Bülent Ayyıldız Öyküsünde Şizofreni İzleği

GÜLHAN TUBA ÇELİK
Abone Ol

Biz bu yazımızda Bülent Ayyıldız’ın ilk öykü kitabı Durun Yanlış Anladınız’daki “Mevsimler”, “Nokta”, “Zaman Seyyahı” ve “Şaman” öyküleri ile 2015 yılında Ümraniye Belediyesi Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülü aldığı “Zihgir”deki şizofreni izleğini irdeleyeceğiz.

Aydınlanma düşünürleri aklın insanları hayvanlardan ayırt eden yeti olduğunu ileri sürerken, delilik hâlâ uygarlık içinde yer alır. Sanatçılar, oyun yazarları, romancılar, besteciler, ilahiyatçılar, hekimler ve bilginler için temel bir ilgi konusu olan delilik; uygarlığın dışında değil onun kalıcı bir parçasıdır. Hem ürkütür hem büyüler. Akıl ve akılsızlık arasındaki sınırların değişken ve belirsiz, çekişmeli ve tartışmalı olduğu günümüzde de delilik çeşitli yönleriyle sanatçıları kendine çekmeye devam eder. Antik çağda daha çok kutsal olana saygısızlık sonucu ortaya çıkan bir ceza olarak algılanan, ruhsal acıların dayandırıldığı ilahî kökenden şüphe edilmeyen delilik; 6.yy ve devamında Hristiyan dünyasındaki “aziz kemikleri” çılgınlığı ile tedavi edilen hastalıklardan biri olacaktır.

Ortaçağ boyunca çok sayıda deli bu kemiklerin olduğu türbelerde, kemik suyu-tozu mucizeleri ile şifa arar. Dante’nin İlahi Komedya’sında bile Ortaçağ okurunun karşısına ilahi ceza olarak çıkarılan şey deliliktir. Batıdaki İspanyol ordularının karşılaştığı İslam hastaneleri, zamanla Batı Avrupa’da ortaya çıkar ve bir süre sonra dinsel kimliklerini üzerinden atıp tıbbî bir hüviyete kavuşur. Fakat doktorları aşan olaylar hâlâ ruhbanlara havale edilmektedir. Erken modern çağdaki cadı avı ise deliliğin zirvelerinden biri olarak tarihe geçer. 16. ve 17.yy’da dikkat çekici olaylardan biri de melankoliye dönük entelektüel moda olur. Shakespeare’in trajedi ve komedilerinde çok yoğun bir şekilde işlenen delilik, başka yazarlar ve halk tarafından inanılmaz bir rağbet görür.

Rönesans Floransa’sında ortaya çıkan ve Yunan tiyatrosunu canlandırmaya dair bir çabayı yansıttığı kabul edilen operanın da deliliğin büyüsüne kapılması zor olmamıştır. 18.yy’da İngilizlerin “meczup erbaplığı” olarak andığı meslek gayriresmî bir tımarhane şebekesini de ortaya çıkarır. Çünkü ücretli çalışmanın ortaya çıkışı, şehirlere yerleşme, işyerinin ikamet yerinden ayrılması, deliliği kamunun sırtına yükleyecektir. Hastane duvarlarından uzak olan Fransızlar kara romanı (roman noir), Almanlar da korku romanını (schauerroman) yaratıp delilik temasını işlerler. 19.yy ortalarının toplumu büyük kapatılmadan razıdır ve insanlığın elde ettiği zaferin sembolleri sayılan akıl hastaneleri ile gurur duymaktadır.

19. yy’da hastalıkların türlere ayrılması ve tümevarım yöntemi ile ortaya konan tasnifler süreci biraz daha karmaşık hale getirir. İyileşemeyen hastalara erken bunama teşhisi konulması an meselesidir. İsviçreli psikiyatr Eugen Bleuler’in 1910’da kelime anlamı “zihnin yarılması” olan şizofreni terimini ortaya atmasıyla “erken bunama”ya gerek kalmaz. Tutarsızlık, tedirginlik, başkalarıyla ilişki kurma güçlüğü, hezeyanlara ve sanrılara varacak kadar bozulan düşünme süreçleri, zamanla fena halde çorak bir evrene gerileyiş; şizofreninin ilk izlekleridir1.

