Âdem'i çağırmak

ÖMER ÇELİK
Abone Ol

Çaycıya "Âdem'e bir mektup yazsam iletir misin?" dedim. Seve seve kabul etti. İçime sinmiyor yazdıklarım. Âdem'e yakışacak bir mektup olmalı bu. Gösterişten, ikiyüzlülükten, içi boş laflardan uzak. Yırtıyorum önümdeki müsveddeyi. Tertemiz bir kâğıt çıkarıyorum, ne yazacaksam tek seferde yazacağım. Dokunmayacağım tek kelimesine bile.

Ona deli diyorlar. Dükkânımın canına okutmasını, karıştığı onlarca vukuatı -sonuncuya ayrı bir önem vererek- , anlam veremedikleri davranışlarını birbirlerine anımsatarak sözde kuvvetlendiriyorlar bu kanılarını. Fakat biliyorum ki bu asla doğru değil. "Ben kırılıp küstüğüm insanlara mektup yazarım sadece, hatırlarsın. Bir gün sana mektup yazacağımı hiç düşünmemiştim. Seninle yaşarken öğrendim ki dengime küsermişim ben, gönül koymalarım benden bile gizlenen bir kibre tabiymiş. Onun izin verdiklerine yazarmışım soylu mektuplarımı. Kurbanın gözlerine son bakış, sevgiliye son öpücük, geri dönüşsüz vedadan önceki son gözyaşı saydığım..." Çok mu ağır, edebi oldu? Kendim hakkında fazlaca kötü yargı var bir de. Bunlar ne kadar doğru hem? Neyse, bu müsvedde zaten. Düşündüklerime üzülüyorum ama engel olamıyorum. Kaç zamandır tanıdığım, birlikte çalıştığım insana, herhangi bir kısmını çeşitli sebeplerle silmeden, değiştirmeden bir mektup yazabilecek kadar cesur, açık yürekli değilim demek ki. Göndermeyeceğim mektupları bile müsveddesiz yazamam ben. Eskiden bunu titiz, tertipli olmama yorardım.

Bu yaşta kafa karışıklığı hayra alamet değil. İşimize bakalım. Keşke bu çocuğu benim için günün bittiği, karanlığın çöktüğü bir devirde tanımasaydım. "Allah'ım! Unutuyorum! Yalvarırım yardım et! Unutuyorum!" diye ellerini dua edercesine açmış, gözlerini semaya dikmiş, gözyaşları uzun ve elbiseleriyle yarışırcasına kirli sakallarını ıslatan meczup sağ ayağını sürüyerek geçiyordu yanımdan o gün. Yanımdan demem yanlış olur, midemi kaldıran kokusunu birkaç adım öteden duyunca dükkâna sığınmıştım alelacele. Yıllardır ara sıra buradan geçtiğinden, artık denk gelince işim yoksa göz ucuyla izlediğim basit bir dizi kadar bilindikti benim için bu adam. Kitapların tozunu almaya niyetlendiğimden ardından bakmadım. Nereden başlasam diye düşünürken birden kopan bağırış çağırışla dağıldı dikkatim. Merakla kapıya yanaştım ama çıkmadım dışarı. Anlamaya çalıştım ne olduğunu, bir tilki kadar sinsice...

Çarşı esnafından olmayan üç kişi bir genci dövüyordu. Dövüyordu desem de gencin teslim olduğu yoktu. Amansızca gelen tekmelere, yumruklara aldırmaksızın atılıyordu üstlerine tekrar tekrar. Üçü de yarmadan hallice olan adamlar zor baş ediyorlardı diğeriyle. "Dükkâna ilk geldiğin ânı hatırlıyorum şu an. Daha doğrusu seni getirdikleri... Kaşın yarılmış, dudağın patlamış, sağ gözün mosmor... Üstün başın zaten darmadağın. Esnafın seni zorla çekip çıkardığı o cehenneme dönmek istiyordun inatla. "Yüzüne karşı küfür ettiler o eli öpülesi adamın!" diyordun soluk soluğa. "Bırakın, ödeteyim yaptıklarının bedelini. Öylece çekip gitmemeliler." Yazdıktan hemen sonra siliyorum bu paragrafı. Hatıra mı yazıyorsun, nedir bu şimdi? Ayrıca çocuğun dayak yediği andan niye başlatıyorsun mektubu? Amacın ne? Önceki paragraf da bununla aynı akıbeti paylaşıyor. Sayfa, üstü çizili satırlarla doluyor.

