Bir Patlayıcı Madde Olarak Selüloz Bağlamında İnsan Bedeni ve Ruhu

SEDAT DEMİR
Abone Ol

Kış aylarında, eğer dördüncü kattaysan, pencereyi açıp aşağı atlama dürtüsüyle yanar tutuşursun. Atlayıp, kaburgasını çatırdata çatırdata kanatlarını çıkarıp ilmin kudretli duvarlarının ortasındaki çimene usulca inenlere şahit oldum. Sen böyle yapma, ölürsün.

  • Öz (Abstract)
  • Aşağıdaki mevzu, insanın bilmekle, bilmeyi istemekle ilgili sıkıntısını dillendirmeyi amaçlamaktadır. Seçilen iki örnek [karakter] zaman zaman yer değiştirmektedir, bir üçüncüsü de meseleye karıştığı için belirginliği artırmak için okur işbirliğine ve desteğine gereksinim bulunmaktadır. Gerçek kişi ve olaylardan söz etmektedir, çağrışımlardan beslenmektedir, ama hiçbir şekilde kesinlik taşımamaktadır. (Not: Burası. İngilizce, çevir) (Not: Aşağıdaki metni paragraflandır, desimal eğilime göre başlıklandırarak bölümle. Bernhard değilsin!)
  • Anahtar Kelimeler (Keywords)
  • Tarz, kitap, cep kitabı, edebiyat, bağımlılık, kültür dünyası, ince mevzu, akademi, roman, sinema, eva green, gollum, (Burayı da çevir)

İkinci ulusal mimari akımı¹’nın özelliklerinden haberdar mısın? Yok, değilsin. Nereden bileceksin. Sonuçlarının, anıtsal olduğunu söylerler. Tamam, bu akım kullanışlıdır, tavanları yüksektir, içi ferahtır, çatısının kurşunu yağmuru, güneşi yedikçe, duvarları boyunca yükselen ağaçlarının rengini alır, edebiyat fakültesi2’nde olduğu gibi. Dur söyleyeyim, gördüğün çatı zaten edebiyat fakültesi’ninki, bu tonu millet caddesi3’nin en başından, taa surların oradan görebilirsin, ama bu tarzın merdiven hesaplamasında sorun olduğu için tabanlarının değeceği basamaklar kusurlu, merdivenleri, insanın ayağına, bacağına, beline göre değil. Fakültenin kapısından içeri girdiğinde, tercih yapmak zorundasın, sola ya da sağa, çıkış ikiye ayrılır, ben tercih etmek zorunda değilim, ikiye ayrılırım ve mermer bloğu geçtikten sonra nasıl olsa bahçede buluşurum.

Kış aylarında, eğer dördüncü kattaysan, pencereyi açıp aşağı atlama dürtüsüyle yanar tutuşursun. Atlayıp, kaburgasını çatırdata çatırdata kanatlarını çıkarıp ilmin kudretli duvarlarının ortasındaki çimene usulca inenlere şahit oldum. Sen böyle yapma, ölürsün. Zaten öğrenci kimliğin yoksa okula giremezsin. Hadi girdin, varsayalım girdin, dördüncü kata kadar yine, bilimin kudretli duvarlarının şefkatiyle ergonomik olmayan merdivenlerinden tırmandın, dördüncü katın sonunda Malatyalı abinin vazifelendirildiği çay ocağına kavuştun. Mademki bu senin kurmacan, haydi senin istediğin olsun, işte ben az ilerideyim, oradayım dediğin gibi, ellerimi tırabzanlara dayamış, aşağı doğru bakıyorum, rus dili’nin sonundaki alanda merdivenleri güç bela tırmanan bir başkasını seyrediyorum.

