Bir Kitabın Makûs Talihi: A’mâk-ı Hayâl’in Yayım Serüveni¹

N. AHMET ÖZALP
Abone Ol

Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’nin (1865 Filibe-17 Ekim 1914 İstanbul) “A’mâk-ı Hayâl”, diğer adıyla “Râcî’nin Hâtırâları” romanı, talihsizliğinin kurbanı olmuş sayısız kitaptan birisidir. A’mâk-ı Hayâl, hiçbir zaman, tümüyle unutulup tarihin karanlığına gömülmemiştir, ama bir kez olsun, olduğu gibi doğru biçimde, kendisini topluma sunma, tanıtma fırsatı da bulamamış.

İnsanlar gibi, kitapların da bir kaderi vardır. İnsanlar, kaderlerini kendi davranışlarıyla belirlerler. Oysa, kitapların böyle bir şansı yok. Kitapların şanssızlıkları buradan başlıyor: Onların kaderlerini belirleyenler de insanlar. Kimi kitaplar, şanslıdırlar. İyi yazılmışlardır; bunu gören, anlayan insanlar, onların diğer insanlara ulaşmasına, sevilip yaygınlaşmasına, üzerinde düşünülmesine, çeşitli biçimlerde yeniden üretilmesine, kısacası, düşünce ve kültür hayatı üzerinde etkili olmasına yardımcı olurlar. Şanslı kitaplar, başlangıçta anlaşılamasalar da, bir gün, mutlaka keşfedilirler, kitap semasında parlak birer yıldız olarak yerlerini alırlar. Onlar artık sonsuza kadar yaşayacak ve işlevlerini yerine getireceklerdir.

Ne yazık ki, kitapların büyük çoğunluğu, kendilerini keşfedecek, değerlerini anlayacak kimseleri bulamazlar. Ulaşabildikleri kimselerden, kendileriyle ilgilenenler ise, bilgisizlikleri, yetersizlikleri, anlayışsızlıkları yüzünden, yıldızlarını parlatacak, kendilerine bereketli bir gelecek sağlayacak yerde, hayatlarının sönmesine neden olmaktan başka bir şey yapamazlar. Böylece, talihsizliklerinin kurbanı olarak, tarihin karanlığına gömülüp giderler. Hayatlarını sürdürmeyi başarabilenler de, hiçbir zaman hak ettikleri ilgiyi göremez, kendilerinden beklenilen işlevleri yerine getiremezler.

Şehbenderzâde Filibeli Ahmet Hilmi’nin (1865 Filibe-17 Ekim 1914 İstanbul)“A’mâk-ı Hayâl”, diğer adıyla “Râcî’nin Hâtırâları” romanı, talihsizliğinin kurbanı olmuş sayısız kitaptan birisidir. A’mâk-ı Hayâl, hiçbir zaman, tümüyle unutulup tarihin karanlığına gömülmemiştir, ama bir kez olsun, olduğu gibi doğru biçimde, kendisini topluma sunma, tanıtma fırsatı da bulamamış; diğer bir deyişle, bir kez olsun, sağlıklı bir yayım şansını yakalayamamıştır.

Bu yazıda, romanın yayım alandaki talihsiz serüveni sergilenecektir. Ama önce, romanın içeriğine ilişkin kısa bir bilgi verelim:

A’mâk-ı Hayâl, Râcî’nin Aynalı Baba aracılığıyla yaşadığı ruhsal deneyimlerin anlatıldığı öykülerden oluşur. Aynalı Baba, varoluşun gerçekliğini kavramış, hakikat bilgisine ulaşmış, bu nedenle görüntüler dünyasıyla ilgisini kesmiş, toplumdan uzaklaşmış, meczuplara özgü giysi ve davranışlarla kendini perdelemiş, mezarlıkta yaptığı derme çatma kulübede yaşayan bir bilgedir. Râcî ise, iyi bir öğrenim görmüş, kendini yetiştirmiş, ancak düşünsel sorunlarını aşamadığı, çözümleyemediği için bunalıma düşmüş, sorunlarını içki ve eğlenceyle unutmaya çalışan bir gençtir.