"Hatırlar mısın, bir gün mektup yazarken dikilmiştin başıma. Yazdıklarıma hayran hayran bakıyordun. Çok beğenmiştin el yazımı. Sonra benden, sana imza atmayı öğretmemi istemiştin. Derli toplu bir şey olsa yeterdi. Sen bazen isminin baş harflerini, bazen de aklına eseni karalıyordun kâğıda." Olmadı, beyaz adam ada sakinine medeniyet öğretiyor sanki. Ekle bari tüm aklından geçenleri, eksik kalmasın. Okumanın kötü olduğunu bildiğimden bakıp durmanı umursamamıştım. El yazımı sökemeyeceğinden adım gibi emindim. Yazmayı bitirip mektubu sahibinin adını daha önce üstüne yazdığım gösterişli zarfa koyunca, yardımcı olma hevesiyle "İstersen ben götüreyim postaneye amca." demiştin. "Amca deme oğlum, dilin alışsın; efendim de, sizli konuş." diye karşılık vermiştim. "Yalnızken neyse de müşterilerin yanında da amca dersen, sen dersen hoş olmaz." Gerçekten böyle demiştim. Nasıl saklayayım ki? Yıllardır yanımda çalışanlardan hep bunu isterim. Emrederim hatta bir nevi ama öyle güzel yaparım ki bunu, emir değil de mecburiyetten doğan rica oluverir "efendim" hitabına, size geçiş.

Bundaki maharetimi de babama borçluyum; bana bu sahafla birlikte tonla yararlı (!) yetenek de bıraktı. Sildim bu girişi de. Meseleyi bir şekilde ona verdiğim deftere, bundan ötürü suçluluk duyduğuma getirmem lazım ama nasıl? Sahiplerinden gayrısı için kitaplar çoğu evde fazlalıktır. Mutlu bir azınlık sevdirebilir kitaplarını eşine, çocuklarına. Bu azınlık dışındakilerin kitapları, sahiplerinin ölümüyle biraz şanslılarsa ailenin kendilerini layıkıyla sevecek yakınlarına verilir; şanssızlarsa sahaf tezgâhlarını, tavan aralarını ya da çöpü boylar. Geride kalanlar talihsiz yavrucaklara karşı öyle umursamazlardır ki, bu kimsesizlerin yüzlerine bile bakmazlar. Bir çuvala tıkıştırıverirler hepsini. Araya günlükler, not defterleri, fotoğraf albümleri karışır. Bizde de pek ederi olmaz bunların ama ayağımıza gelen kısmeti sokağa atmayız, bir kenara koyarız.

İşte Âdem'in başını belaya sokan ve kendimi suçlu hissetmeme neden olan olayın sebebi, imzasını atmak, sonra da pratik yapsın diye eline vermek amacıyla, para etmeyenler arasından birkaç boş sayfası nedeniyle seçtiğim bir defterdi. "Ayrıca sağ ol ama bu mektubu sahibine göndermeyeceğim. Bu sandıkta, diğerlerinin yanında saklayacağım yaşadığım müddetçe. Ben sadece bir daha görüşmeyeceğim kişilere mektup yazarım." "Küstün mü ona amca?" Yine amca demesine yüzümü buruştururken, kafamı öne arkaya sallayarak cevapladım sorusunu. İşimiz vardı, belli ki nasıl davranması gerektiğini zor öğrenecekti. Anahtarı bende duran, masamın yanındaki eski sandığı açtım; mektupla doluydu. Müsait bir zamanda düzenlemeliydim bunları. Sandıktaki mektup yığınını görünce gözleri parladı. "Amca, ne kadar çok insanla küsmüşsün!" diye hayret etti ağız dolusu. Şaşkınlığa düşen masum çocukları hatırladım. "Sen ki bunca kitap sahibi adamsın. Yazık ediyorsun kendine." İçimdeki bir yere saplandı sanki bu sözleri.