Onunla karşılaşmamalıyım, beni görmemeli, ama onun tıslaya tıslaya nasıl yukarı çıktığını seyretmekten kendimi alıkoyamıyorum. Bir eli ahşapta, bir eli dizinde, oflaya puflaya. Beni görmedi. Onu ne zaman görsem ürperiyorum. Aklıma iltihaplanmış, ölü bir bedeni taşıyan ve gözyaşından yapılan bir ruh geliyor. Nedeni: Kız meselesi. Kendisinden dinlediğim kadarıyla: sanat tarihi’nden bir kız, ona aşık olmuş koridorda, göre göre. İlk karşılaşmalarının ardından, iki ay sonra, bunlar yazlıkta karşılaşıyorlar. Babalarının arkadaş olduğu ortaya çıkıyor. Sohbet etme imkanı, felan. Kız onun kültürel birikiminden, duyarlığından hoşlanmış anladığım kadarıyla, kendisine duyduğu zaafa, hastalıklı ilgi mi demeli bilmiyorum, çok seviyor ayrıca, çocuk ona her şeyi anlatıyor adam gibi, onu nasıl sevdiğini, kız dudaklarını ısırıyor, tek laf etmeden yanından kalkıyor, acımasız tarih bundan sonra başlıyor.

Kız, onu bir gün kendisinin ataşehir4’de kaldığını iddia ettiği eve çağırıyor, evde kızın sevgilisi var, üçü geceyi aynı odada geçiriyor, çocuk sabaha kadar karanlıkta seslerini dinliyor. Buraları hızlı geçiyorum, her ayrıntıyı bilmek zorunda değilsin. Diğer ikisi yorulunca uyuyor ama bizimkisi uyumuyor, sabaha kadar, ertesi haftalarda ağlama şokları, ardından cipram5’lar, atarax6’lar. Çocuk öyle bir şişiyor ki, bu ilaçlar şişirir, kısa sürede öyle bir şişmanlıyor ki, sonra öyle bir yürüyor ki çocuk, öyle bir yürüyor ki, şehrin boşluklarında, otobanların kenarlarında, şişiyor iyice, şişen bacakları patlıyor, kan ve irin, kapanmayan, kan pompalayan yaralar, açıkta kalan damarlar, terramicyn7. Olmuyor. Şimdi burada Kız neden sakat peki abi” diye sorma, sakat işte, evet senin alay edeceğin ya da nefret edeceğin düzeyde.

Bir kitap fuarı otobüsünde tüysüz, küçük yumruklarını sıka sıka, renkli gözlerinden yaşı fışkırta fışkırta, bağıra çağıra anlattı bu sakat mevzuyu, çocuk. Anlatılacak gibi değil yaşadıkları, anlatmaya kalkıştığında, ses bir yumruya dönüşür, gırtlağını tıkar, ölürsün. Nasıl anlatayım şimdi bunu ben sana. Otobüsün sonunda, “Eğer” dedi, “eğer gelse karşıma, yine de öperim ayaklarını” dedi, “öper misin” dediğimde. Gerçekten bak, karşılaşmasam daha iyi olur, şimdi anlatacağım hikaye de onunki değil, koridorun sonunda tarih’e çıkan diğer merdivenlerdeki. Senin istediğin oluyor şu an, galatasaray8’daki nero9’nun asma katından bakmak yerine, buradan, dördüncü kattan bakalım ona. Bak, şu an arkeolojinin katında.

Dikkatli baktığında, seyrek saçlarının arasındaki çukuru görüyor musun, saklamaya çalıştığı yumruyu, berberlere orayı tüylerle saklamaları için ettiği ricaları. Dikkatli bakarsan kesinlikle fark edersin, sonradan değil, doğuştan o. Çirkinliğine çirkinlik katıyor değil mi, mühürlüyor kirliliğini, kaşlardan saçlara doğru akan ve üçgene dönüşen bir alın, çok küçük gözler, çeneden hemen ağza geçen bir yüz. Dudak yok. Sen konuşmaya başladığında, sana doğru küçümseyen bakışlar uzatıp, kendisi konuşmaya başladığında ağzı için küçük dilinin sivriliğini, gerçek anlamda sivriliğini ve dişlerinin doğayı anlamak için ne kadar yetersiz olduğunu göreceksin. Orta boyuna göre çok kısa bacakları ve çok uzun kolları.

