Ayısıt’ın İkilemi

NURGÖK ÖZKALE
Abone Ol

Ayısıt, yerin yüzünde kızları ve oğullarının ilk kez ayak bastığı artık çoraklaşmış toprakları izledi.Savaş sonrası bütün binalar yıkılmış, her yer harabeye dönmüştü. Düşmüş uçak kalıntıları her tarafa dağılmıştı. Güdük kalmış birkaç ağaç gövdesi, cüce; kavruk meyveler yüklenmiş dallarını yıkıntılar arasından gökyüzüne doğru, imdat ister gibi uzatmıştı.

Ayısıt, yelesini ve kuyruğunu kanat gibi çırparak, gümüş tüylü bir kısrak donunda laboratuvarın kapısına indi. Silkinip toparlandı; gümüş saçlı, ay yüzlü, ak bir kız olarak ayağa kalktı.

Başında ak bir kalpak vardı; omuzları çıplaktı. Ak atkısı boynundan düşmek üzereydi. Bal-dırlarını örten siyah çizmelerinden kan sızıyordu. Atkısını düzeltip, omuzlarının üstüne yer-leştirdi, kalpağını iyice başına oturtup kendine çekidüzen verdi.

Bu sabah ormandaki yiyecek depolarına bakmak için yerin yüzüne inmiş, dolaşırken bütün depoların, teker teker-daha yiyecekler herkese eşit şekilde dağıtılamadan-boşaltılmış olduğu-nu fark etmişti. (Karanlık çökünce, birileri yiyecek depolarını elleriyle koymuş gibi bulup, talan etmişlerdi.)

Dolaşmaktan yorulunca bir kayaya yaslanıp uyuyakalmış, ormanda avlanmaya çıkmış bir-kaç kişi, o uyurken sessizce yanına sokulup etrafını sarmışlardı. Tam yakalayacakları sırada uyanarak ellerinden kurtulmuştu ama arkasından attıkları taşlardan biri kafasına isabet etmiş, bir ok sol baldırını çizmişti.

Ayısıt, yüzünü okuyucuya yaklaştırdı. Kayarak açılan kapıdan geçip duvarı boydan boya kaplayan ekranın önüne doğru yürüdü.

Ekranın ortasındaki gezegen, göğün yüzünde yan yatmış, ağır ağır dönmekteydi.

“Evrende bundan güzeli yok!” diye mırıldandı. “Tasarımların en mükemmeli bu!”

İşlemcinin bir düğmesine dokundu, veriler hızla akmaya başladı.

“Güneş sistemi zamanı. Yıl:14,6 milyar.

Yer zamanı son biçimlendirme. 42.225 yıl, 4 ay, 8 gün, 25 dakika...31 saniye...32 saniye..."

Ayısıt, gözlerini ekranın üstüne doğru kaydırdı. Kırmızı uyarı çubuğu tehlike sınırına iyice yaklaşmıştı. Kel kalmış bütün kara parçalarında kızgınlık seviyesinin arttığı, suların öfkeyle kaynadığı açıkça görülüyordu.

“Sanırım vakti geldi!” dedi.

Dünyalılar hakkında kötü konuşmaktan oldum olası hoşlanmazdı; ama Kayra’dan da sakla-yamazdı hiçbir şeyi. Zaten eli kulağındaydı; birazdan göğün on yedinci katından inip, labora-tuvara damlardı Kayra.

Ayısıt, çizmelerindeki kanı bir parça pamukla temizleyip baldırına pansuman yaptı. Tam çöp kutusunun kapağını kaldırmıştı ki, laboratuvarın kapısı kayarak açıldı, Kayra içeri girdi. Sırmalarla süslenmiş kaftanının belindeki gümüş kemer, samanyolundaki yıldızlar gibi ışıl ı-şıldı. Kalpağını çıkarıp eline aldı.

“Selam Ayısıt!”

“Hoş geldin Kayra! Ben de seni bekliyordum” dedi Ayısıt. Elindeki kanlı pamuğu kutuya a-tıp, kapağını çabucak kapattı.

Kayra, Ayısıt’ın telaşından iyi bir şey söylemeyeceğini sezdi; ama asıl, baldırındaki taze çi-ziği görünce karıştı yüzü.

“Sana ne oldu böyle?”

Ayısıt, dilinin ucuna kadar gelen sözcük sürüsünün içinden- en son söylenecek laf, hep en önce çıkardı ağzından-yine en dolambaçsız olanlarını seçti.

“Neredeyse dünyalılara yem oluyordum bu sabah!”

Kayra’nın yüzü dağıldı birden. Onun yüzü böyle dağılınca yerin yüzündeki suyu çekilmiş topraklar da birkaç milim yerinden oynadı.