Roman, iki kitaptan, iki ana bölümden oluşur. İlk kitap, baş kişi Râcî’nin tanıtıldığı, Aynalı Baba ile karşılaşmasının anlatıldığı giriş bölümüyle başlar. İzleyen dokuz bölümde, dokuz gün boyunca buluşmaları ve bu sırada, Aynalı Baba’nın müzik aracılığıyla uyuttuğu Râcî’ye yaşattığı düşsel serüvenler anlatılır. Her düşsel serüven, Râcî’ye, öteden beri üstesinden gelemediği, bunalıma düşmesine neden olan temel düşünsel sorunların çözümünü, diğer bir deyişle, hakikat bilgisine ulaşmanın yollarını gösterir. Nirvana’ya ulaşma, iyilikle kötülüğün (ışıkla karanlığın) çatışması, evrenin varoluşu, oluş ve yokoluş süreci içindeki sürekli dönüşüm, evrenin sonsuzluk içindeki özsel birliği, varoluşun ilkesi, ruhun gerçekliği ve mutluluğun anlamı gibi felsefi konular, Râcî’nin yaşadığı düşsel serüvenler aracılığıyla çözümlenir.

Her serüvende Râcî’nin kimliği değişir: Bir öyküde İranlıdır, diğerinde Hindistanlı bir çocuk ya da bir şehzadedir; birinde İstanbullu bir müezzinken, diğerinde körler ülkesinde uzun zamandır beklenen bir kurtarıcıdır; bir öyküde Çinli bir öğrenciyken diğerinde tek kollu, tek bacaklı ve tek gözlü bir kurgu-bilim yaratığıdır. Mekan da değişir her serüvende: İran, Hindistan ya da Cablisa ve Cablika gibi düşsel, simgesel kentler ya da bütün bir uzay oluşturur çevreyi. Olayların kişileri arasında Zerdüşt, Buda gibi ünlü kişiler de yer alır; kimliği belirsiz bilgeler, gayri cismani varlıklar da; Anka kuşu, periler, ejderhalar gibi düşsel varlıklar da.

Birinci kitap, Aynalı Baba’nın geçici yitikliği ile sona erer. İkinci kitap “Manisa Tımarhanesinde” başlıklı bir bölümle başlar. Bu bölümde, Râcî’nin Aynalı’yı bulabilmek için yaptığı uzun yolculuklardan sonra yerleştiği Manisa’daki durumu, yatırıldığı akıl hastahânesindeki günleri, hastahaneye ilişkin kimi gözlem ve düşünceleri ve Aynalı’yla yeniden buluşmaları anlatılır. Bütün bunlar, iki mektup, ziyaretine gelen arkadaşı Sâmî’nin gözlemleri ve kendisinin hastahanede tuttuğu notlardan aktarılan bölümler aracılığıyla verilir. Sonraki dört bölüm, tıpkı önceki kitapta olduğu gibi, düşsel serüvenlerin anlatıldığı simgesel öykülerden oluşur. Bu bölümdeki öykülerin temlerini dış dünyaya ilişkin bilgilerin sınırlılığı, göreliliği, gerçek ve mecazî aşk, nasip gibi konular oluşturur.

Râcî bu öykülerde de kılıktan kılığa girer: Kimi zaman bir karıncadır, kimi zaman yazarlık heveslisi bir genç ya da zengin bir delikanlı. Emel kenti, Maksut kenti gibi simgesel kentlerde de dolaşır, karıncalar dünyasında da, berzah aleminde büyük Yunanlı filozoflar arasında da. Son bölüm, tümüyle Aynalı Baba’ya ayrılır. Bu bölümde, Aynalı’nın ölümü anlatıldıktan sonra, Râcî’ye bıraktığı defterden aktarılan, günlük ya da anı denilebilecek, “Saâdet, Bir Kahve Alemi, İksir-i Şebab” başlıklı üç yazı yer alır. Bu yazılarla ilk kez, Aynalı’nın kimliği, yaşamından kesitler ve kimi düşünceleri gün ışığına çıkarılır.

Bu zorunlu açıklamalardan sonra, şimdi, kitabın talihsizliklerle dolu yayım öyküsüne geçebiliriz. Romanın ilk baskısı 1910’da yapılır. Yazarın denetiminde gerçekleşen bu baskı, yalnız ilk kitabı içerir. Bundan sonra talihsizlikler birbirini izler. Bütünleşmiş ilk baskısı yapıldığında (1925), yazarı çoktan ölmüştür (1914). Bu nedenle, bir-iki dizgi yanlışı görmezden gelinirse, olabildiğince temiz bir baskı sayılabilecek ilkine oranla, oldukça özensiz biçimde basılmıştır. Yeni metinde önemli ölçüde atlamalar, dizgi yanlışları yapılmıştır. Üstelik, dil ve anlatımı bakımından, yazarı tarafından ciddi biçimde gözden geçirilmediği de anlaşılmaktadır. Yeni harflerle ilk baskısının 1958de yapıldığı söylenir. Ancak biz, bu baskıyı görmedik. Kimin tarafından yayımlandığını, nasıl bir çalışmanın ürünü olduğunu bilmediğimiz bu baskıyı, şimdilik, konumuzun dışında bırakıyoruz.