Kollarının vücuduyla orantısız oluşunu, ellerini hiç kullanmayarak saklar. Konuşurken ellerini ilk kullandığı an, ikiz kızkardeşlerin kendisine nasıl aşık olduğunu, bu durumun aslında sanıldığı kadar keyifli olmadığını anlattığı güne denk gelir. Bir yunan adası’na dilimizi öğretmek üzere tayin olduğunda başına gelmiştir bu talihsiz olay, ben ise bu diyalogdan çok sonra büyücü10’yü okumuştum, yarım yamalak. Şu an almanca koridorunun önünde, birazdan bir hukuk öğrencisi olarak sınavına girmeyi tercih etmeyip çok eğlenceli bir nümizmatik11 dersine katılacağını, benim kütüphane öğrencisi olmamın anlamsızlığını ve yine beni bir yerler Aden tanıdığını iddia edecek, poker surat.

Ben onu dünyanın tüm gollum12larına benzetirken, yalan olduğuna emin olduğum hayatına kaptırmaktan korkuyorum kendimi, çünkü her defasında okulu bitirip, okulumun kütüphanesinde çalışa çalışa, onun dilinde dolaştırdığı kavramları tezlerde, dergilerde araya araya tıslayan, küçülen, küçüldükçe envanterlerin arasında kaybolan, kayboldukça kolaylıkla tavanlarda, rafların üstünde yürüyebilen, bir insanevladı gördüğünde çömelen bir gollum olarak yakalıyorum kendimi. Eski kitap tozu ve yeni kitap selüloz13ünden sarhoş olduğumu da söylüyor.

Halbuki golluma asıl benzeyen o. Gümüşçün14 de değilim. İddiaları var benimle ilgili. Beni askerlikten hatırladığını iddia edecek, eski cep varlık kitaplarını çarşı izninde kullandığım hunat15’taki kitapçıdan almamı tavsiye ettiğini hatırlayacak. Askerlik yapmadığımı düşünsem de, ben de onu iki yüz kısa dönem askerinin bölük bölük dizildiği içtima alanında, kafasını kırk beş derece açıyla öne doğru indirip bana çevirdiğini anımsıyor gibi olacağım. Tam bunu anımsıyor gibi olduğumda, içinde bulunduğumuz binanın sedat hakkı eldem16 tarafından hangi tekniklerle inşa edildiğini söyleyecek, rakamlarıyla. Anlatıyor bile. Kaynak vererek.

Kadife dokunuşuyla ispanyol sinemasına, sinemadaki kösnüllüğe geçecek. Bunlar olurken birileri sokulacak yanımıza. Sırasıyla şunlar gelecek: 1, benim bir arkadaşım, yanında biraz daha az arkadaş olduğum genç; 2, mgv17’den birisi, hegel okumuş olan; 3, dramaturji’den bir kız; 4, hiç tanımadığım iki kişi; 5, sip18’li bir çocuk, yanında kız arkadaşı; 6, çekiciliğiyle aramızda parıldayan italyan filolojisinden bir kız. Etrafımız kalabalıklaşacak, halkaya, okuduğu bir kurmacayla, seyrettiği iki filmle evrenin tüm çiçekli sırlarına ulaşmış yiğit anadolu19 delikanlıları, bu arada ben anadolu diye yazdığımda word kelimenin başındaki harfi büyütüyor, abartıyor bu arada, bu düşüncemi duyarsa lacan’dan dem vurmaya başlayabilir, yapmayayım, neyse, işte tüm uyanık anadolu delikanlıları eklenecek.

Dairenin içindekilerin tamamına yakını, dudaklarını aralayarak bu hilkat garibesini dinleyecekler. Dinlerken, onun hukuk’tan buraya geliş nedeninin yunanca’da okuyan ve çok müzikli, epey baladlı, ince sazlı bir atv dizisinin çok kazanan, eva green20’in siyah gözlüsü, yılankavi vücutlu senarist kız için olduğunu unutacaklar. Bu gösterişli konuşmada malerba’yı, pozitivizm’i, schoendoerffer’i, tintobrass’ı, coen kardeşleri, dokuz gitarda dünya tarihi’ni, gümüşler köyü civa-antimon zuhurunun cevher mikroskop incelemeleri bağlamında leibniz’in düşün dünyasında düşlem ve anoraksi adlı tezdeki yöntem sorunlarını bir böcek bilimcinin cebinden oryantal hamam böceklerini çıkarır gibi ortalığa döktü dökecek.