Şizofreni’nin en önemli ve bariz özelliği kişiliği oluşturan elementlerde ve kişiliğin bütününde görülen düzensizlik ve parçalanmadır. Senelerden beri akıl hastanesinde bitkisel bir hayat geçiren hasta da, toplum içinde mesleğini normal bir şekilde yerine getiren hasta da şizofren olabilmektedir. Şizofreninin yayıldığı bu geniş cephe ve çeşitlilik bu hastalığı zor ve benzersiz kılmaktadır. Şizofreni tıbbın en karanlık ve müphem mevzularındandır. Şahsiyetin parçalanması, halüsinasyonlar, enerjilerini iç âleme çevirmiş, yalnızlıktan hoşlanan, orijinal ve garip davranışları olan, realite ile hiçbir ilgisi olmayan âlemlere giren; isteksizlik, durgunluk, heyecansızlık, ilgisizlik yönleri ile dikkat çeken şizofrenler klasik standardın uzağında, kendi arzu ettiği bir konu üzerinde bütün hayatları müddetince çalışabilen bir yapıya da sahiptir. İçe kapanmaları zaman zaman kendilerine dair ilgilerinin yıkılması aşamasına bile gelebilir. Birbirine zıt haller, anlamsız konuşmalar görülür. Üzüntü ve neşe bozuklukları yaşanır.

Biz bu yazımızda Bülent Ayyıldız’ın ilk öykü kitabı Durun Yanlış Anladınız’daki “Mevsimler”, “Nokta”, “Zaman Seyyahı” ve “Şaman” öyküleri ile 2015 yılında Ümraniye Belediyesi Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülü aldığı “Zihgir”deki şizofreni izleğini irdeleyeceğiz.

Parçalı Kimlik: Mevsimler

Şizofreninin en bariz özelliği benliğin parçalanmasıdır. Kişi kendiyle çelişkiler içindedir ve ego yıkımı gerçekleşmiştir. Şizofreni hastalarının bir özelliği olan, cümle içinde alakasız kelimeler kullanma hatta cümlenin cümleye değil bir kelime salatasına benzemesi ön plandadır. Şizofreni durumunun üç ayrı ben tarafından yaşandığı “Mevsimler” bu özellikleri bünyesinde barındırır.

“Mevsimler”de “doktor, genç adam ve gazi” kahramanlarının yer aldığı bir ortam vardır. İlk cümlelerde verildiği kadarıyla gazinin bir rahatsızlığı vardır ve doktordan istediği, ne gerekiyorsa yapmasıdır. Doktor tedavi için çoktan hazırdır. Tedaviyi isteyip istemediğini genç adama da sorar fakat genç adam tedavi konusunda umursamazdır. İçerideki hastaların tek yapması gereken sehpanın üzerindeki ahşap kutuyu açmak ve yeterince bakmaktır. Kutunun içinde ne olduğu, fonksiyonu, bilimkurgusal ayrıntılar barındırıp barındırmadığı ise belirtilmez. “Odada sadece bir kanepe vardı. Gaziyle genç adam aynı yerde oturuyordu.” cümlesinden kişilerin aslında aynı kişi olabileceğine dair ipuçları yakalarız. Mekân bir oda olmasına rağmen içeride yaşananlar net değildir. Henüz farkına varamadığımız bir belirsizlik bizi rahatsız eder.

Öykü boyunca camın önünde dikilen kişi doktordur. Pencereye vuran kar tanelerini izler. Gazinin camda gördüğü ise portakal rengi bir güneştir. Genç adam içinse pencereye vuran damlalar ve gök gürültüsü vardır. Kişilerin gördüklerinin farklı olması bize şizofreniyi verir. Aslında ortada tek kişi ve onun parçalanmış zihni vardır. Bu zihnin bir yanı iyileştirmek için gayret gösteren, bir yanı iyileşmeyi isteyen, bir yanı da iyileşmeyi umursamayan bir çizgidedir. Zaman zaman kutuya doğru bakıp kutuyu kısa süreli açtıklarında gösterdikleri tepki de değişkendir. Gazi kutuyu açtığında donuk bir şaşkınlık duyar fakat genç adam açtığında gülesi gelir. Öyküde bu parçalanmanın psikolojik altyapısı açıkça verilmez fakat “Acaba?” diye sorduran bir savaş vardır ortada.

