. Türkiye’de de bu konuda çok sayıda çalışma yapmamız gerekiyor. Kent nüfusu hızla artıyor, kır nüfusu ise azalıyor. Dolayısıyla kırda kalanların önemli bir kısmı yaşlılar. Bu yaşlıların farklı kuşaklarla etkileşimi hakkında onlarca çalışma yapılıyor. Burada bir parantez açalım. Sosyal medyanın kullanılmaya başlanması kırdan kente göç eden çocukların anne ve babalarıyla daha sık görüşmesine de neden oldu. Bu da duygusal yoksunluğu azaltan bir etken olarak karşımıza çıkmaya başladı. Yani kırsal yaşlanma da bir değişim içinde. Yine de kırsal ve kentsel yaşlanma iki ayrı pratiktir ve kentin de kendi içinde zorlukları ve gerilimleri vardır. Örneğin yalnızlık ve sosyal izolasyon nedeniyle yaşlılar kentte de farklı problemlerle karşılaşabiliyorlar. Kentsel nüfusun arttığı ülkemizde kentte yaşlanma deneyimine ilişkin de çok sayıda araştırmaya ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz.

Kırsaldaki yaşlılar sağlık hizmeti alabilmek için İstanbul veya Ankara gibi büyük şehirlere geliyorlar. Bu özellikle bazı büyük hastanelerde ciddi bir yığılmaya neden oluyor. Oysa bu insanların çocukları Anadolu’daki kentlerde iş bulabilselerdi metropollere gitme ihtiyacı da duymayacaklardı. Sorunlar sanki birbirleriyle iç içe geçmiş gibi görünüyor. Kırsala geri göçü sağlarsak sorunları toplu biçimde çözebilir miyiz?

Farklı nedenlerden ötürü farklı yerlere yavaş yavaş bir geri göç var. Bunun yanında metropollerden batıdaki şehirlere bir göç de söz konusu.

Yaşlılığı daha çok belirli fiziksel ve zihinsel özelliklerle tanımlamaya yatkınız.

Bu durum oradaki nüfusun yapısını değiştirebiliyor. Örneğin Balıkesir, Çanakkale, Muğla gibi şehirlere metropollerden göç ederek gelen yaşlı bir nüfus var ve bu durum o bölgede bir mesele hâline gelecektir. Bunun yanında biz zaten kentleşme biçimimizi, politikamızı değiştirmediğimiz sürece kırsal yaşlanma problemiyle karşı karşıya kalmaya devam edeceğiz. Kırsalda yaşlanmak problemli değil ama kırda yaşayan yaşlıların önemli dezavantajları var ve bu artarak devam edecek. Türkiye’nin yaşlı nüfusu şu anda henüz ortalama olarak çok yüksek olmasa da bazı illerimizdeki (örneğin Sinop, Kastamonu) yaşlı nüfusu ortalamasının, ileri yaşlı nüfusa sahip ülkelere benzediğini görebiliyoruz. Eğer üretim, sağlık, istihdam gibi politikalarda iyileşme olmazsa 2030’lu yıllarda kırsalda yaşayan yaşlılara farklı hizmetler götürmek zorunda kalacağız. Bu da çok daha büyük maliyetler demek. Türkiye’nin bugünlerde oluşturulan mekânsal stratejilerinde kırsal alanda yaşayan yaşlı nüfusun dikkate alınması önemli. Gördüğünüz gibi yaşlanma meselesi sadece yaşlılara ait bir mesele değil. Toplumun tüm katmanlarını ilgilendiriyor.

Sosyolojik yaşlanma kavramı nedir? Nelerden etkilenir?

Yaşlılığı daha çok belirli fiziksel ve zihinsel özelliklerle tanımlamaya yatkınız. Yüzümüzdeki kırışıklıklar, saçlarımızın beyazlaması, yürümedeki zorluklar, hastalıkların süregelmesi gibi... Belki de modernitenin yaptığı en önemli değişikliklerden biri bu bakış açısını güçlendirmek oldu. Burada temel mesele bizim bedenimizle üretebildiğimiz, üretim hayatında olduğumuz zamanları esas almamızdan kaynaklanıyor. Modern dönemde 15’ten 65’li yaşlara kadar süren bir zaman dilimini eksen almaya başladık ve bireyin üretim içindeki yerine odaklandık. Üretimin dışında kalan yaşları boşa geçirilmiş zamanlar olarak tanımladık. Modernleşmeyle beraber “üretmeyen insan”ın kategori dışında bırakıldığını görüyoruz.