Üç güzel karısı, birçok sevgilisi oldu bugüne değin, hepsi de alımlı ve ne okuduğunu bilen. Bu şekilsizliğiyle neden bunun böyle olduğunu sorduğumda, kulağıma eğilip şunları diyebilir: “çünkü eflatun der ki, dünyada üç sıfat oldukça etkileyicidir; 1, bilgelik ve 2, zenginlik ve 3, güç, ki dünyanın en güzel kadını marilyn monroe21’ya çok zeki kadın denmesinin nedeninin, üç kocasının da bu üç sıfata ayrı ayrı sahip olmalardır, ben bu yaşımda en azından ilkine epey sahibim.” Çünkü bence dudaksız ağzında esteban vihaio22 ağzının morluğu var, özellikle dramaturji’deki kızın boyun çukurunda gözlerini yürütürken. İşte, mesela sen, eflatun’un bu üç ayaklı dünyasını duydun mu, yok, duymadın, nereden duyacaksın.

Keyifle anlatıyor, anlattıkça ayrıntılara giriyor, ayrıntıdan sıkılıp başka bir alana, disipline geçiyor, yeryüzünden sıkılıp göğe yükselen kanatlı gibi, yukarıdan, kuşbakışı senarist kızı arıyor, tavanda yürüyen dört kollu bir hayvan gibi. Buradan, asmalı kattan baktığımda, yıllar önce olduğu gibi, tüylerle kafasındaki çukuru kapatıp, senarist kızı düşündüğünü fark ediyorum. Yine bir bahane bulmuş, bolvadin23’de babasından kalan tahıl fabrikasından, daha doğrusu iki çocuğunun annesinden uzaklaşıp, kendi annesinden uzaklaşır gibi, babasından değil de, tolstoy24’dan devraldığı köylülerini ardından bırakıp, yıllardır her mevsim en az iki kere beyoğlu’na gelip, senarist kızın telefonla, otobüste ya da ofisinde karşısına çıkıp aynı cevabı duyuyordu:

Hayır! Bunu duyduğunda kasları gevşiyor, sırtında bir serinlik, sırıtıyordu. Telefonunu çıkardı. Senarist kızı aradı. Kapattıktan sonra omuzlarındaki rahatlığı hissettim. Ahşabı verniklenmiş, pırıl pırıl basamakları inerken kafasındaki yumruyu avuç içiyle okşadığını gördüm. Buraya kadar anlattıklarımı üçüncü tekil şahıs üzerinden anlatmayı, bir ovanın üzerinde akıp giden bir çizgi olarak değil de, bir möbius şeridi gibi hareket eden ya da dağlara çarpmadan, onların kıvrımlarına uygun bir şekilde olup biteni öyküleştirmeyi çok isterdim, ama olmadı. Ben basamaklardan aşağı, bunun için dertlenirken, zamanla olacağını umut ederken, o ceketinin iç cebinden bir kitap çıkardı, özenli bir biçimde kitabı ikiye ayırdı.

Yanına geçtim iki kahveyle, kahvesini önüne sürerken gözlerine baktım. Ona damarları açıkta kalan çocuğun öyküsünü anlatmaktan o an vazgeçtim, usulca eğilip, “ne dedi, bari bu sefer görüşecek misiniz,” diye sordum. “Hayır” dedi, “en son istediği şey beni görmekmiş.” Bunu dedikten sonra müthiş bir güvenle sırıttı. “Bu defa onu ziyaret nedenin nedir,” dedim. Okulun son gününün ardından on beş yıldır, her mevsim en az iki kere onu görmeye geliyor, hep aynı cevabı alıyordu.

