Bu da işte...

GÜRAY SÜNGÜ
Abone Ol

Ben bir kitap gördüm. Kapak dehşet. İsim daha da dehşet. Kitabı elime aldım. Bakındım biraz. Kadir geldi. Aldı, o da baktı. Oltaya benziyor, dedi önce. O ne demek, o şu demek; kitap beyaz kağıda basılmış, sayfalarda çokça boşluklar var, yani okunsun diye değil, satın alınsın diye kotarılmış kitaplar vardır ya, olta kabilinden.

Üniversitenin kantininde ömür sürüyorduk. Adı bile olmayan bir yerdi. Sigara içilebiliyordu. Fakülte iktisat fakültesiydi, dolayısıyla güzel kızlar çokçaydı. Kadir’in saçları uzundu. Benim de uzuyordu işte. (Ne uzuyordu ne kısalıyordu.) Günlerden neydi bilmiyorum. Mevsimlerden neydi bilmiyorum. Yıllardan neydi, onu bile bilmiyorum. Muhtemelen 1996 ya da belki 1997, hadi olsa olsa 1998, ama kesin 1999 değil. Elimdeki kitabı açtım rastgele, bir paragraf okudum, sonra kitabı kapattım ve ortadan kayboldum.

Beni Kadir buldu. İlk söylediği şey, “Kitapta bir şey mi gördün?” oldu. Cevap beklemediği bir soruydu. Bu an ile alakalı söyleyebileceğim başka bir şey yok.

Daha öncesine dair ise birkaç kelam edebilirim. Zira, aslında biz bu yazılar ile bizi inşa eden şeylerden bahsediyoruz. İçimizi delen şey bizi inşa etmiş midir? İnşa ne ki? Koca bir delikten bahsediyoruz, değil mi? Misal geçenlerde Aykut Ertuğrul ile bir gece yarısı Trabzon’da kaldığımız otelin yamacında ahşap masalı son dönemde moda olan kahvecilerden birinde oturuyorduk, bana son yazdığı yazıyı okuttu. Yazıda “mniye lan niye” diye tekrarlanan bir ifade vardı. Misal o ifadeyle dolaştım bir süre. Anlaşılmıştır herhalde yine teknik bir şeylerden bahsetmeyeceğim. İlla ki teknik meselelerden bahsedeceğim yazılara da sıra gelecek ama önce ruhun inşası, önce ortaya koyduğumuz eserlerin, o biçimde olmasına sebep olan inşa değil, bir eser ortaya koyma iştiyakının inşası anlatılmalı değil mi? Belki değildir ama kime ne, ben bundan bahsedeceğim yine. Bundan bahsedecek isem, Bülent Akyürek demeliyim. Ortadan kaybolmama sebep olan -ama öyle bir sebep olma ki, yani nasıl derler yüzünden değil sayesinde olan cinsten bir sebep olma- kitap Bülent Akyürek’e aitti. Adı mı? Adını şimdi söylemeyeceğim, bu yazının sonunda söyleyeceğim, bağışlayın, ki bu da bir kurgu.

Bir grup arkadaş Bodrum’a gitmiştik, okul bitti, finaller ve olmazsa olmaz bütünlemeler tamamlanmıştı. Zafer’in (ince ruhlu bir arkadaştı ama sonra iş adamı oldu, canı sağolsun, çok severim hâlâ) ailesinin yazlığı vardı orada, ucuz tatil demekti bu, öğrenci milleti bilir. Toplaştık gittik. Gündüz buz gibi denize giriyorduk, geceleri avarelik ediyorduk barlar sokağında bir aşağı bir yukarı. Bodrum barlar sokağını bilenler bilir, orada, sokağın ortalarında bir yerlerde açık bir kitapçı vardır, açık derken, üstü açık, yazlık sinema gibi, upuzun tezgah, bir ton işe yaramaz kitap ama arada klasikler, eski kitaplar, gizlenmiş inciler vesaire. Yeni yeni öyküler yazıyorum, ama pek bir şeye benzemiyor o sıra yazdıklarım çünkü kasılıp duruyorum, deyim yerindeyse edebiyat yapmaya çalışıyorum, yani bilmediğim bir lisanda gramer kurallarını uygulayarak uzun, sıralı, bağlı cümleler kurmaya çalışıyorum sanki.