“Yem olmak mı? Kendi çocuklarına mı yem olacaktın?”

Gözlerini kaçırıp, yüzünü yere eğdi Ayısıt. Olanları, gördüğü bir kâbus gibi, nefes nefese, sesine bulaşan kaygıyı gizleyemeden anlattı.

“Seni tanımadılar mı? Anneleri gümüş tüylü Ayısıt’a bile saldırıyorlar mı artık?”

“Ben de çok şaşkınım Kayra. ‘Uzaylı bu, uzaylı! Yakalayın!’ diye bağırarak kovaladılar beni. Kaçarken; ‘Durun; taş atmayın! Ben Ayısıt’ım’ dedim ama daha da öfkelendiler. ‘Uzaylı konuştu! Uzaylı konuştu!’ diyerek ellerine ne geçtiyse fırlattılar arkamdan.”

“Uzaylı mı dediler sana? Kendileri de uzaylı değil mi? Yerin yüzüne dışarıdan geldiklerini ne çabuk unuttular!”

“Öteki diye bir şey tutturdular; nefreti sevgiyle birlikte kaynatıyorlar içlerinde. Sadece daha güzel, daha becerikli, daha iyi olana öfke duymuyorlar; daha yoksul, daha çaresiz, daha berbat olana da diş biliyorlar. İçinde “daha” sözcüğü geçmeyen bir cümle kuramıyorlar artık.”

“Erlik, hasedi ilk kardeşe bulaştırdığından beri kurtulamadılar şu kıyastan.”

“Erlik de hiç memnun değil olanlardan! Savaşlarda hep o kazandı şimdiye kadar; ama basit-likten o da zevk almıyor aslında.”

“Boşa tasalanma Ayısıt. Erlik iyiliği tamamen ortadan kaldırmaz.”

Ayısıt,“Bu bir şey değil; asıl anlatacaklarımı anlatmadım daha” der gibi baktı.

“Hayat ağacına kadar bende de tasanın izi yoktu Kayra” dedi.

Kayra’nın gözleri bulutlandı. Onun gözleri böyle bulutlanınca pırıl pırıl ışıldayan göğün yüzü de birdenbire kararıverdi.

“Ne diyorsun Ayısıt?”

“Dokuz dallı çam ağacını diyorum Kayra.”

“Ne olmuş ona?”

“Kestiler!”

“Kestiler mi? Kovuğundan çıktıkları ağacı da mı kestiler? Yok artık!”

Cevap veremedi Ayısıt. Konuşup daha fazla utanmamak için dudaklarını ısırdı.

“Kendi hısımlarını hasım görmek de neymiş! Dinlemediler mi hayat ağacını?”

“Çığlıklar attı kesilirken ama sesini hiçbiri duymadı.”

“Bir şey söyleyeceğim...”

Kayra bir şey söylemeye; “Bir şey söyleyeceğim” diyerek başladığından beridir, yerin yüzünde yaşayanların çocukları da konuşmalarına böyle başlar olmuşlardı. Ağzından çıkar çıkmaz bu sözün artık diline pelesenk olduğunu fark etti Kayra.

“Bir şey söyleyeceğim. Ülgen’in dokuz çocuğu ne yapıyor?”

“Ülgen’in oğulları ve kızlarını teker teker yediler. Kutsal ağaç öldüğünde Gün Sarı’nın erkek kardeşi Ay Solgun Alp Yiğit de öldü.”

Kayra, acıyla yüzünü buruşturdu. Yumruk yaptığı eliyle ağzını kapatıp dişlerini sıktı ama gözlerine yürüyen yaşlara engel olamadı. Onun gözleri böyle yaşarınca, yerin yüzündeki kurumaya yüz tutmuş durgun ırmaklar da çağlaya çağlaya aktılar.

“Ya diğerlerine ne oldu?”

“Ozanlara meczup gözüyle baktılar. Şarkılarını hep bir ağızdan söylediler; ama söylediklerinin tam tersini yaptılar.”

“Politikacılar ne durumda?”

“Ülgen’in çocukları çoktan beridir ellerini eteklerini çektiler politikadan. Politikacılara artık kimse inanmıyor.”

“Yapacak başka bir şey kalmadı mı?”

“Ne yazık ki öyle.”

“Bu kaçıncı! Her defasında aynı sonuç!”

“Kaçıncı olduğunu bıraktım saymayı.”

Ayısıt’ın yüzü karaya çalan bir bulutla örtüldü. Dudaklarını büzdü. Göğün yüzündeki bulutlar, incecik, usul usul döküldüler yerin yüzüne.

“Sanırım artık son aşamaya geldik Kayra. Kalan çocuklarımı korumak zorundayım.”

“Yerin yüzünde kaç çocuğun kaldı?”

“Son çatışmalardan sağ çıkan çok az kişi var.”