Masanın üzerinde, kütüphanesinin arkasında ters dönmüş bir gümüşçün olarak konuşuyordu. “Yeni dizisinin öyküsüne bir yardımcı karakter hediye ettim, o da kullandı, en azından benimle bunun için görüşeceğini düşünüyordum: küçük bir femme fatale’in etrafında dolaşan ama cevap alamayan bir üniversite öğrencisinin, antidepresanlara dadanması, kilo alıp vücudunu çıbanlara bırakması, aklı başına geldiğinde kendini köprüyollarda yürürken bulması, bacaklarına bakarak saatlerce gözünün yaşını dökmesi. Yürüdüğü sahneleri paris-teksas25’tan arakladım. Nasıl?” Acıyla gülümsedim.

  • 1 İkinci Ulusal Mimari Akımı: 40’larda ülkemizde, geleneksellikten modernliğe bizi geçiren bir mimari akım.
  • 2 Edebiyat Fakültesi: Beyazıt Kampüsü’ndeki İstanbul Üniversitesi. Tarih, Arkeoloji gibi bir çok başlıkla bölümlendirilmiştir. Filoloji de çeşitlilik konusunda zenginlik gösterir.
  • 3 Millet Caddesi: Menderes döneminde halka ve arabalarına açılan bir cadde.
  • 4 Ataşehir: İstanbul’da ayrı bir şehir, karşıda da benzerleri vardır.
  • 5 Cipram: Beyindeki acıları bitiren hap olduğu bilinir.
  • 6 Atarax: Toplumun geniş kesimlerince bilinir, cipram gibidir.
  • 7 Terramicyn: Mikrop kırıcı melhem. İlk örneğini İbn Macce üretmiştir.
  • 8 Galatasaray: Beyoğlu’nda bir mıntka, adına bir de futbol takımı vardır.
  • 9 Nero: Keltçe’de gözlem anlamına gelir, aynı zamanda birkaç semtte şubeleri olan İtalyan kahvecisi. (Mezanini, metinde gerekliliği nedeniyle, öykü için inşa edildi)
  • 10 Büyücü: John Fowles’in bin sayfalık sıkıcı romanı.
  • 11 Nümizmatik: Paralı Tarih dersi.
  • 12 Gollum: (a) İrlanda mitolojisinde, tutkunu olduğu şeyin esiri de olduğunu niteleyen kelime. (b) Yüzüklerin Efendisi’nde aslında uslu, efendi bir karakter.
  • 13 Selüloz: Kağıt yapımında kullanılır, tiner gibi bağımlılık yapar.
  • 14 Gümüşçün: Kitapların doğurduğu bir böcek türü. Zararsızdır.
  • 15 Hunat: Kayseri ilinde minnoş bir çarşı.
  • 16 Sedat Hakkı Eldem: Sözü edilen akımın mimarlarından (Bkz: Metnin girişi)
  • 17 MGV: Refah Partisi’nin tabanıydı vaktinde.
  • 18 SİP: Sağlam bir işçi partisiydi vaktinde.
  • 19 Anadolu: Halkının nesebi sürekli değişen yedinci kıta parçası.
  • 20 Eva Green: Gözlerinin rengi duruma göre değişen aktris parçası.
  • 21 Marilyn Monroe: Bilirsiniz, yapmayın.
  • 22 Esteban Vihaio: Kill Bill’de bir karakter
  • 23 Bolvadin: Bir Anadolu Kasabası
  • 24 Tolstoy: Yayıncısına kazandıran yazarlardan birisi.
  • KAYNAKÇA
  • 1. 21. İstanbul Tüyap Kitap Fuarı, Otobüs Sohbeti, 2002
  • 2. Aristo. Retorik. YKY, 1998
  • 3. Atv, Yalan Hayatlar, Gerçek Ölümler. Bölüm 1-13, 2000
  • 4. Canetti, Elias. Körleşme. Payel, 1992
  • 5. Demirkubuz, Zeki. Masumiyet. Çemberlitaş/Şafak, 1997
  • 6. Edebiyat Fakültesi. Kantin, Bahçe ve Dördüncü Kat. İstanbul, Laleli, 1995-02
  • 7. Fowles, John. Büyücü. Afa, 1995
  • 8. Gombrowicz, Witold. Ferdydurke. Ayrıntı, 1996
  • 9. Nero, Cafe. Orta Boy Sütlü Filtre Kahveler. 2002-10