“Gazi sırtüstü yere yattı. Bir patlama oldu. ‘Pusu... Geldiler, yere yatın.’ Makineli tüfek sesleri. Boydan boya ıslandı cılız derenin ortasında. Başını kaldıramıyordu. Gecenin ortasında vızıldayarak suya gömülen ışıklar vardı sadece. Hafif bir şıngırtı. Tüfeği kucağında. Karaltı gibi uzanan dağların ortasında. Telsizleri kapatın. Kaç saat bekledi? Gökyüzünü kim böyle seyretti. Doktor yardım et. Genç adam ayağa kalktı. Topallıyordu. Ölme gazi. Doktor bir şey yap.” satırlarında bu parçalanmanın toplumsal kökenine dair izler görmemiz mümkündür. Bu satırlar aynı zamanda şizofreni hastasının kelimeleri karıştırma, yerli yerinde kullanmama, mantıksal tutarsızlık durumunu da verir. Kolektif bir savaşın benlik algısı üzerinde yaptığı baskı parçalanmayı kaçınılmaz hale getirmiş olabilir.

Gizlenen Kimlik: Nokta

Şizofreni hastası sağlam ve rahat temas kuramaz, kimseye hakiki manada yaklaşamaz, kimseye gerçek bir his besleyemez. Ağır bir strese maruz kalmadıkları sürece kendilerini yıllarca gizleyebilirler. Basit günlük konuşmalarda bile bir tehdit ve istihza sezerler. Çabuk kırıldıkları için samimiyetten kaçınırlar. Etrafındakileri gerçekten sevmedikleri için, gerçekten sevildiklerine de inanamazlar. Herkesi kendilerinden uzak tutmaya çalışıp araya mesafe koyarlar.

Gizlenen, parçalanmış, mesafeli kimliği açıkça görebildiğimiz bir başka öykü “Nokta”dır. Öykü “Konstantiniye şehrinin Fatih Sultan Mehmet Han tarafından fethedilmesinin onuncu senesinde...” diye başlar ve girişinden de anlaşılacağı üzere bir dönem hikâyesidir. Neyzenlik yapan, yazılar yazan, tezhiple ilgilenen üstad masasında ölü bulunmuştur ve cesedi bulan çırağı Üslubî bu cinayeti çözmeye çalışmaktadır. Üslubî hurufîlik ilmine vakıftır ve bu ilmi üstadından öğrenmiştir. Cesedin başında bulduğu yazıyı ebced hesabına göre inceler, simalara bakar, mushaftan tefe’ül açar, kan gölünde balık suretinde harfler gördüğü rüyalara dalar fakat üç yıl boyunca katili bulamamıştır. Üslubî’nin cesedin başında bulduğu kâğıt ebced hesabına göre bir günü işaret etmiştir ve o gün gelmiştir.

“Üslubî cinayetin işlendiği kerpiç evi gördü. Biraz soluklandı. Her şeyin başladığı yerdi burası. Katilin bugün buraya geleceğini biliyordu. ‘Suret’ kelimesine ince bir çizgiyle birleştirilmiş ra vardı yalnızca. Ra kesici aletti. ‘Suret’ ise katil. Ebcedi 696. Zahir ve batın harfleri toplamı, iki nokta ve eczasındaki on harfle 670 yapar. Ra eklenirse 870. Ra aynı zamanda rebî-ül ahiri işaret eder. Katil cinayet mahalline dönecekti. Yine hilalin şeklini işaret eden harflerden 29. gün geleceğini hesaplamıştı.” Evin kapısında Üslubî’ye “Alef!” diye seslenir biri. “Sırrı öğrendin mi?” diye sorar. Bu ses Yesirah Usta’nındır. Başka biri de “Sen noktayı küçümsedin.” der. Bu ses de üstadındır. Süren diyaloglarda İbranîce’nin 22 harfinden bir yere varılamayacağını düşünen, yaradılışın sırrını Allah’ın harflerinde, 32’de aramaya gelen Üslubî’nin; Yahudiliğini, Alef kimliğini gizlediğini görürüz. Fakat üç yıl boyunca, yüzünü ihtiyarlatan hırsı yüzünden aynadaki katili bile tanıyamamıştır.