  • Aslında sosyolojik yaklaşım insanın doğduğu andan öldüğü ana kadar olan sürecin tamamını tarihsel ve toplumsal bir perspektife oturtmakla ilgilidir. Yaş ayrımcılığını aşan, yaşlılığı belli bir kategorinin ötesine taşımaya çalışan yaklaşımların tamamı sosyolojik yaklaşımla ortaya çıktı. Eğer biz yaşlanmaya sadece belli bir yaş grubundaki insanlar gözüyle bakarsak, sorunun sadece yaşta olduğunu görürüz. Bir bütün olarak baktığımızda ise yaşlanmayı daha iyi kavrayabiliyoruz.

Aksi takdirde insanları zihinsel ve fiziksel yapabilirlikleriyle kategorize ediyoruz. Oysa düşünsel yapabilirlilik, deneyim aktarımı, üretime farklı boyutlarıyla katılım yaşlılıkta da sürüyor. Dikkatimizden kaçanlar bunlar oluyor. Dolayısıyla belli bir yaşa gelen insanı, kelimenin tam anlamıyla “gündelik hayatın içinden de emekli edip” toplum olarak yolumuza devam etmeye çalışıyoruz. Sosyolojik yaklaşım bütünsel olarak bakmayı zorunlu kılıyor. Bu bütünsel bakışın dışında kaldığımızda yaptığımız hizmetler de “yaşlılara yönelik şunları, bunları yapalım”a dönüşüyor. Evet, tabii ki yapalım. Fakat bu bakış açısı sorun çözmez. Yani yaşlanma pratikleri için kuşaklararası etkileşim sorununu ortadan kaldırmadıkça, yaş ayrımcılığı dediğimiz hadiseyi konuşmadıkça, izolasyonu aşmadıkça sorunlar devam edecek. Bütünlüklü bakış açıları bu sorunları aşmamızı sağlayabilir. Sosyolojik bakış açısı da bize bunu sunuyor.

Son yıllarda afla üniversiteye dönen, dünya seyahatlerine çıkan yaşlılar var. Sayıları da gözle görünür biçimde artıyor. Yaşlıların rollerinde nasıl bir değişiklik var?

Üniversitelerde afla dönen veya yeniden okumak isteyen yaşı görece daha yüksek insanlar eskiye oranla daha fazla. Bunun önemli bir nedeni yaşlanma döneminde farklı uğraşların kişinin hayat kalitesini yükselttiğine yönelik bir inançtır.

Yeni nesil yaşlılar
Nihayet

Bugün yaşlı olarak tanımladığımız insanların önemli bir sosyoekonomik ve kültürel sermayeye sahip olduğunu görebiliyoruz. Farklı işlerde çalışan, farklı deneyimlere sahip olan insanlar yaşlılık dönemlerinde de kendi pratiklerini devam ettirmek çabası içerisinde oluyorlar veya eksik bıraktıkları şeyleri tamamlamak istiyorlar. Türkiye’de de bunun imkânları oluşmaya başladı. Bugünlerde çok fazla konuşmaya başladığımız “aktif yaşlanma” kavramı da bunun içinde. Yani gündelik hayatınızın emeklilik öncesindekine benzer biçimde sürdürülmesi... Yurt dışında aktif yaşlanma politikaları kişiyi neredeyse bir çalışan gibi konumlandırıyor. Gönüllü çalışma, yarı zamanlı istihdam edilme, eğitimden yararlanmaya devam etme, üretime katılma gibi farklı boyutlarda yaşlılar hayatın içinde olabiliyorlar. Türkiye’de de farklı uygulamalar var. Üçüncü yaş üniversitesi, tazelenme üniversitesi gibi uygulamaları zikredebiliriz. Bu türden uygulamalar aktif bir yaşlanmaya yönelik farkındalık çalışmalarının sonucudur. Yeniden üniversitede olmak, ikinci kez bir bölüm okumak veya tamamlanmamış bir bölümü okumak yeniden farklı kuşaklarla bir arada olmayı sağlayan bir imkân. Okulun böyle bir yanı var. Çünkü eğitim hayatından uzaklaştıkça yetişkin olursunuz. Eğitim hayatında ise okula gelmek, ödev yapmak, hocalarla muhatap olmak, gençlerle etkileşim içinde olmak yaş alan insanlar için oldukça heyecan verici deneyimler. Öğrenmeye de açıklar ve tecrübelerinden genç kuşakların yararlanması gerektiğine dair kuvvetli bir inançları var. Bunları yapmazsanız gençlerle kurabileceğiniz etkileşim sınırlanıyor. Hastanede, otobüste, parkta gençler sizinle sohbet ederse -ki o da çok fazla mümkün değil- ancak bu kuşaklarla etkileşime geçebiliyorsunuz.