Kayra arkasını döndü. Başı önde, ağır ağır yürüyerek laboratuvarda dolaşmaya başladı. Bir yandan da kendi kendine konuşuyordu.

“Ülgen’in çocuklarına, hayatta kalabilmek için gerekirse, hayvan, bitki, ağaç ve maden öldürebileceklerini söylediğimde, belki de hata ettim. Devri daim olsun diye öyle demiştim aslında. Diğer canlılar gibi, nerede duracaklarını onlar da bilirler sanmıştım."

“Başlangıçta durum böyle değildi ki Kayra. Sen de biliyorsun. Çocuklarımın yerin yüzünde yaşamaya başladıkları kadim zamanlarda, ısınmak için ağaç kesmeden önce, ağacın rızasını alırlardı; öldürecekleri hayvanlardan özür diler, ihtiyaçlarından fazlasına dokunmazlardı, başka insanları bırak öldürmeyi, savaşmayı akıllarından bile geçirmezlerdi.”

“Ama artık durum değişti, hayat ağacını kestilerse artık yapacak bir şey kalmadı Ayısıt!”

Kayra, eli çenesinde laboratuvarda gezinmeye devam etti. Turunu tamamladığında, sağ tarafındaki güneş göğün yüzünde yükselmiş, yer yüzünün Kayra’dan taraftaki bölümü aydınlanmıştı.

Kayra, çenesini sıvazlayarak Ayısıt’a döndü.

“Yeniden biçimlendirmeye başla!”

“Başım üstüne Kayra!”

“Bundan sonra çocukların arasında hiçbir ayırım kalmayacak. Kızların ve oğulların, diğer canlılar gibi, kendi türlerinin tıpkı örneği olacaklar. Hepsinin yüzleri birbirlerine benzeyecek. Bütün kadınlar bir örnek, bütün erkekler bir örnek, yavruları da birbirlerinin aynısı olacak. Kendi türdeşlerini öldüremeyecekler.”

“Başım üstüne Kayra.”

“Kendi karaları dışında başka hiçbir karada yaşayamayacak; ama üzerinde yer değiştirebilecekler. Çifter çifter dolaşacaklar; sürüleri olmayacak. Yaşamları boyunca en fazla iki evlat sahibi olacaklar.”

“Yersiz, yurtsuz mu kalacaklar?”

“Sincabın yurdu var mı? İnsan evlatlarının yurdu da ormanlar; ağaç kovukları yuvaları olsun bundan böyle.”

Kayra konuşmasına devam etmeden durdu. Gözlerini kısarak ekrana baktı.

“Çocuklarının dillerini alıyorum; onlara ağaçların sessizliğini veriyorum. Artık konuşamayacaklar.”

Ayısıt ellerini göğsünün üstüne koyarak Kayra’ya baktı. Nefesi kesilmişti.

“Konuşamayacaklar mı?”

“Hayır! Konuşamayacaklar; ama evrendeki bütün canlıların dilinden anlayacaklar. Bugüne kadar herkes kızların ve oğullarını dinledi. Şimdi biraz da onlar diğerlerini dinlesin.”

“Başım üstüne Kayra!”

“Ağaçların çığlıklarını, kurtların yakarışlarını, çiçek kokusuna hasret arıların şikayetlerini duysunlar. Başları sıkıştığında kadim zamanlardaki gibi kartalın keskin bakışına sığınsınlar. Tilkiden yol yordam öğrenip kediden akıl alsınlar; kuşlar geçerken, kendi geçiciliklerini sez-sinler.”

Kayra, kalpağını kafasına geçirdi.

“Uğrayacağım başka gezegenler var evrende. Hoşça kal Ayısıt!”

“İyiliklerle Kayra!”

Kayra çıkar çıkmaz kara kara düşünmeye başladı Ayısıt.

Çocuklarının artık konuşamayacak olması aklını karıştırmıştı biraz. Konuşamayacaklarsa artık şarkı da söyleyemeyecekler, ağıt da yakamayacaklar, hikâyeler de anlatamayacaklardı. Biricikliği kalmayacaktı hiçbirinin; adları olmayacaktı. Saçlarının aydınlık ışıltısı, tenlerinin sarhoş edici kokusu, sabah gibi ferahlatan gülüşlerinin aydınlığından söz edemeyeceklerdi.

İçi burkuldu Ayısıt’ın. Kayra’nın söylediklerini yapması, önündeki işlemcinin yeniden biçimlendirme düğmesine basması gerekiyordu ama basarsa geriye dönmek mümkün olamayacaktı bir daha.

Ne yapacağını bilemeden ekrana; yerin, yorgunluktan ağırlaşmış yüzüne baktı. Ekrandaki düğmeler arasından yakınlaştır düğmesini seçip dokundu. Yer, Ayısıt’ın yüzüne doğru yaklaştı.