A’mâk-ı Hayâl’in yeniden gündeme gelmesini sağlayan ve sonraki tüm yayınlar üzerinde belirleyici olan baskı, Tercüman gazetesi tarafından “1001 Temel Eser” dizisi içinde, 70’li yılların başlarında yapıldı. Bu yayınlarda baskı tarihi verilmediği için, ne basım yılını belirlemek, ne de kaç baskı yaptığını saptamak mümkün. Ancak, kitabı baskıya hazırlayan Sadık Albayrak’ın, “A’mâk-ı Hayâl ve Vahdet-i Vücut” başlıklı sunuşu, 9 Eylül 1973 tarihini taşıdığına göre, ilk baskının en erken 1973’te yapıldığı söylenebilir. Birkaç kez yinelendiği söylenen bu metinden sonra, A’mâk-ı Hayâl’in, Sebil Yayınevi tarafından yeni bir baskısı gerçekleştirildi (1993). Hazırlayanın belirtilmediği bu yayını, Timaş Yayınları’nın, Dursun Gürlek’in hazırladığı metinle yaptığı baskı izledi (1997). Bunu da, Serkan Özburun’un Türkçeleştirdiği metnin Kaknüs Yayınları basımı (Ocak 1998).

Bunca baskının, kitaba duyulan yoğun bir ilgiyi gösterdiği doğru. Ama bu ilginin nedenini kestirmek oldukça zor. Çünkü Tercüman metninden başlayarak, yapılan bütün baskıların, A’mâk-ı Hayâl’i, güzel bir biçimde sunmak şöyle dursun, doğru bir biçimde ortaya koyduğu bile söylenemez. Hatta şunu rahatlıkla söyleyebiliriz:

Mevcut baskılardan biriyle, yapıtı gerçekten tanıyıp değerlendirebilmek mümkün değildir. Olsa olsa okuyucu, okuduğu metinden çıkarabildiği ve hiçbir zaman gerçek metinle örtüşmeyecek belirsiz, eksik ve yanlışlarla dolu bir A’mâk-ı Hayâl imajına ulaşacaktır.

Yargımız, kuşkusuz, yayımlanan metinlere dayanıyor:

Tercüman metni, belki de A’mâk-ı Hayâl’in en büyük talihsizliği. İnanılmaz yanlışlarla dolu bu metin, yalnız romanın doğru biçimde kavranmasını engellemekle kalmamış, sonraki çalışmaları da etkilemiş, onların da yanlışa sürüklenmelerine yol açmıştır. Bu nedenle, A’mâk-ı Hayâl’in, üzerinde durulan, tartışılan, yeniden üretilen bir kitap konumuna yükselmemesinde en büyük sorumluluk payını yüklenmiştir.

Tercüman metninin içerdiği yanlışlar, kaba bir yaklaşımla üç başlık altında toplanabilir: a) Kitabın ikinci, diğer deyişle tamamlanmış biçiminin ilk baskısından (1925) kaynaklananlar; b) Yanlış okumadan kaynaklananlar; c) Yanlış çeviriden kaynaklananlar. Bunların ilkinde, metni hazırlayanın sorumluluğu, açık dil ve mantık tutarsızlığına karşın doğruyu bulmak için hiçbir çaba harcamamasından ileri geliyor. Eğer çalışmasında ilk baskıdan da (1910) yararlanma yoluna gitseydi, ikinci baskıda yer alan birçok yanlışı tekrarlamaktan kurtulurdu. Ancak bu, metni kurtarmaya yetmezdi. Çünkü doğrudan kendisinden kaynaklanan yanlışlar, metni yer yer tanınmaz ve anlaşılmaz duruma getirmeye yetecek bir toplama ulaşmaktadır. Bu yanlışların tümünü sergileme olanağı yok. Bu nedenle, her kümeden birkaç örnekle yetinmek zorundayız:

a) İkinci baskının kendisinden kaynaklanan yanlışlar:

1. İlk baskıdaki “Çoktan beri metruk olan kabristandaki selviler, asır-dide ağaçlar, bu medfen-i sükûnet-intimaya garip bir heybet, korkulu bir letafet veriyordu.”(s. 4) cümlesi, ikinci baskıda, dizgi yanlışı sonucu, “Çoktan beri metruk olan kabristandaki (.....) korkulu bir letafet veriyordu.”(s.4) biçimine dönüşüyor ve bu cümle, Tercüman metnine şöyle geçiyor: “Çoktan beri terk edilmiş olan bu mezarlık korkulu bir letafet veriyordu.”(s. 21).

2. İlk baskıdaki “Milyonlarca odalı bir mahbes demek olan şu hayvancıkların mevcudiyetine irtibattan kendimi kurtarmaya çalışıyordum...”(s. 42) cümlesinde, hapishâne anlamındaki “mahbes” sözcüğü, ikinci baskıda yanlışlıkla “meclis” biçiminde diziliyor (s. 51) ve Tercüman metnine şöyle geçiyor: “Milyonlarca odalı bir topluluk demek olan bu hayvancıkların mevcudiyetine bağlanmaktan kendimi kurmaya çalışıyordum.”(s. 67) Burada “irtibat” sözcüğünün “bağlanmak”la karşılanması da bir başka yanlış.

3. İkinci örnek cümleden bir sonraki cümle de şöyle özgün metinde: “Milyonlarla sene devam eden bu firar hevesi neticesinde bana mahbes hizmetini eda eden odalarda, hayvancıklarda garip tahavvülat peyda oluyordu.”(s. 42) Bu cümledeki “firar” sözcüğü, ikinci baskıda, tam karşıt anlamını belirtecek biçimde “karar” olarak diziliyor (s. 51). Cümle, Tercüman metninde şu biçime giriyor: “Milyonlarca sene devam eden kalma hevesi neticesinde bana oturma hizmetini yerine getiren odalarda, hayvancıklarda acayip değişiklikler meydana geliyordu.”(s. 67) Cümledeki “karar” sözcüğündeki açık yanlışlık kavranamayarak “kalma” biçimde karşılanınca, “mahbes” sözcüğü de zorunlu olarak, anlamının tümüyle dışında “oturma” olarak çevriliyor.

4. İkinci basımda, bir konuşmada, taraflardan birine ait “Muamma-yı ebediyi mi? Hangisini?” sorusu düşüyor (s. 91). Tercüman metninde bu boşluk, izleyen satırdaki “Hangisini mi?” sorusundan yola çıkılarak “Hangisini?” sorusuyla tamamlanıyor (s. 110).

5. Özgün metinde, Aynalı, karşılığı kendini deşifre etme anlamına gelecek bir soruya, “Genç müdürün hâl ve kâlinde fevka’l-had hürmet ve safvet-i tâmme vardı...” (s. 165) diye nedenini açıklayarak yanıt verir. Ancak cümledeki “müdürün” sözcüğü, yanlışlıkla “müridlerin” ve “hürmet” sözcüğü de “hidmet” diye dizilir. Bu sözcükler, Tercüman metnine olduğu gibi geçer; ancak, anlam tutarlılığı için başvurulan gereksiz ve yanlış değişiklik ve eklemelerle: “Genç müridlerin söz ve hallerinde haddinden fazla saflık ve hizmet aşkı vardı...”(s. 176).

b) Yanlış okumalardan kaynaklanan yanlışlar:

1.Zerdüşt’ten alınarak bir bölümün başında epigraf olarak kullanılan bir cümle, özgün metinde şöyle veriliyor: “Ya nûr, ya nûr, zulümâtı (karanlıkları) nûret!” (s. 28). Tercüman metninde bu cümle şöyle okunuyor: “Ya nur, zulümleri durdur.” (s. 43).

2. Bir bölümde kahraman, ruhun gerçekliğini öğrenmek için Çin’den yola çıkarak Hint’e gelir. Burada bir Brahman, istediği bilgiyi kavrayabilmesi için, ona yedi yıl sürecek bir riyazet ve zikir görevi verir. Bir odaya kapanacak ve Brahma’yı simgeleyen “Om” sözcüğüyle sürekli zikredecektir. Tercüman metninde, bu zikir sözcüğü “evim” biçiminde okunuyor. Aynı sözcük “Om, Om, Brahma, Brahma”(s. 92-93) biçiminde kullanıldığında bile uyanılmıyor: “Evim, evim, Brahma, Brahma”(s. 110-111).

