Edebiyatın Doğası

CEMAL ŞAKAR
Abone Ol

Hayat formları edebiyatın beslendiği en önemli referans kaynaklarındandır. Kendisini hayat formlarına göre kurar. Bu bağlamda gelenek, içerik üzerinden sürdürülür; insanlık tarihi kadar kadim konuların her çağda sanatın vazgeçilmez içeriklerinden olması söz konusu bağ nedeniyledir.

Edebiyatın doğası/özü/mahiyeti/hakikati olup olmadığı her zaman önemli sorunlardan biri olagelmiştir. Bu tartışmalarda eşyanın doğası/özü meselesi şablon olarak alınıp edebiyata uyarlanmıştır. Bilindiği gibi eşyanın bir doğası bir de biçimi olduğu şeklinde genel kanı kadim zamanlardan beri kabul görmüştür. ‘Bir şeyi o yapan unsur’ şeklinde tanımlanan doğa, en basit ifade ile ‘o nedir?’ sorusuna aldığımız cevaptır. Eşyanın hüviyetiyse onu diğerlerinden ayıran nitelikleridir ki bu da bize eşyanın kim’liğini verir. Biçimse zarf olarak düşünülebilir, onun da niteliği maddedir.

Bu bağlamda edebiyatın da içerik ve biçimden oluştuğu genel kabuldür. İçerik: tema, anlam, anlatılan şey, mesaj; biçimse: anlatım tarzı, üslup, sözdizimi, ahenk, kelime seçimi, imgeler, edebi sanatlar, dil düzeyleri, cümle yapısı, ritim, bakış açısı, anlatıcı, zaman, mekan, eksiltiler, imla, tipografi… vb. unsurlardan oluşur.

Edebiyatın doğasına/mahiyetine ilişkin bu genel kabul sonucunda iki yaklaşım ortaya çıkmıştır: İçerikçilik ve biçimcilik. Bir de avangart bir yaklaşım olarak anlamsızlık, anlamın eserden dışlanması. Görüleceği üzere iki yaklaşımda da edebiyatın doğası olarak içerik kabul edilmiş ve yaklaşımlar bu kabule göre şekillenmiştir.1 İçeriği savunanlar, biçimin de içeriğe göre şekillendiğini, dolayısıyla eseri, içeriğin belirlediğini söylerken; biçimciler de biçimin içeriği belirlediğini iddia etmişlerdir. Daha çok Marksistler içerikçi bir yaklaşımı benimsemişler ve içeriğin, eserin özyapısını belirlediğini iddia etmişlerdir. Bu yöndeki tartışmalar sanatın halk için olduğu şeklinde ifade edilmiştir. Biçimciliği savunanlar da genellikle liberallerdir ve onlar da biçimin içeriği belirlediğini, sanatın da sanat için olduğunu söylemişlerdir.

Eseri içerik açısından değerlendirdiğimizde gerçekliğin yansıtılmasının ana gövdeyi oluşturduğunu görebiliriz. Bu bağlamda içerik, gerçekliğin yansımasıdır. Bu yansıtmada gerçeklik eserin malzemesini oluşturur. Sanatçı da bu malzemeyi inançlarıyla yorumlayıp onu uygun bir biçimde ifade eder. İşte bu ifade ediş tarzı eseri meydana getirir. Buradan hareketle eser, gerçekliğin sanatçının inanışları etrafında, estetik ilkeler marifetiyle yorumlanıp değerlendirilmesi ve uygun bir biçimle ifade edilmesidir diyebiliriz. Eserin değeri, üzerine oturduğu gerçeklikle ve onun uygun araçlarla ifade edilmesinden ibarettir. Burada biçim, sadece içeriğin ifade edilebileceği bir araç mesabesindedir.

Biçimcilik ise gerçekliğin duyularla algılanıp muhayyilede beliren suretin biçimin araçlarıyla ifade edilmesidir. Eseri meydana getiren esas, biçime dair unsurların belirli bir oran, uyum ve denge içinde yapılandırılmasıdır. Başka bir deyişle eseri meydana getiren unsurların örgütleniş tarzının belirleyici olmasıdır. İçeriçikliğin nesnellik arayışına karşın biçimcilik özneldir; eser, kendi özgül kuralları ve iç mantığına göre kurulur. Bir anlamda eserin amacı yine kendisidir ve değerini de bu kendilikten alır. Bu yüzden biriciklik, özgünlük, yaratıcılık arayışı içindedir. İbret almak, kıssadan hisse çıkartmak, mesaj vermek gibi kaygılardan azadedir; daha çok estetik hazzı hedefler.

Her iki yaklaşım da sonunda içerikle biçimin vazgeçilmez olduğu fikrinde birleşirler. Burada önemli olan kıvamdır; her ikisi de biri birine üstün gelmemelidir. İşte bu dengeyi, oranı kuracak olan estetik ilkelerdir. Estetik ilkeler bütünlüğün, uyumun ve dengenin garantisidir. Bu yaklaşım ortayol arayışından ibarettir. Hem biçimin hem de içeriğin hatırının kalmamasını ister. Bu yüzden genel kabul görür. Bütün ortayolcu çözümler, tarafların uzlaşmasını gözettiği için eleştirilemezdir.