Ayısıt, yerin yüzünde kızları ve oğullarının ilk kez ayak bastığı artık çoraklaşmış toprakları izledi.

Savaş sonrası bütün binalar yıkılmış, her yer harabeye dönmüştü. Düşmüş uçak kalıntıları her tarafa dağılmıştı. Güdük kalmış birkaç ağaç gövdesi, cüce; kavruk meyveler yüklenmiş dallarını yıkıntılar arasından gökyüzüne doğru, imdat ister gibi uzatmıştı.

Ayısıt, gözlerini kara parçasının üzerinde dolaştırırken birden durdu.

Karanın denizle birleştiği bir yerde, yeşil bir ışık yanıp yanıp sönüyordu. Yakınlaştırma düğmesini çevirerek yeşil ışığın olduğu alanı kendine doğru çekti.

Deniz kıyısında bir şehir belirdi ekranda. Şehir yakınlaştıkça, sokaklar meydana çıktı; sonra yıkılmış binalar, hastaneler, tiyatro binası, öteye beriye fırlatılmış arabaların enkazları netleşti.

Ayısıt, giderek büyüyen yeşil ışıktan gözlerini ayırmadan yakınlaştırma düşmesini çevirmeye devam etti. Yeşil ışık sabitlenince durdu. Harabeye dönmüş bir evin balkonunu gösteriyordu yeşil ışık. Arkalığı sökülmüş bir sandalyede bir kadın oturuyordu, yeşil ışık bütün bedenini kaplamıştı. Işığın parlattığı koyu kumral saçları omuzlarına kadar iniyordu.

Kadın kafasını kaldırıp, gökyüzüne baktı. Gözleri Ayısıt’ın yüzüne değince gülümsedi. Başını eğerek selam verdi.

“Çoktandır seni bekliyordum” dedi. “Nihayet beni görebildin.”

Ayısıt ne diyeceğini bilemedi.

Kadın, gözlerini Ayısıt’ın gözlerine dikip, uzun zamandır gökyüzüne bakarak düşündüğünü ve olanların hepsini nedenleriyle birlikte çözdüğünü, çok fazla zamanlarının kalmadığının farkında olduğunu bir nefeste anlattı Ayısıt’a.

Yerin yüzü bir laboratuvardı ona göre; üzerinde yaşayan kadın çok zaman önce farkına varmıştı ki canlıların hepsi birer denekti. Göğün yüzündekiler işte nerede yaşıyorlarsa; hangi gezegende ve adları her neyse, ona göre topluca uzaylıydı hepsi, hepsinin üstünde başka bir yaratıcı olmalıydı; ama kadının aklı o kadar yükseğe erişememişti; işte bu uzaylılar bulundukları yerden yerin yüzündekileri izliyor, yerin yüzündekileri zaman zaman çeşitli deneylere tabi tu-tuyorlardı. Bu deneyler bazen, deprem, sel, kasırga gibi doğanın marifetleriyle gerçekleşiyordu; bazen de çeşitli salgın hastalıklarla. Göğün yüzündekiler, kimi zaman, yerin yüzündekilere çeşitli dozlarda nefret ya da iyilik zerk ediyor, sonra olacaklara bakıyorlardı.

“Belki de...” diye düşünmüştü kadın, “nefreti zerk eden yerin altındaki biridir de göğün yüzündeki başka biri panzehir olarak iyiliği zerk ediyordur insanlara.” “İnsanlara demişken” dedi kadın; “he-men belirtmeliyim ki, diğer canlılar bütün bu deneylerden yüzlerinin akıyla çıktıkları içindir ki-kâinatın en aptalı ve en az gelişmiş olanı- insan üzerindeki deneyler hâlâ devam ediyordu düne kadar. Toplu halde telef olan denekleri devre dışı bırakıp, aldıkları sonuçlara göre yeni deneyleri başlatıyorlardı göğün yüzündekiler. Ama hayat ağacının kesilmesi ile artık her şeyin neticelendirileceğini biliyordu kadın. Yüzüyle birlikte, adını yitireceğini de. “Bari” dedi. “Sen düğmeye basmadan önce, adımı söyleyeyim; belli ki, duyacağın son ad, benimki olacak.” Sonra, usul usul, bir sırrı fısıldar gibi adını söyledi.

Yüreği titredi Ayısıt’ın, gözlerinden dökülen yaşlar kadının yüzüne doğru aktı; ama konuşamadı. Kadın anladım der gibi kafasını salladı.

Ayısıt, gözlerini kaçırarak, elini biçimlendirme düğmesine doğru uzattı.

Döndü.

Kadının, kendi gözyaşlarıyla ıslanan yüzüne baktı.