Dinî ve etnik kimliğini gizleyerek sırra vakıf olmak isteyen Alef aslında ilim peşindeki Üslubî’yken, Üslubî de hırslı, kıskanç bir Alef’tir. “Üstadım beni hiç anlayamadı. Üstadımla bir Lamelif gibi olmak istedim. Lam ve Elif bir araya geldiklerinde birbirine doğru eğilirler. Muhabbet ve ilgi bunu gerektirir.” diyen Üslubî kimliğini sırra kadar gizleyememiştir. Süregelen ikili yaşam, sevgi konusunda bir tutarlığın ve inancın olmaması, güven problemi, ilk benliğin-Yahudiliğin zamanla baskın çıkarak ikincil kimliğin önüne geçmesi, çifte kimlik içinde barınma şizofreninin özelliklerini hatırlatır.

Dönüşen Kimlik: Şaman

Şizofrenide kişilik ego oluşumunun ilk kademesine kadar yıkılır. İd-serbest bilinç ortaya çıkar. Egonun sentezleyici ve realitenin süzgecinden geçiren fonksiyonları kaybolunca saçma, manasız, tuhaf duyuş ve düşünüşler ortaya çıkar. Etrafa karşı ilgisizlik ve bundan mülhem hissedilen bir ıstırap vardır. Hastanın vücut imajı hissi de bozulur. Vücudunun bir bölümüne aşırı anlamlar yükleyebilir. Etrafındaki dünyanın kendisi için daha iyi olmadığını anlayan hasta duyduğu şiddetli anksiyete karşısında son çare olarak etrafıyla bütün ilişkisini keser ve kendi dünyasında yaşmaya başlar.

“Şaman”da da evinde yalnız yaşayan bir kahraman vardır. Öykü sol elinin parmak uçlarında görülen bir hissizleşmeyle başlar. Bu hissizleşme hafif bir şey değildir ve öyküden anlaşıldığı kadarıyla “Yabancı El Sendromu”na çok yakın belirtiler çizer. Elinin yabancılaşmasına dayanamayan kahraman en azından sargı beziyle bu hissizliği unutmak için kilere gider ve ilk yardım kutusunu aramaya başlar. Vücut algısının bozulması, bir organın varlığı ile öne çıkması şizofreninin özelliğidir. Kullanılmayan eşyaların yoğunluğu, küf kokusu, basıklık hatta yanmayan lamba ile oldukça kaotik bir ortam olan kiler birazdan yaşanacak gerilim dolu atmosferin altyapısını verir. Kahramanımız tabureye çıkar, lambanın temas edip etmediğini kontrol ederken elektrik çarpar.

Yerde bir süre baygın yattıktan sonra gözlerini açar ve gördüğü şey karşısında irkilir. Alnından inen gagası, kafasında yükselen geyik boynuzları, kanada benzeyen kolları, mistik bir tını barındıran sesi, mızıkamsı enstrümanı, yanındaki kopuzu ile şamana benzeyen bir yaratıktır karşısındaki. Burada realitenin kaybolmasını ve halüsinasyonları görürüz. Kafanın ortasındaki ağız açılır ve kahramanı yutar. Böylece dönüşüm için gerekli eşik aşılmıştır. Bu noktada beyindeki parçalanmaya ağızdan/bir çukurdan gitmek dikkat çekicidir. Kahramanımız bir çınarın altında uyandığında yanındaki kopuzla yalnızdır. Şaman görünümlü yaratığın bir yerlerden çıkacağından korkup etrafına bakınır fakat aslında dönüşüm gerçekleşmiştir. Artık şaman, kahramandır ve kahramanın bir suda aksini görene kadar bundan haberi olmayacaktır.