Belki de torun bakmak yerine farklı tecrübeleri yaşamayı tercih ediyorlar.

İnsanların torun bakmak yerine artık farklı pratikler içinde olmalarını da yaşlanmaya ilişkin algıların ve tutumların değiştiğine dair bir kanıt olarak gösterebiliriz. Geçmişte tanımlanan roller, çocuklara bakmak üzerinden şekillenmiştir. Yani yaşlılar torunlarına bakmakla yükümlüdür. Fakat yaşlanmakta olan kişilerle yapılan araştırmalara baktığımızda, bir torunları olmasa bile torunları olduğunda bakmak gibi bir niyetleri olmadığını görüyoruz. Ya da daha az bakmak istediklerini -ihtiyaç olması durumunda- söyleyebiliriz. Bu da bize şunu gösteriyor, hayatın yaşlanmayla sınırlanmadığı düşüncesi yayılıyor.

İnsanlar kendi hayatlarını daha aktif bir biçimde geçirmek istiyorlar. Bugün kişisel gelişim uzmanlarının sıklıkla söylediği 'kendine odaklan, hayatını keşfet' gibi düşünceler de bunda etkili. Bunu yaptıklarında daha farklı kuşaklarla etkileşime girebiliyorlar. Yapmadıkları bir durumda ise hayatlarını kısıtlı mekânlarda geçirmek zorunda kalıyorlar. Ben bu değişimi önemsiyorum.

Aksi takdirde dede, nine, torun ilişkisi daha problemli bir kuşak ilişkisine dönüşüyor. Burada şunun altını çizmekte fayda var. Büyük ebeveynlerin torunlarına bakması, onlara vakit ayırması çok önemlidir, ancak tüm vakitlerini onlara hasretmeleri, gündelik hayatlarını onların ihtiyaçlarına odaklanarak geçirmelerinin problem oluşturduğunu söylemek gerekiyor. Çünkü torunlar büyüdükleri zaman tıpkı çocuklar gibi büyük ebeveynlerden hayatın gereklilikleri (okul, iş, evlilik vb.) nedeniyle uzaklaşacaklar ve büyüklerin yine boşlukla karşılaşmaları söz konusu olacaktır. Burada dengeli bir ilişkiyi geliştirmek zorunda olduğumuza dikkat çekmek istiyorum.

Türkiye’deki emeklilik yaşı diğer ülkelere göre daha mı düşük? Londra’da veya Japonya’da yaş almış insanların özellikle müzelerde, sergi salonu gibi kültürel alanlarda çalışmaya devam ettiğini görebiliyoruz.

Bunlar dünyadaki aktif yaşlanma politikalarının bir sonucudur. Avrupa’da ve özellikle Japonya’da yaşlı nüfus çok olduğu için aktif yaşlanma politikalarıyla bu insanları gündelik hayatın bir parçası hâline getirmeye çalışıyorlar. Yaşlıların yalnızlık ve sosyal izolasyon gibi sorunlarla karşılaşması demans gibi hastalıkları ve birçok sorunu beraberinde getirebiliyor. Bu da devletler için ekonomide ve sağlık alanında ciddi bir yük demek. Bu nedenle aktif yaşlanma politikalarına ihtiyaç duyuyorlar. Aktif yaşlanma politikalarıyla yaşlılar gündelik hayatın içinde bazı işlerde yer alıyorlar. Bu bir çalışma biçimi değil, tamamen gönüllülüğe dayalı oluyor veya yarı zamanlı istihdam sağlanabiliyor. Örneğin müzeler ve sergi salonlarında görev alıyor, bu görevlerini yerine getirirken farklı şehirlerden, ülkelerden gelen insanlarla etkileşime giriyorlar. Gelenekleri ve kültürleri yabancı insanlara aktarırken kendilerini de hayatın içinde tutabiliyorlar. Tabii, bahsedilen bu toplumlarda yaşlıların yalnızlıktan, sosyal izolasyondan daha fazla mustarip olduğu söylenebilir. Aynı zamanda görece aile ilişkileri de çocuk ve akraba sayısının azlığından kaynaklı olarak daha zayıf. Dolayısıyla ayakta kalmak için aktif yaşlanmak bireyler için de bir çözüm hâline gelebiliyor. Bugünlerde Türkiye’de de aktif yaşlanma konusunu konuşmaya başlamak gerek. Aktif yaşlanmak ise bireylerin sürekli bir aktivite içerisinde olması anlamına gelmemeli, Sakin Olmak Yaşlanırken Kazandıklarımız kitabında W. Schimd’in söylediği gibi “sakıngan bir hareketlilik” daha yerinde bir tutum olabilir.