Mektup alışkanlığımı bilen, şu an çoğuyla görüşmediğim dostlarım hep bu asaletli tavrımdan dem vururlardı. "Bu ne incelik; Goethe, Stendhal şapka çıkarırdı sana." demişti hatta biri. Hoşuma gitmedi çırağımın sözleri, kızdım aslında ama babamdan öğrendiğim, yanında çalışanlarla yüz göz olmamalı düsturunca resmiyetimi bozmadan "İşine bak evladım." dedim ayağa kalkıp defter yığınının yanına giderken. "Madem çok istiyorsun, basit bir imza uydurayım sana." Başta esnafın zoruyla işe almıştım Âdem'i. Çevredekiler, askerliğini yeni yapmış bu delikanlının anlattıklarından, kendilerinin çoktan kaybettikleri saflığından çok etkilenmişlerdi. Annesi kısa süre önce vefat etmişti. Babasını hatırlamıyordu bile. Köyde kimi kimsesi, malı mülkü de olmayınca, oralarda öksüz yetim yaşamak zor gelmişti. Vurmuştu kendini şehre. Hamallık, amelelik gibi günlük işlerde çalışıyor; parası olursa derme çatma yerlerde, olmazsa parklarda yatıyordu. Kaç zamandır ben yokken dükkâna bakacak birini arıyordum ama vereceğim maaşı kabul etmiyordu kimse. Bunu esnaf da biliyordu. Biraz onlar ısrar etti, biraz benim işime geldi, biraz da çocuk güvenilir, saf biri gibi göründü gözüme; sonunda kabul ettim.

Âdem zaten dünden razıydı. Geceleri dükkânda kalabileceğini söyledi. Bir kanepem, şöyle böyle mutfağım, tuvaletim vardı. Benim canıma minnet, hırsız korkusundan kurtulurum. Çarşıda kameralar, ortaklaşa tuttuğumuz, geceleri etrafı kolaçan eden bekçi var ama ek tedbir olur. Lakin öncesinde malıma halel getirirse başının belaya gireceğine dair epeyce gözünü korkuttum. Ne demişler?: Testiyi kırmadan önce atmalı taşıyana tokadı. Sonra atsan da kıymeti yok. Bunları hatırlamak hoşuma gitmiyor ama biliyorum ki tek suçlu ben değilim; hayat buraya getirdi beni. Başıma gelenler, karşıma çıkanlar... Masumiyetimi, iyi niyetimi, samimiyetimi koruyamadım, kaybettim lakin bile isteye olmadı bu. Mecbur kaldım, mecbur bırakıldım. Dünya denen bu savaş meydanında yalnızlıktan korkup kitaplara sığındım; kitaplardaki insanları tanıdım, hayattaki insanlara yabancılaştım. "Buradaki herkes seni soruyor. Bana demediler bunu ama anlıyorum ki özleniyorsun. Benim çevremdekilerle pek muhabbetim yoktur, bilirsin. Eskiden dostlarım, arkadaşlarım vardı tabii. İstemediğin kadar. Sonra kimisine emr-i hak vaki oldu, kalanların büyük bir kısmı da benim nezdimde ömr-ü ebediye kavuştu. Hayata dönmeleri için tek fırsat dahi vermedim onlara. Neden küstüğümü bir mektuba yazdım ve onu da kilitledim dipsiz sandığıma. Ortak dostlar aracılığıyla haber gönderdim beni bir daha aramamaları için. İşin garibi, birkaç istisna dışında hiçbiri peşime düşmedi."

Olmuyor, çocuğa yazdığım mektupta oturmuş kendimden bahsediyorum. Kendim dışındakilerin de ne kadar önemli olduğunu bana öğreten çocuğa... Bir de yalan payı var sözlerimde. Âdem'i esnaftan sadece birkaç kişi sordu. Geri kalanlar evsizler, sokak çocukları, dilenciler... Kıt kanaat ancak geçinebileceği maaşını, kendini zor doyuracak yemeğini paylaştığı garibanlar. Baştan nasihat ettim, "Önce kendini kurtar." dedim babamdan öğrendiğim gibi. "Sonra yardım edersin diğerlerine, abartmadan elbette. Hem ne yapsan yetmez bunlara. Elindeki her şeyi senden almaya çalışırlar, versen de doymazlar. Asla yetemezsin. Unutma, insan insanın kurdudur." Çok ikna edici olduğunu düşündüğüm örneklerle bezediğim öğütlerimi ben böyle sonlandırdıkça o hep aynı şekilde karşılık verirdi. "Olur mu hiç amca?" derdi sitemle. "İnsan insanın dostudur." Diğer dükkânlar, başta kucak açtıkları bu delikanlıya, dümen sularına girmedi, hatalarını yüzlerine kırıcı olmasa da lafı dolandırmadan söyledi diye zamanla düşman kesildiler.