Bilindiği gibi bir başkası olmak ve bundan haberi olmamak da şizofreni belirtisidir. Kopuza baktığında içi onu çalma iştiyakıyla dolar, bir karaca görüp güzelliğinden büyülenir ve peşine düşer. Şaman belirtileri göstermesine rağmen hâlâ şaman olduğunun ayırdında değildir. O, karacayı kovalarken kurtlar da onu kovalar. Bir uçurumun kenarından boşluğa savrulduğunda yere düşmeyi boşuna bekler. İkinci dönüşüm gerçekleşmiş ve kahraman, aslında şaman, şimdi de karaca olmuştur. Şizofreni hastasının kendinin bile haberi olmadığı benlikleri vardır. Kahramanın şamana, şamanın karacaya dönüşmesi bu anlama gelmektedir. Karaca uçar ve peşine düşen şamandan kaçar. Rüya atmosferi içinde verilen ikinci dönüşümde rüyanın sona ermesi için, şamanın kendisini öldürmesine izin vermek ister. Şaman karacayı öldürdüğünde rüya bitmiştir.

Göletteki yansımasında şaman olduğunu fark eden kahraman gittikçe artan bir paniğe kapılır. Panik duygusunun yoğunluğu sonucu bir başkasını ya da kendini öldürmeye çalışmak da şizofreninin özelliğidir. Şamanın kendisini öldürmesine izin vermek ister ve bıçağı kendine saplar. İkinci dönüşümü de yok ettiğinde kilerdeki kendini görür. Kendisi ve kendisi arasında kalan ve dehşete düşen kilerdeki şaman son olarak bıçağı kilerdeki kahramana saplar. Bu sefer ise uyanan olmaz. Öykünün başını hatırlayacak olursak “Yabancı El Sendromu” iki beyin lobu arasındaki bağlantının sorunlu olmasından kaynaklanır ve bu durum bazen insanın kendini öldürmeye çalışması ile bile sonuçlanabilir. Bu öyküde de beyin lobları arasındaki bağlantı onarılamamış; parçalanma, yok olmaya yol açmıştır.

Yarılan Kimlik: Kab-ı Kavseyn

Günlük hayatta şizofreni özelliklerini barındıran üç aşama vardır. Birincisi çocukluk, ikincisi uyku ile uyanıklık arasındaki durum, üçüncüsü madde kullanımıdır. Halüsinasyonlar, telkine müsait olma hali, regresyon bu üç durumun şizofreni ile ortak özelliklerindendir.

Kab-ı Kavseyn’de tanışı Uruz’un ihaneti sonucu obası yakılan, karısı öldürülen, oğlu kaçırılan Tayboğa’yı görürüz. Tayboğa, bu olayın müsebbibi Otene’den intikam almak için yola çıkar. Yarası kurtlanır, kafası kavrulur derken Aktigin’in obasını bulur. Orada önce iyileşir, ardından Otene’yle çarpışıp sağ kalan tek yiğit olan Aktigin’den dersler alır. Artık Karangu Çölü’ne doğru yola çıkmaya hazırdır. Yolda Öbkekan adında bir başka bilinç peyda olur. Başka bilinç şizofreni demektir. “Yalnızlığın ve kinin karanlığında Öbkekan çıkageldi. Tayboğa nereden geldiğini, nereye gittiğini sormadı. Tayboğa ne kadar suskunsa Öbkekan o kadar gevezeydi.”Bülent Ayyıldız hikâyesinde adet olduğu üzere bu öyküde de bir savaşın, baskının, tehdidin karşısında çoklu kimlik-yarılma-dağılma başlamaktadır. Bu kısımda da öfke-beni Tayboğa’yı yoldan saptırmak için konuşup durur.