3. Aynı bölümde, yedi yıllık riyazetten çıkan kahramanla brahman arasında şöyle bir konuşma geçer: “Ruhu hâlâ anlamadın mı?” / “Hayır, eğer lutfedip anlatırsanız...” / “Anlatmak... anlatmak mı?... Görmedin mi?” / “Evet, lakin bir şey anlamadım... Bir şeyi anlamak için görmek kâfi değil.” / “Ya?” / “Olmak lazım!” / “Ah, ah!...Olmak, olmak!... İşte bu mümkün değil.” / “Niçin?” / Çünkü olmak için evvela olmamak icap eder...” (s. 94) Şimdi de, birkaç cümle atlayarak, Tercüman metninden izleyelim konuşmayı: “Evet! Yalnız bir şey anlamadım... Bir şeyi anlatmak için görmek kafi değil.” / “Ya?” / “Ölmek lazım.” / “Ah! ah!...Ölmek, ölmek, işte bu mümkün değil.” / “Niçin?” / “Çünkü ölmek için önce olmak gerekir.”(s. 113).

4. Özgün metinde geçen “Bildiler hâsılı hep zıll u hevâ lu’b u hayâl”(s. 18) dizesinin bir bölümü Arapçalaştırılarak okunur: “Bildiler hasılı hep zıll u hüve’l-lu’bu ve hayâl” (s. 31).

5. Bir zikir öğretimi sırasında geçen, “Elinden geldiği kadar nefesini haps ederek...”(s. 91) cümlesindeki “nefes” sözcüğü, “nefs” biçimde okunur: “Elinden geldiği kadar nefsini hapsederek...”(s. 110).

c) Yanlış çeviriden kaynaklananlar:

Tercüman metninde bu tür yanlışlar öylesine çok ki, eskilerin yaptığı gibi, yanlışlar mumla gösterilmeye kalkışılsa, başedilemeyeceği için, ünlü latifedeki gibi, tüm kitabı muma bulamak gerekirdi. Biz, yine birkaç örnekle yetinmek zorundayız. İşte başlıklardan birkaç örnek: Devr-i Dâim: Dönüş; Umman-ı Azamet ve Girdab-ı Kibriya: Azamet denizi ve büyük girdabı; Leyla’lı Mecnun: Leyla’lı Deli... Metinde, zorunlu olarak tasavvufi, felsefi bağlamda anlaşılması gereken kimi sözcüklere verilen karşılıklardan örnekler: mecnun: deli; mütehayyir: şaşkın; mutekif: adam; Cebel-i Fark: Tepe Dağı... Bu ve benzeri karşılıklar, yalnız sözcüğü harcamak anlamına gelmez; metnin bütün anlamsal yapısını altüst eder. Birkaç tane de, yanlış karşılıkların, sıradan cümlelerde bile nasıl tutarsızlık ve çelişkilere yolaçtığına ilişkin örnek verelim:

1.“Bir taraftan kelimat-ı telehhüfiye sarf etmekte, diğer taraftan kuşların cıvıltısı yahut bir perinin şevk-âver nagamâtını andıran sesleriyle ifa-yı hoş-âmedi etmekte olan kızlardan....” (s. 24) : “Bir taraftan üzücü ve kederli sözler söylemekte, diğer taraftan kuşların cıvıltısı yahut bir perinin şevk veren nağmelerini andıran sesleri ile hoş-beş etmekte olan kızlardan...”(s.38) Hem “üzücü, kederli sözler söyleme”, hem de “kuş cıvıltılarını, şevk verici nağmeleri andıran bir sesle hoş-beş etme”, az bulunur bir yetenek(!) işidir. Ama burada böyle bir yetenek sergilenmiyor: Telehhüf sözcüğü, özlem ve ayrılıktan gelen hüznü belirtir. Kaldı ki, bu tamlama, ilk baskıda “kelimat-ı taltife” biçimindedir ve “gönül okşayıcı sözler” biçiminde çevrilmelidir.

2. Bir seslenme cümlesi: “Ey sâil!” (s. 79) ve karşılığı: “Ey dilenci!...”(s. 97) Oysa karşıdaki sadaka istemiyor, soru soruyor. Bu nedenle doğru karşılık “dilenci” değil, “soru soran”dır.