Malum, ekmek verdiler ona, istekle köpeklik etmeliydi kapılarında. Düşman kesildiler demek de fazla belki, insan bu zamanda karşısında işinin hakkını veren düşman bile bulamıyor. Soğudular, uzaklaştılar ondan diyeyim. Hepsi böyle diyemem ama çoğunun durumu bu. "Gülizar teyzenin yazısı çok güzelmiş amca. Kitap gibi okunuyor vallahi." Başımı okuduğum dergiden hafifçe kaldırıp gözlüklerimin üstünden baktım. "Gülizar teyze kim?" "Tanımıyor musun amca? Bana verdiğin defterin sahibi." "Nereden tanıyayım oğlum? Hem defteri bizdeyse ölmüştür büyük ihtimalle." Büyük bir üzüntüyle açıldı ağzı. Ayaktaydı, yıkılıverecek sandım. Dediğimi hazmedince defteri sakladığı yerden alıp bir koşu yanıma geldi. Elleri titriyordu, nedenini anlayamadım. "Yemek tariflerini yazdığı bir deftermiş bu. Okumam yavaş olduğundan bitiremedim daha ama o çok iyi bir kadın. Notlar almış yemeklerin yanına. ‘Ali bunu çok sevdi, şunu sevmedi,' diye. Adamın alerjisi olan birkaç meyveyi, sebzeyi not etmiş. Galiba durumları iyi değil. Bazı tariflerin yanına ‘Bütçemize uygun,' yazmış. Hangi mevsimde hangi meyve sebzenin daha ucuz olduğunu listelemiş. Evde elbise dikimine dair gazete parçaları da var defterin içinde. Başka şeyler de var dikkatimi çeken, anlatmakla bitiremem. Çok seviyor evini, kocasını ama büyük bir derde düşmüş kadıncağız."

Meraklandırmıştı beni de deli çocuk. Dergiyi bırakıp sordum: "Neymiş o dert?" Bunu sormamı beklemiyordu sanırım. Heyecanlandığı için düşünmeden konuşmuştu. Çünkü nasıl söyleyeceğini bilemedi baştan. "Amca şimdi nasıl anlatsam..." diye geveledi lafı ağzında. Israrla yüzüne bakınca "Bazı tariflerin yanına ‘Çocuğumuz olunca yaparım, yazmış,'" diye karşılık verdi. "Tariflerin yanına yazılış tarihlerini de not etmiş. Tariflere başlamasından itibaren beş yıl geçmesine rağmen hâlâ aynı şekilde not alıyor. Çocuğu olsa böyle yazmazdı veya onun da adı geçerdi kocasınınki gibi. Değil mi? Hem bunu gittikçe daha seyrek yazıyor. Umudunu kaybediyor." Sustu, bir şey dememi bekliyordu. Artık bayağıdır tanıyordum Âdem'i, insanlığı içime dokunuyordu. Kim olduğunu bildiğimden, dediklerini önemsiyordum; ona bunu gösteremesem de. Taşımakta zorlandığım sessizliği o yüklendi. "Kitapta bir adres yazılı, ‘Taşınacağımız evin adresi,' diye. Amca, diyorum ki ben gideyim bu eve, öpeyim Gülizar teyzenin elini. Beni evladın say, diyeyim. Bir derdi olursa, başı sıkışırsa koşarım imdadına. Tahminime göre kendi de eşi de kocamıştır şimdi. Belki elden ayaktan düşmüşlerdir. Kimi kimseleri yoksa ne yaparlar?"