Tayboğa’nın intikam arzusuna karşı Öbkekan’ın tam tersi yönündeki konuşmaları, onu yolundan vazgeçirmeye çalışması şizofreninin çelişkili düşüncelerini verir. Tayboğa kendine ihanet eden Uruz’la çarpışıp bir çukura sıkıştığında Öbkekan onu terk eder. Çünkü artık bilincin birleşme vakti gelmiştir. Öbkekan aradan çekilecektir. Çukurun içinde “Kab-ı Kavseyn!” diye fısıldar Tayboğa. Ve elindeki kavisli oku yukarı, Otene’ye doğru atar. Kab-ı Kavseyn iki kaş ortası -iki yay ortası- demektir. Bu terim aklımıza Tibet kültürünü ve “üçüncü göz”ü de getirir. Aynı zamanda Kab-ı Kavseyn Arap geleneğine göre barış yapan kabile reislerinin yaylarını çıkarıp üst üste getirmesi halidir. Böylece çember tamamlanır. Kab-ı Kavseyn bir de Cebrail ve Peygamber arasındaki yakınlaşma için kullanılır.

Hangi anlamı akla gelecek olursa olsun bu terim bir birleşmeyi temsil eder. Yarılan bilinç artık düzelmiştir. Öyküdeki “Yayını dost değil düşman bellemişsin. Kabzasından tuttuğun yay yarenin olsun.” veya “İki yay bir dairedir. İkilik ancak sonsuzda bir olur.” cümleleri de bu minval üzeredir. Sır çözüldüğünde, gereken yapıldığında bilinç birleşecek, Otene yenilecek ve Tayboğa oğlunu alıp obasına dönecektir. Bu öykü şizofren kimliğin birleştiği tek öykü olarak önemlidir.

Dağılan Kimlik: Zihgir

2015 yılında Ümraniye Belediyesi Öykü Yarışması’nda ikincilik ödülü alan “Zihgir” bir savaş sahnesi ile başlar. Atlar koşuşur, oklar havada uçuşur. İskender adlı kahramanı o sahnede gâvurlara karşı savaşırken görürüz ve çizilen atmosferden Türklüğüne, Müslümanlığına karşı bir şüphe duymayız. Fakat yine de ters giden bir şeyler vardır. İskender atı Kaf’a, Müslümanların yanında Kaf diyememekte çünkü kutsal harfin onları inciteceğini düşünmektedir. Oysa atına kafası Kaf’ın noktalarına, yelesi Kaf’ın kuyruğuna benzediği için o adı vermiştir. Kitabın birkaç öyküsünde yer alan Hurufîlik izleği de vardır burada. “Onunla yer, onunla uyur, onunla oynardı ve onu en sevdiği harfle çağırırdı.” cümlesinden insanlarla kurulamayan sıcak ilişkilerin, şizofren hastanın mesafesinin hayvana yönlendirildiğini görürüz.

Öyküde ok talimi üzerine ayrıntılı bilgiler mevcuttur ve arka plandaki düşüncelerinden anladığımız kadarıyla bir şeyhi-üstadı vardır ve eğitimlerini hep o yaptırmıştır. İskender’in şeyhini düşündüğü sahnelerde ona karşı bir düşmanlık da sezinleriz çünkü ondan destur almadığında atışının yok sayılması, menzil bozmak istemesine rağmen ondan izin alamaması, savaşa yollanması gibi noktalar İskender’i rahatsız etmektedir. Atı vurulup düşmanlar üstüne geldiğinde bir çukura düşer. Orada çok uzak bir dünyayı hatırlar. “Oğlum korkma sen ileride çok yiğit bir asker olacaksın. Seni götürmeye geldiler.” cümlesi, anılardan çıkıp gelir. Burada ilk şoku yaşar ve İskender’in devşirme olabileceğini anlarız. Böylece üstadına karşı olan kızgınlığı ve gitme arzusu da açıklığa kavuşur. Düşüncelerine devam eden İskender çok çok geride ve uzak bir ülkede kalan çocukluğunu hatırlamaya devam eder. Her şey belli belirsiz ve kesik kesiktir.