Doğal olarak olmuyor bir türlü. Gecenin bir yarısı, o sokakta avarelik ederken kitapçıya girdik Kadir, Zafer ve ben. Kadir kitap bilen bir dost. Ben ve Zafer epeyce çömeziz. Ben bir kitap gördüm. Kapak dehşet. İsim daha da dehşet. Kitabı elime aldım. Bakındım biraz. Kadir geldi. Aldı, o da baktı. Oltaya benziyor, dedi önce. O ne demek, o şu demek; kitap beyaz kağıda basılmış, sayfalarda çokça boşluklar var, yani okunsun diye değil, satın alınsın diye kotarılmış kitaplar vardır ya, olta kabilinden. Ama sonra biraz karıştırdı. Hımm, dedi. Arızalı bu herif, dedi. Doğal olarak arızalı şeyleri, yamuk şeyleri, hastalıklı şeyleri seviyoruz. Aldım kitabı.

Bir kitap okudum ve hayatım değişti, desem komik olur şimdi değil mi? Bir önceki yazımı bilenler için özellikle. Demeyeyim bu sebeple ama yazı serüvenimin daha en başında, adını şimdi anmayacağım bu kitap, bana özgürlüğümü verdi diyeyim. Bilmediğim lisanı bir kenara bırakıp, bildiğim lisanda, en saçma şeyi, en abuk biçimde bile olsa söyleme cesareti verdi bana. Bunu nasıl yaptı, şimdi bundan bahsedeyim biraz.

Alıntıdır;

....

Sabah pencereyi açtığımda, ressamın balkonunda seramikten yapılmış çirkin ve kel büstünü gördüm. (Kurusun diye bırakmıştı sanırım.) Hiçbir ifade yoktu suratında. Diğer günler kendi ruh halimi Çirkin’in suratında görmeye başladım!

Ertesi sabah, ressam Çirkin’i içerideki masaya götürdüğünde çok kızmıştım. Dünyanın bütün ressamlarını katledebilirdim o an! Çirkin’in de suratı ekşimiş, kaşları çatılmıştı...

Kendini ressamın ayaklarına doğru savurdu.

Acı içinde kıvranan ressam, tuttuğu gibi Çirkin’i balkondan aşağı attı.

Beton zeminde parçalanmış seramikten binlerce yusufçuğun uçtuğunu gördüm.

Saçımın her teli altında dinamitler patlıyor sanki, her patlamada yüzlercesini kaybediyorum biliyor musun?

Ölen her tele cenaze töreni yapacak kadar param olmadığından dışarıya süpürüyorum umarsız...

Kel yaratılmana sebep, kel ressamın ellerinde oluşmandandır!

İyi ki öldün Çirkin.

İyi ki keldin Çirkin.

Sen insanlara doksan dokuz çekerdin Çirkin...

....

Ne diyorduk? Evet, adını anmayacağım kitap. Sabit bir omurgası var bu romanın, (roman gibi olmayan romanın) ama bu omurga düz değil, düzgün değil değil, düz değil, ve kalın değil, ince ve kırılacakmış hissiyatı uyandırıyor, hatta çokça kırıldığını da zannediyor okuyucu, ama kırılmıyor, çok ince, biraz eğreti uzanıyor romanın başından sonuna. Omurga olay örgüsüne dair değil, karaktere, anlatıcı karaktere, aslında seslenen anlatıcıya, aslında yazar anlatıcıya dair bir omurga, yani sözkonusu kitabın hikayesi anlatıcının hikayesi, ama çok parçalı, bütünlük dendiğinde olay örgüsü akla geleceğinden bütünlükten uzak bir çok parçalılık hali arzediyor gibi ama aslında yazar karakterin zihnini ve kalbini milyon parça, milyon anektod, milyon olay kesiti, milyon hal ve durum ile inşa ediyor.

Bir romantik ifade arzedeyim bu vesileyle, o zamanlar kendim için de söylenmesini çok arzu ettiğim ama kimsenin benim için söylemediği, yıllar geçince de epeyce romantik olduğu için söylenmesini istemeyeceğim bir hâl alan, ama şimdi Akyürek için söylemekten çekinmeyeceğim o ifadeyi yani; keskin bir zeka, küskün bir yürek. Bülent Akyürek okuduğumda derinden hissettiğim şey bu. Bana etkisine gelince, anlam giriftse biçim de girifttir ve artık bunu biliyoruz. Aklım başımda değildi, bu yüzden aklı başında imiş gibi konuşmak harcım değildi, bunun bir eksiklik olmadığını, belki bir farklılık olabileceğini farketmek diyeyim mevzubahis kitabın bana yaptığına. Duvara on bin damla boya fırlatmak, ama bu damlaların hepsinin bir şekilde bir düzen içinde birbirleriyle bağlı olduğunu birilerinin anlayacağına duyulan güvenle, kimse anlamasa da ben biliyorum ya dedirten bir güvenle yazmaya başlamak, bir dönüm noktasıydı. Bir şeyleri insanın içinden geldiği gibi ifade etmesine yarayacak yeni bir biçim, yeni bir üslup bulmak gibi.