3. “Efendim, peri-i müştak-ı muhabbet ve visaldir.”(s. 25): “Efendim, özleyen peri sevgi ve kavuşmadır.” Bir tamlama, ancak bu kadar tersine çevrilebilir. Doğusu: “Efendim, sevgi ve vuslata can atan peridir.”

4. “Alem bir rezm-gâh (savaş alanı) olmuş; ecsad arasında istirkab (çekişme) ve istifade bir kâide hâlini almıştı.” (s. 52): “Alembirer çürümüş cesetler halini almış, cesetler arasında rekabet ve istifade etme bir kide halini almıştı.”(s. 68).

5. “Ziya denilen ihtizazât-ı esîrîyeyi...”(esîri titreşimleri, s. 58): “Işık denilen varlığın lezzetini...” (s.74).

Örneklenen yanlışlara, bir de “Ne garip âkile divane denilir aelmde / Akla cinnet ne güzaf, ne vehim bu, ne füsûn”(s. 135-s.151) gibi irili ufaklı çok sayıda atlama eklenirse, Tercüman metninin durumu tasarlanabilir. Burada şunu da belirtelim: Belirttiğimiz yanlışlar, bütün metnin, özgün metinle ciddi bir karşılaştırması yapılarak değil, merak gidermek için yaptığımız okumalar sırasında saptanmıştır. Bu nedenle, saptananlar, geride kalanlara oranla devede kulak sayılmalıdır. Bunu büyük bir gönül rahatlığı içinde söylüyoruz. Çünkü örnek olmak üzere, bir paragrafı birebir karşılaştırarak sonuçlarını da saptadık: Özgün metinde 124 sözcükten ve yaklaşık 10 cümleden oluşan 13 satırlık paragraf (1. baskı, s. 42), Tercüman metninde 126 sözcüklü 10 cümleden oluşuyor (s. 67). Sonuç: Özgün metinden üç sözcük, tümüyle atlanmış. Kalan bölümde, 7 özgün sözcük, 11 yanlış sözcükle karşılanmış. Ötesini siz hesap edin...

A’mâk-ı Hayâl’in ikinci büyük talihsizliği Sebil Yayınevi’nin baskısında (1993) ortaya çıkıyor. Metni hazırlayan, belli ki, sorumluluğunu üstlenecek kadar güvenmiyor yaptığı işe. Bu nedenle adını gizliyor. Buna karşın metin, Tercüman metnine oranla daha az yanlış içeriyor. Albayrak’ın yaptığı okuma yanlışlarının bir bölümü, bu metinde görülmüyor. Ama yanlışların önemli bir bölümü, bu metinde de yineleniyor. Dahası, yer yer, Tercüman metninde bulunmayan yanlışlar ve atlamalar yapılıyor. Bu da, metin hazırlanırken, ilk baskıya hiç başvurulmadığı gibi, Tercüman metnine de bakılmadığını gösteriyor. Sebil metnini hazırlayan kişi, bunu, Tercüman metniyle bir kez karşılıklı okusaydı, hiç değilse, “Cenab-ı Âdem: Saâdet, şeytana uymamak, Havvâ’ya aldanmamaktadır.”(s. 100) cümlesinde olduğu gibi, yaptığı atlamaları farkedebilirdi.

Yapıtın üçüncü büyük talihsizliği, Timaş yayımı. Doğrusu, Dursun Gürlek tarafından hazırlanan metnin bu yayımından oldukça umutluyduk. Ama yaptığımız inceleme, bizi, tam anlamıyla hayâl kırıklığına uğrattı. İnceleme sırasında, kolaylık olsun diye, Tercüman metnini ölçüt olarak kullandık ve dehşetle gördük ki, yeni bir çalışma ve metinle değil, öncekinin tam bir kopyasıyla karşı karşıyayız. İki başlıkta yapılan düzeltme (Leylalı Deli: Leylâlı Mecnûn; Leylasız Deliler: Leylâsız Mecnûnlar) dışında, ilk metinde saptadığımız ve bir bölümünü yukarıda sergilediğimiz yanlışların tümü, bu metinde de olduğu gibi yer alıyor. Bundan anlaşılıyor ki, metni hazırlayan, metnin özgün baskılarından geçtik, Sebil metnini bile almamış önüne; Tercüman metninde yaptığı birkaç sözcük değişikliği, birkaç cümle düzenlemesi ile kotardığı metni, altına imzasını atarak yeniden sunmuş bize.