Tütün yeşili bir çift göz, Değirmenci Stefonov, ondan öğrendiği ok talimleri, Stefonov’un icadı kavisli oklar gelip geçer zihninden. Çukurda muskasını kontrol eder. Muskasında zihgir ve emanet vardır, esas vatanına gidip emaneti Sütçü Vojsava’ya teslim etmesi gerekmektedir. Çukurun başında kendini öldürmek için bekleyen gâvurları hilalî oklarla haklar. Hilalî oklar aslında Değirmenci Stefonov’un Türklerden korunmak için icat ettiği kavisli oklardır ve İskender bunları geliştirip şeyhine takdim ettiğinde azar işitmiştir. Okların kavisli olması, düşmanı yandan da vurabilmesi şeyhine göre korkaklıktır, gâvur işidir.

Yiğit dediğin yüz yüze çarpışmalıdır. Okların Türklere karşı icat edilmesi, İskender’in onları geliştirip belki de kendi esas kanından olan insanlara doğrultacak olması bile bir kimlik için parçalanmayı gerektirecek bir tehdittir. Doğduğu topraklardan koparılma, sonra onlara karşı savaşma; idiyetsizlik, köksüzlük ve parçalanmayı beraberinde getirecektir. Her zaman, doğduğu topraklara seyahat etmek isteyip de şeyhi tarafından bir türlü gönderilmemek düşmanlığı pekiştirecektir. Emanet teslimi, seferden dönmek, azat edilmek geçer kafasından.

Hilalî oklarıyla gâvurları haklayıp çukurdan çıkacak olduğunda emaneti, çift başlı kartal damgalı yüzüğü bulamaz. Ama muska açılmamıştır zaten ve zihgiri çift başlı kartal damgası ile orada durmaktadır. Aslında başından beri bir emanetin olmaması, gerçek olanın sadece zihgir olması çocukluktan, vatandan, değirmenci Stefonov’dan gelen bir ok sevdasını, tutunmayı, idiyeti verir. Öykü net olarak bitmez. İki anlama birden gelir. Ya oradan çıkıp Osmanlı’ya, ya da kendi vatanına gidecektir. Yorum okura bırakılır. Emanetin en başından beri olmadığını varsayarsak hiçbir zaman gerçek anlamda Osmanlı olmadığını, kendi kanını ve vatanını daima içinde sakladığını, okçuluk başarıları ve sevdasının vatanıyla kurduğu yakınlık ve anılardan dolayı ortaya çıktığını düşünürüz. Emanetin hiç olmaması yahut artık olmaması ise ikili kimlikten çıkıp özüne dönüşü gerçekleştirmek ve kendi evine gitmeye karar vermek olarak görünür. Emanet varsa ve o çukurun içinde kaybolmuşsa dönüş kendi benliğine değil sürdürdüğüne olacaktır. Hikâye sonlarının çoklu yorumlara müsait olma durumu da Bülent Ayyıldız öyküsünün karakteristik özelliklerindendir.

“Mevsimler”deki “yeterince uzun bakılması gereken kutu”, “Nokta”daki Hurufîlik ve harften önce “nokta” olması, “Şaman”da “şamanın alnının ortasındaki ağzın kahramanı yutması”,“Kab-ı Kavseyn” ve “Zihgir’”de içine düşülen toprak; bize hep çukur metaforunu verir. Çukur kimi zaman benliğin parçalanmasına neden olur, kimi zaman da benliği birleştirmenin yoludur. Korunaklı olması, sığınma vaat etmesi, panik duygusunu azaltıp sağlıklı düşünmeyi sağlaması iyileşmeye götürürken; içine düşülen acziyetin derinliğini vermesi yönünden de parçalayıcı olabilmektedir. Ego yıkımına uğramış kahramanlar, benliğin bölünmesi, çoklu kimlikler, başka şahsiyete dönüşme gibi durumlar Bülent Ayyıldız hikâyesinde yoğun olarak gözlenmektedir. Bilinçli olsun ya da olmasın bu kavramların işlenmesi kitaba başka bir derinlik, zenginlik ve renk katmıştır. Uygarlık tarihi boyunca çok özel bir yeri olan delilik hâlâ çoğumuzun ilgisini çekmeye devam etmektedir.

  • 1 Uygarlık ve Delilik, Andrew Scull (çev: Nurettin Elhüseyni), YKY, 2016