Bir Kanat Daha Öteyi Düşlemek

GÜLŞEN FUNDA ÇELİK
Abone Ol

Amerikan mahallesinden getirilen mallar Amerikan Pazarı’nda satılıyor. Terlikler, semt pazarında. İmamın kızı babası gidince pencereye koşuyor. Fonda, Ferdi Tayfur, Neşe Karaböcek çalıyor. Duvarda, Yılmaz Güney’in film afişleri, kapı çalınırken “Eyvah kitaplar!” korkusu.

Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar, bozkırın Adana’sında geçen bir film sanki. Sahneler; aynı mahallenin evlerinde, aynı yükü taşıyan insanların sırtlarında, aynı rüyayı gören zihinlerin içlerinde dolaşıyor tek tek. Kuşlar nereye uçuyorsa kamera orayı gösteriyor. Kuşlar nereye uçuyorsa göz de orayı görüyor. Kuşlarını “gagalarından öpüp öpüp havalandıran”Kuşçu Kamil. Geceleri gizlice çocuğunu görmeye giden Ebleh Hasan. İmamın kızına vurgun Bakkal Samet. “Çatık kaşlı, kanca burunlu, hain bakışlı” Bisikletçi Fehmi. Mahallenin iflah olmaz, çapkın dolmuşçusu Süslü Kadir. Geçmişi, yatak odasının duvarında taşıyan Şahbaz Nermin. “Evini esrar tekkesine çeviren” namlı torbacılardan Sakallı. Kimselere yâr olmayan Dul Cemile. Bir dostun eli ve sesi ile yeniden canlanan, ruha kavuşan, konuşan “filmlerdeki o sessiz ve kederli figüran” Yusuf Laçin. Hayatı, “çam dalından ağızlık yontmakla” ve Jülide’yi düşlemekle geçen Dumanağa. Kamera, hikâyeye denk geldiğinde duruyor; insana, yaşama, sevdaya, karanlığa çarpınca yani. Kamera dolanıyor, sınırını kuşların çizdiği mahallede. Evlerde, semt pazarlarında, dolmuş durağında, tarlada, sahilde, çatıda.

Amerikan mahallesinden getirilen mallar Amerikan Pazarı’nda satılıyor. Terlikler, semt pazarında. İmamın kızı babası gidince pencereye koşuyor. Fonda, Ferdi Tayfur, Neşe Karaböcek çalıyor. Duvarda, Yılmaz Güney’in film afişleri, kapı çalınırken “Eyvah kitaplar!” korkusu. Gökyüzünde “gerdan kıran, kuyruk süzen, saçak titreten uçurtmalar” uçuyor. “Kafaya hamallık yaptırmaktansa” bir cigara yakılıyor. Güneşi, gökyüzünü, bulutları getirsin diye de bir sarı bomba. Kamera önce yüzleri gösteriyor. Dilin ve eylemlerin insanda açtığı yara görünür oluyor böylece. Sonra zamanı kuşanıyor kamera. Kuşluk vaktini, karanlığın vaktini, “zamanın su gibi donduğu” bir kış vaktini, rüyanın vaktini, seher vaktini. Sonra elleri gösteriyor kamera, mahalle insanının ellerini. Yaşamak için elleriyle yaptıkları işleri, geçinmek için bedenleriyle yaptıkları eylemi. Sonra korkuları, sonra sevinçleri. Sonra bulutları, sonra güneşleri.

Her bir rengi, her bir demi tek tek gösteriyor. Kuşlar tüm kurgularda başka başka yerlere salınmış. Kimi kuğuruyor, kimi “boynunu içine çekmiş” susuyor. Mahallenin sınırını kuşlar çiziyor. Hikâyeye sesi kuşlar veriyor. Demkeş, yeni sahibi çocuğun göğsünde incinmeden dururken; Şarabi, önünde açılan bir boşluktan yani özgürlükten ürküyor. Kurgularında önce insana ve insanın hikâyesine odaklanan, sonra zamana ve zamanın geçişine yaslanan Doruk, anlattığı insanı anlamak üzere yola çıkıyor. Arka mahallelerde, eski evlerde, incir ağaçlarının altında kurulan bir dünya bu. Hikâyeye zamanını veren “Gül Budama Mevsimi” yahut “On İki Eylül Darbesi.” Babasının askerler tarafından bir kuşluk vakti götürüldüğünü gören çocuk, adını en çok babasını beklerken taşıyor. “Annesinin dediğine göre babası, baharın başlarında, gökyüzünde uçurtmalar göründüğünde gelebilirmiş.”

Çocuğun adı: Umut. “Tabut” hikâyesinde, zamanın donduğu o kış vakti, evini ısıtmak için bir tabut çalıyor; çalmadan önce de ölüden af diliyor Cemil. “Kuş” hikâyesinde, evine yahut kendine bir ışık arayan hikâyeci, namlı torbacılardan Sakallı’nın evinde Şarabi’yi görüyor. “Kuş da yalnız” diye düşünüyor. “Öyle ya; bu zavallı kuşlar karanlık ruhlarımızı aydınlatsın, yalnızlığımızı avutsunlar istiyoruz. Bir yalnızlığın içinden alınıp başka bir yalnızlığın içine atılınca bunu nasıl yapsınlar?” Doruk, hikâyeyi kurarken dili ihmal etmiyor. Kurgusunu da güçlendiriyor bu. Kuş dilini ve kuş yasalarını ihmal etmeden dil ile sahici bir varlık alanı kuruyor. İnsanlar, coğrafyanın diliyle konuştuğunda hikâye de daha güçlü bir biçimde varlığını ispatlıyor. Sokağın dili, çocukların dili, kuşlarla konuşan adamların dili hikâyelerde ritmi artırarak var oluyor.

“Zengin bir muhitte bir gecede beş ev birden açanların”, “töhmet altında kalanların”, “bir omzu yıkıla yıkıla geçip giden” adamların dili. Eski kocasının ölüm haberini veren bir kadının dili: “Sarı bomba atmış. Zaten zilmiş. Haplar anında patlamış.”Zafer Doruk’un Kimselere Yâr Olmayan Kuşlar adlı kitabında kuşlar, bir kanat daha öteyi; insanlar, bir soluk daha insanca yaşamayı düşlüyor. Hikâye tam da burada başlıyor.