"Olur mu öyle şey evladım?" dedim gülümsemeye çalışarak. "Bakalım o adresteler mi hâlâ? Hem belki çocukları olmuştur sonradan. Ayrıca bu kadar üzülecek ne var? En azından sevdiği adamla evli. Bende ne hanım var ne çocuk. Benim için oturup ağlaman gerekir o hâlde." Konuyu uzatıp beni kırmaktan korktuğundan başıyla hafifçe tasdikleyip uzaklaştı yanımdan. Ben de üstünde durmadan önümdeki dergiye döndüm. Gözlerime binlerce iğne batıyordu. Burada çalışmaya yeni başladığı dönem, bir sabah dükkânı kapalı buldum. Genelde geldiğimde kapıyı henüz açmış, dükkânın önünü süpürüyor olurdu. Bende de anahtar bulunduğundan, uyuyorsa yakalayıp hafiften azarlayayım diye yavaşça açtım kapıyı. Sessizce gezindim etrafta, hiçbir yerde yoktu. Canım sıkıldı. Bir şeyler çalıp kaçtı mı acaba - hoş ortada öyle büyük değerde bir şey bırakmazdım, evimde saklardım - diye düşünürken girdi içeri. Beni görünce çekindi ilkten, kötü bir iş yaparken yakalanmış gibi. İçim biraz rahatlamıştı, sorgulayıcı patron pozumu takınıp sandalyeme otururken "Neredeydin?" diye sordum. "Parkta." diye yanıtladı ürkekçe. "Sabahın bu saatinde parkta ne işin var evladım?" "Yok, geceden beri parktaydım." Anlam veremediğimi görünce ellerini çaresizce iki yana açarak "Unutuyorum amca." diye inledi.

Gözleri yaşarmıştı. "Gün boyu buradayım ve hatta geceleri. Baştan memnundum; yiyecek ekmeğim, başımı sokacak damım var diye ama sonra fark ettim ki unutuyorum." "Neyi unutuyorsun oğlum, neyi?" diye patladım. Ben, insan, ilim namına kitaplarda ne varsa yalayıp yuttuğunu düşünen, insan sarrafı geçinen ben, anlayamıyordum bir türlü bu çocuğun ne dediğini, garip hassasiyetlerini. "Her şeyi amca, her şeyi." diye karşılık verdi umutsuzca. "Unutuyorum... Unutmamak için hava iyiyse geceleri parklarda yatıyorum." Üstüne varmadım biçare hâlini görünce. Neleri unutuyordun Âdem? Güneşin ümit vaat ederek doğuşunu, gökyüzünün iç açıcı mavisini, insanın muhayyilesini harekete geçiren bulutları, havalanan bir kuşun kanatlarının çıkarttığı sesi, yeni biçilmiş çimen kokusunu... Hepsi bildiğinden farklıydı sanki burada, değil mi? Basit, sönük, geri planda... Yıldızlar bile... Lambalar, tabelalar, araba farları bana onlara bakmayı unutturuyormuş mesela yıllardır. Yeni anladım. Ne mutlu sana ki erken fark ettin bu hastalığı ve unutmayarak yendin onu.

Ben bahsettiklerimi hatırlayamıyorum bile çünkü hiç alıcı gözle bakmadım onlara. Varlıklarını kitaplardan öğrendim ve bunun bana yeteceğini sandım. "Keşke o defteri sana vermeseydim. Seni dünyadan, insanlardan, en azından benim çok iyi tanıdığım cenahtaki insanlardan korumam gerekirdi. Sahafa düşmüş bir defterin sahibinin yakınlarının hayırlı olmayacağını bilirim. Uzun uzun anlatmalıydım sana. Olanlar için suçlama kendini, sen yüreğinin artık çoğumuzda susan bir köşesinden gelen sesi dinledin sadece. Susturduğumuz... Merhamet ettin, el uzatmak istedin." O sabah dükkânı kapalı buldum. "Yine parkta yatmıştır." diye düşündüğümden baştan telaş etmedim. Alışmıştım bu duruma. Çocuğu da sevmiştim tanıdıkça. Çevresindekilere daha çok yardım etsin diye maaşını artırdım, çarşıdaki lokantayla anlaşıp her öğünde istediği birine yemek ısmarlamasını sağladım.