Son günlerde dünyayı etkisi altına alan yeni koronavirüs konuşulurken bazı Avrupa ülkelerinin, salgın gençleri etkilemeye başlayana kadar “yaşlıları âdeta ölüme terk etmesi” dikkat çekti. Bu bakış açısının altında ne var?

Öncelikle “yaşlıların ölüme terk edilmesi” tespitinden çok emin değilim. Salgının özellikle kırılgan olan yaşlı nüfusu etkilemesi ve Avrupa’da Çin’den daha fazla insanın hayatını kaybetmesi akla birçok teoriyi getirdi. Benim aklıma ise Jose Saramago’nun Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş kitabı geldi doğrusu. Saramago, distopik romanında ölümün gelmediği bir ülkeyi anlatır.

torunlar büyüdükleri zaman tıpkı çocuklar gibi büyük ebeveynlerden hayatın gereklilikleri (okul, iş, evlilik vb.) nedeniyle uzaklaşacaklar ve büyüklerin yine boşlukla karşılaşmaları söz konusu olacaktır.

Sağlıktan sigorta sistemine kadar her şeyi etkileyen bir durumun yaşanması ekonomik, siyasal ve toplumsal açıdan birçok cevaplanması gereken soruya neden olur. Covid-19 salgını da yeni sorulara ve cevaplara ihtiyacımız olduğunu açığa çıkardı. Örneğin aktif yaşlanmanın ve kamusal alanda olmanın teşvik edildiği bir zaman diliminde yaşlıların evlerine kapatılmasına neden olan kararlar alındı ve uygulamalar gerçekleştirildi. Sağlık sistemlerinin yaşlanma ekseninde nasıl tasarlanacağı, sosyal destek mekanizmalarının nasıl örgütlenmesi gerektiği, kamusal mekânların nasıl tasarlanacağı ve ihtiyaçların nasıl karşılanacağı gibi onlarca soruyu sormamız ve cevaplamamız gerektiğini gösterdi. İnsan hayatının hemen her yaş için aynı anlama geldiğini, hepimizin aynı gemide olduğumuzu anlamamıza imkân tanıdı. Ancak biz bu imkânlara odaklanmak yerine yine yaşçılık yaparak özellikle yeni medya platformları aracılığıyla yaşlılara yönelik olumsuz tutumların gelişmesine ve kararların alınmasına neden olabiliyoruz. Bu karışıklık nedeniyle insanların hayatlarını korumak üzere alınan kararların nelere mal olabileceğini hesap etmeden adımlar atabiliyor karar vericiler. Yaşlı insanların evlerde oturmasına yönelik karara uyulmamasında sadece dışarı çıkan yaşlılar eleştiriliyor, pikniğe giden farklı yaşlardan insanları konuşmuyoruz. Bugün yaşlılara söylenilenlerin yarın farklı yaş gruplarına söylenmeyeceğini düşünüyoruz. Aslında toplumsal hayattaki bütün bu tavırlar birbiriyle ilişkili. Ayrıca yasağa rağmen parklarda ve banklarda oturan yaşlıların neden bütün uyarılara rağmen oraya çıktıklarını anlamaya dönük sorular sormuyoruz. Yaptığımız yaşlılara yönelik dışlayıcı ve ayrıştırıcı söylemi ve uygulamayı yeniden üretmek.

Avrupa’da bakamadıkları anne ve babalarını ormana terk eden çocukların dahi olduğunu duyduk. Modern dünya yaşlıları neden istemiyor? Böyle bir durumda yaşlılığa itibarı nasıl geri verilebilir?