(Şimdi mesela, genç yazarlara yaklaşımım bu şekilde, kendi lisanını değil, iyi olduğunu düşündüğü başka bir lisanı konuşmaya çalışan genç yazarlara diyorum ki, çığlık at, sonra döner, sesin sivri uçlarını temizlersin, köşelerini yumuşatırsın, yavaş yavaş sesini bulursun ama Allah aşkına önce o çığlığı at, merak etme, ben duyacağım.)

Yukarıdaki alıntıya dönersek şimdi: Okuduğumuz bir metinde kendimizi görürüz. Hayranlığımız bundandır. (Eğlendiren, sürükleyici, macera içeren hikâyelerden filan bahsetmiyorum. Örnekler çoğaltılabilir elbet. İçimize dokunan şeylerden bahsediyorum. İçimize dokunduysa bizdendir demek istiyorum.)

Alıntıladığım parçadaki çirkinlik misal. Bu, salt bir fiziksel iticilik hali değil, çok şükür gençliğim süresince öyle bir şey yaşadım diyemem. Bu, dış, iç, kalp, beyin, hissiyat, fikir, hepsi bir araya geldiğinde oluşan bir çirkinlik, ki aslında çirkinlik de değil. Abukluk, tuhaflık, gariplik, acayiplik. İdeallerden bahsedilirken, söz sana gelmez. Gelirse tuhaf şeyler söylersin, çünkü tuhaf şeyler söylemezsin, doğal şeyler söylersin, çünkü düşünme biçimin “öyle” ise söyleyişin de “öyle” olur ama diğerlerine tuhaf gelir sözlerin. Bu bir çirkinliktir. Öyle zannettirirler. Sorumluluklar, eğitim, dünya, hayat, ölüm, şiir, sinema, bilardo, futbol, giyim kuşam, moda, elektirikli su ısıtıcısı, tren garları, vapurlar, simit ve ayran, duvar yazıları ve sloganlar, demir ve tezek, bilgisayar ve kerpiç dam, hayat çok güzel birşeydir Bülent abi, o hâlde bu göğsüme ne kattın, konuştukça ve düşündükçe çirkinleşeceksin, hayranın da yok, şimdi ünlü gibiyim bak, saçmaladıkça “Oooovvvv çok acayip kafa yavhu,” diyorlar.Oysa hep aynı şeylerden bahsediyorum, bin yıldır, on bin yıldır aynı şeylerden bahsediyorum Bülent abi, eğreti bakıyorlardır bana, masalarından uzaklaşırken arkamdan, müstehzi “Bu da işte...” diyorlardır, hiç duymadım ama hep bildim, “Bu da işte” ama sen dedin ki;

Bay kürek!

Beni anlamaya başladığınızda ciğerimin vakti bitmiş olacak ve o zaman, şimdi kıçınızla güldüğünüz laflarımı gelecek olan güzel neslin surlarına dikmek için birbirinizle yarışacaksınız...

ve seni duydum ama onları duymadan bildim “Bu da işte” ne kadar aynı şeylerden bahsediyoruz ve ne kadar duyulmuyoruz bak, o halde keskin yanlarımızı bileyleyip şöyle derinden bir kucaklaşalım seninle, ki kesiklerimiz artsın ve kesiklerimiz kaynaşsın ki kan değil mi seni bana çeken, beni benden alan, ama bildim, tıpkı yağmurun sesini hiç duymadığım hep bildiğim gibi, tıpkı bir avuç kar alıp yerden yüzüme sürdüğümde hissetmediğim ama bildiğimi hissettiğim gibi, kelimeler diyorum, kelimeler nasıl bu kadar çok anlama gelebiliyor Bülent abi? Cevap verme rica ediyorum, cevabını biliyorum.

(Afedersiniz, bir zamanlar okul kantininde söylemekten korktuğum için söyleyemeyip -ne olduğundan değil, bu şekilde olduğundan söylemekten korktuğum için söyleyemeyip,- defterime kazıdığım şeyler geldi aklıma da, saçmaladım biraz. Ama bunu bile beğenen çıkar. Ama geç kaldılar. Çünkü çoktan öğrendim ben; Cinnetim Cennetimdir.)

  • NOT; Birinci italik Cinnetim Cennetimdir’den, ikinci italik Süleyman Çobanoğlu şiirinden, üçüncü italik Cinnetim Cennetimdir’dendir.