A’mâk-ı Hayâl’in yayım alanındaki talihsizlik zincirine son halkayı, Kaknüs Yayınları ekledi. Kaknüs metnini hazırlayan Serkan Özburun da, Gürlek gibi, özgün metinler üzerinde çalışma gereği duymamış. Ne ki yalnız Tercüman metnini de kullanmamış; Sebil metnine de bakmış. Ortaya çıkan metin, Tercüman metnindeki yanlışları üçte iki oranında, Sebil metninde saptadıklarımızın da önemli bölümünü içeriyor. Bu metinler üzerinde bile titiz bir çalışma yapılmadığı belli. Çünkü birinde atlanan bir bölüm, diğerinde bulunduğu hâlde, Kaknüs metninde de atlandığı görülüyor. Özburun, daha çok dili üzerinde durmuş metnin. Yer yer temiz ve rahat bir anlatıma da kavuşturmuş metni. Ama bunu yaparken, ciddi bir çalışmayı göze almadığı için, zaman zaman sorunu kökünden çözümlemiş: metni, istediği gibi budamış.

Sözgelimi, yukarıda, Tercüman metnindeki yanlışlara ilişkin sunduğumuz örneklerden, “Bir taraftan üzücü ve kederli sözler söylemekte, diğer taraftan kuşların cıvıltısı yahut bir perinin şevk veren nağmelerini andıran sesleri ile hoş-beş etmekte olan kızlardan...”(s.38) cümlesindeki çelişkiyi gidermek için, baş kısmını, düzeltecek yerde, çıkarıp atmış metinden: “Kuşların cıvıltısını ya da perilerin şarkısını andıran seslerle “Hoş geldin!” diyen kızlardan...”(s. 27). Yine yukarıdaki örneklerden, “Milyonlarca sene devam eden kalma hevesi neticesinde bana oturma hizmetini yerine getiren odalarda, hayvancıklarda...”(s. 67) cümlesindeki yanlışı gidermede de aynı yola başvurmuş:

“Milyonlarca sene devam eden bu durum içerisinde, bana hapishâne vazifesi gören odalardaki canlılarda...” (s. 51) Cümlede aynı varlıkları dile getiren “odalar” ve “hayvancıklar”ın farklı nesnelere dönüştürülmesi de, Özburun’un dili düzeltme çabasında izlediği yanlış yöntemin bir diğer göstergesi. Son bir örnek: Özgün metindeki “Zira visalebedel, her ikimiz fevt oluruz.”(s. 132) cümlesi, Tercüman metninde “Zira buluşma karşılığı her ikimiz de yok oluruz” biçiminde aktarılıyor (s. 149). Anlamlandıramadığı bu cümleyi Özburun, şu duruma getiriyor: “Aksi takdirde ikimiz de yok oluruz.”(s. 123). Özburun, kolaya kaçarak iyi şeyler yapılamayacağını, emeğin önemini anladığında, ortaya iyi ürünler çıkaracaktır. Ama mevcut çaba ve yaklaşımıyla, bir kitap, ancak ciddiyetsizliğin kurbanı edilebilir; tıpkı A’mâk-ı Hayâl’in başına geldiği gibi.

Yapıtın yayım alanındaki talihsizliğine bu tanıklıktan sonra, şu yargımızı kimsenin yadırgayamayacağını düşünüyoruz: A’mâk-ı Hayâl, bunca baskıya karşın, hâlâ, özgün dil ve anlatımıyla doğru bir basımını, arkasından da üzerinde yapılacak ciddi çeviri çalışmalarını beklemektedir.

  • 1 “Bir Kitabın Makûs Talihi” başlığıyla Yedi İklim dergisinin Nisan 1998 tarihli 97. sayısında yayımlandı.
  • Sevgili öykücü, ekşi’ydi, inci’ydi sosyal medyaydı derken; okur yazarlık -hikaye anlatıcılığı- oranı yükseldi. Üstelik insanlar bunu kendi hayatlarını ifşa ederek ve zevkle -sahicilik- yapıyorlar. Ortalama bir okuryazar, her gün en az birkaç hikaye anlatıyor. Peki senin öykünü bunlardan birinden ayıran ne? İşin yirmi yıl öncekinden daha zor. (Hatırlatın da bunu bir dahaki ay yazayım okurlar) (A.E)