Âdem, kitaplarda gördükçe hayatta var olamayacağına hükmettiğim ve karşıma hiç çıkmadığından mevcudiyetinden umudumu kestiğim insanı hatırlatıyordu bana. Kast ettiğim, gerektiği zaman yanlışın karşısına vücudunu koymaktan çekinmeyen insandı. Yoksa gördükleri yanlışlara üzüldüklerini söyleyip iç geçirmekten başka bir şey yapmayan sürüyle iyi insan tanıyordum. Bayrak taşıyanları da bendim galiba. Birkaç saat sonra, meraklanmaya başlamışken Âdem girdi içeri. Düştü demem daha doğru olur. Yine birilerinden dayak yemişti. Artık alıştığım için pek korkmadım ama bu sefer başka bir hâl vardı üstünde. Hüngür şakır ağlıyordu. Tanıdığım Âdem, canının acısından ağlayacak biri değildi. Ben onu yerden kaldırmaya, ne olduğunu anlamaya çalışırken hıçkırıkları yüzünden sadece "Boşamış, boşamış." dediğini anlayabiliyordum. Tam biraz kendine gelmişti ki zebellah gibi iki adam daldı içeri. Adamları görünce hırsla dikildi ayağa Âdem. Asırlık kan davası güden, hesapları gecikmiş hasımlarcasına girdiler birbirlerine. Ortalık darmaduman oldu. Bereket versin esnaf yetişti, çıkardı hadsizleri dışarı.

Baktım adamlar ayak diretiyorlar çekip gitmemek için, sinirlerim tepeme fırladı yıllar sonra ilk kez. Geçtim önlerine "Haneme tecavüz ettiniz, dükkânımı başıma yıktınız resmen, bir de üste mi çıkacaksınız?" diye kükredim. "Sizin bu kitapların değerinden, bana verdiğiniz zarardan haberiniz yok tabii. Tamam, siz paşa paşa gitmeyin, polis zoruyla göndereyim sizi. Üstüne bir de tazminat davası açarım. Sürünürsünüz mahkemelerde." Üfürmeden ibaret tiradım işe yaramış olacak ki uzatmadılar, defolup gittiler. Esnaf dağılınca baş başa kaldık Âdem'le. Yüzü tanınmaz hâldeydi. Perişandı üstü başı. "Ne oldu? Bu adamlar ne istiyor senden?" diye sordum usulca. Cevap vermedi, yalnızca "Hakkını helal et amca, çok zarar verdim sana." deyip fırladı gitti. Seslendim arkasından ama durmadı. Uzun süre bekledim utancı geçince geri döner diye. Dönmedi. Karakollara, hastanelere mi sordursam derken bir gün bizim çarşının çaycısı çıkageldi. "Âdem'i gördüm amca dün." diye. Bu semtten uzaktaki parklardan birinde karşılaşmışlar. Severlerdi birbirlerini. Çaycı bayağı üstelemiş, sonunda anlattırmış o gün neler olduğunu.

Bizim çocuk bana dediğini yapmış, defterdeki adrese gitmiş o sabah. Kapıyı yaşlı bir adam açmış. Âdem kadını adıyla sorunca adam baştan "Öyle biri yok burada." diye geçiştirmeye çalışmış. Bizimki "Adres burası ama, komşular tanır mı?" diye üsteleyince atmış adamın tepesi. "İlk karımdı, boşadım kardeşim!" diye çıkışmış. Adamın küçük oğlu, kabadayı taifesinden olacak, babasının bağırışını duyunca bir şey var sanmış, içeriden gelip anlamadan dinlemeden Âdem'e okkalısından bir tane yerleştirmiş. Âdem durur mu? Misliyle karşılık vermiş. Biraz boğuşmuşlar, diğeri evine sığınmış madara olacağını anlayıp. Bizim çocuk da ağlaya ağlaya dönmüş geri. Hırsını alamamış öteki. Bizimkinin apartmandan çıktığını görmüş, düşmüş peşine. Yolda, civarda boşta gezen abisini de çağırmış. Sonrası kıyamet...

Çaycıya "Âdem'e bir mektup yazsam iletir misin?" dedim. Seve seve kabul etti. İçime sinmiyor yazdıklarım. Âdem'e yakışacak bir mektup olmalı bu. Gösterişten, ikiyüzlülükten, içi boş laflardan uzak. Yırtıyorum önümdeki müsveddeyi. Tertemiz bir kâğıt çıkarıyorum, ne yazacaksam tek seferde yazacağım. Dokunmayacağım tek kelimesine bile. "Âdem, dükkâna dönersen bir daha kimseye mektup yazmayacağım."