Modern iktisadi sistemle birlikte üretim hayatında olmayan yaşlılar toplumsal sınıfların dışında konumlandırılmıştı. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gelişen refah toplumlarında yaşlılara yönelik hizmetler artarken yaşam süresinin uzaması, sağlık ve emeklilik sistemindeki yükü artırması nedeniyle tartışmalar yeniden gün yüzüne çıktı.

Modern dünyanın ekonomik temelleri toplumsal yaşlanmanın getirdiği meselelerle yüzleşmek zorunda.

Modernlik yaşlanmayı ve yaşlılığı bir tehdit olarak algılıyor. Bunun için yaşlıların toplumsal ve gündelik hayatın bir parçası ve öznesi olduklarını kabul etmemiz gerekiyor. Yaşlanma sürecinin itibarının görülmesi farklı bir toplumsallığa geçişi sağlayabilir. W. Schimd’in sözleriyle gençlerin sarsak hayal gücünün yaşlıların tecrübeye doymuş temkiniyle bağdaştırılması, aşırı kızıştırılmış modernliği serinletebilir ve farklı bir modernliğe zemin hazırlamaya katkı sunabilir.

Araştırmanız esnasında yaşlılıkla ilgili çok sayıda sorunla karşılaştınız. Bunlar için önerebileceğiniz pratik alternatif çözümler neler?

Bütün bir yaşlanma dönemini kapsayan onlarca çözüm önerisi olabilir. Bunları ilgi, idrak ve itibar kelimeleriyle özetleyebiliriz. Bir kere toplum olarak yaşlanma meselesine ilgi göstermemiz lazım. Bunun toplumun tamamının ilgilenmesi gereken bir mesele olduğunu anlamalıyız. Yaşlanma ve yaşlılık bir problem değildir. Bunun ardından da “yaşlılığı anlamaya başlamamız” gerekiyor. Yaşlılık nedir, nasıl yaş alınır, yaşlılık döneminin getirdikleri ve götürdükleri nedir, sorularını sormalı; yaşlılığı ve yaşlanmayı tüm boyutlarıyla idrak etmeliyiz. Üçüncü aşamada modernliğin gençliğe övgüsünü eleştirerek her yaşın itibarlı olduğunu kabul etmemiz gerekir. Bunu söylerken, bu insanlar çok tecrübeli ve bunları paylaşmaları gerekir demiyorum. Toplumun tüm katmanlarında farklı deneyimler yaşanıyor. Tarihin tüm dönemlerinde de farklı deneyimler yaşayan kuşaklar birbirleriyle etkileşim içine girmiş. Bu sayede de anlamlı ürünler ortaya çıkmış. Yaşlanmak itibarlıdır, sadece bunu idrak etmeye ve göstermeye ihtiyacımız var. Bunun tüm toplumsal kesimler tarafından yapılması önemli.

  • Bunların dışında farkında olmamız gereken meselelerden biri de yaş ayrımcılığıdır. Bununla ilgili farkındalık çalışmalarının yapılması gerektiğini düşünüyorum. Kuşaklararası etkileşim de çok önemli bir konu. Farklı kuşakların etkileşim kurabileceği mekânsal politikalara ihtiyacımız var. İkinci Bahar Kahvehanesi gibi fikirler bir yandan çok güzel ama aynı zamanda yaşlı bireyleri daha da izole eden oluşumlar. Bunların yanı sıra birlikte olabileceğimiz hem açık hem de kapalı mekânlara ihtiyacımız var. Çünkü birbirimizin farklılıklarını bilmediğimizde kıymetimizi de bilmiyoruz.

Bu anlamda parkların, camilerin çay ocaklarının, bilgi evlerinin her kuşağın vakit geçirebileceği biçimde düzenlenmesi önemli bir adım olabilir. Araştırmalarda sosyoekonomik olarak üst sınıfta yer alan bir yaşlının sosyalleşme mekânlarına ihtiyaç duyduğunu görüyoruz. Özellikle yaşamın bütününde toplumsal bir varlık olan insan, sonrasında bir geri çekilmeyle beraber bazı sorunlar yaşayabiliyor. İnsan temasla var olur, temas bağlanmanın ve güvenin temel unsurudur. Bu problemleri aşmanın yolu da kamusal mekânlardan geçiyor. Örneğin kamusal tuvaletlerin artırılması ve iyileştirilmesi kamusal mekânların kullanımını artıracaktır. Bunlar yaşlanmaya ilişkin temel gündemlerimizden sadece birkaçı. Çok daha fazlası için epey çalışmaya ihtiyacımız var.