Oysa edebiyatın ne’liğine dikkatli bir şekilde bakıldığında onun doğasının salt biçimden ibaret olduğu görülür.2 Bu öylesine aşikardır ki biz bir eserle karşılaştığımızda bunun sanat eseri olup olmadığına biçimine göre karar veririz. Onun hakkında hiçbir zaman ne anlattığına göre hüküm vermeyiz. Sanatsal formlar, salt biçimden ibarettir. Şöyle de diyebiliriz, sanatsal formların doğası/özü/mahiyeti salt biçimden ibaret olmasıdır. Anlam/içerik ona yapışan araz/ilinektir. Biçim cevherse anlam/içerik ilinektir. Bu bağlamda dilcilerin lafız ve mana ayrı mıdır; ayrıysa hangisi önceliklidir tartışmaları da ön açıcı olabilir. Biçimi öncelemek, aynı zamanda mana karşısında lafzın öncelenmesine denk düşer.3

Sanat/edebiyatın doğası biçimdir dediğimizde biçimin bize kendisini dayattığını da söylemiş oluyoruz. Zira doğa, ‘bir şeyi o şey yapan unsurdur’ demiştik. Dolayısıyla şeyin doğası; onun özniteliği, hakikati, özü olduğu için kendisini dayatır; şey ancak doğasına uygun olarak varlık kazanır. Hal böyle olunca edebi eserde kendisini dayatan içerik değil biçimdir, diyebiliriz. Biçimsiz bir eserden bahsetmek muhaldir. Buna karşın anlamın dışlandığı, anlamsızlığın esas alındığı edebi eserlerden, özellikle şiirden söz etmek mümkündür. Ama önümüzde duran bir şeyin içeriğine bakarak onun eser olup olmadığına karar veremeyiz. Mesela kendisine şunları şunları konu edinenlere eser, edinmeyenlerse çöptür denemeyeceği gibi.4

Biçim nesnelleştirmedir, eserin maddi gövdesidir. Bu nedenle içeriğin ifade edildiği mekandır. Bu mekan bize aynı zamanda ortak bir payda sağlar ve biz bu ortak payda sayesinde eseri tanır ve anlarız. Eserde her şey bu mekanda cevelan eder, soyut fikirler, imgeler, mecazlar vb. tüm edebi sanatlar ortak paydanın sağladığı maddilik sayesinde bir anlamda somutlanır ve tanınır, bilinir bir hale dönüşür. Okuyucu/izleyici öncelikle eserin biçimiyle (renk, hareket, ses, lafız…) karşılaşır. İçeriği kavramak, anlamak, biçimle, biçimin sağladığı mekansılıkla, maddi boyutla, ortak paydayla mümkün olur. Çünkü biçim nihayetinde kendi içinde ürettiği dilsel yapı nedeniyle bir işaretler sistemidir. İşaretler dilin içinde doğar, dolayısıyla biçim her daim dile, dilin imkanlarına, dilin toplumla arasındaki uzlaşımlarına mahkumdur. Bu mahkumiyet, onun aynı zamanda güç aldığı zemindir ve okurla arasındaki bağ da dil üzerinden kurulur. Biçim hem eserin özgül dilinin hem de yapısının kurulabilmesinin mekanı olduğu için estetik değerin ve anlamın taşıyıcısı ve ileticisidir.

İçeriğin öz olarak kabul edilmesi durumunda biçimi de belirlemesi gerekir. Zira bir şeyin doğası kendisini dayatır. Mesela elmayı elma yapan doğa onu başka bir şey yapmaz, sadece elma yapar. Oysa içeriğin ne şekilde anlatılacağı genellikle yazarın tercihiyle ilgilidir. Bu tercih keyfidir. Tercihin keyfi olması doğanın zorlamasına, kendisini dayatmasına aykırıdır. Örneğin aşk teması tarih boyunca birçok farklı biçimle ifade edilmiştir. Eğer edebiyatın doğası içerik olsaydı her zaman bir şekilde anlatılmasını icbar ederdi. Biz, biçim içeriği belirler de demiyoruz.

Biçim içeriği kendi kalıplarına döker, onu kendileştirir, ruhun bedende kalıp bulmasına benzer ya da suyun konulduğu kabın biçimini alması gibidir. Biçim, bir eserin maddi varlığını tanımlarken, eserin estetik varlığını da açıklar. Gerçekliğin bir yanını duyumsayan insanda bir sevinç, coşku meydana gelir. Biçim bu sevinci, coşkuyu sınırlar, kalıba döker. Böylece duyarlılıklar anlamlı bir bütüne kavuşur. Okur, biçim sayesinde, insanda sevince, coşkuya neden olan gerçekliğin kendini açan yanını tanır ve o duyarlılıkla özdeşlik yaşar.

Doğa, şeylere kendini dayatır demiştik; onu, o yapar. Edebiyatın, genel anlamda da sanatın doğası biçimse, şimdi biçimin neler dayattığına bakabiliriz:

Öncelikle biçim sınır demek olduğu için kendi sınırlarını dayatır. Sanatın fazlalıklardan arındırma işi olduğunu düşünürsek, bu anlamdaki sınırlamalar fazlalıkların dışarıda bırakılmasına hizmet eder. Eserin özellikle çağrışımların peşine takılmasına, anlatmanın şehvetine kurban gitmesine engel olup onu derleyip toplar.

Biçim esere kendi unsurlarını dayatır; anlatıcı, zaman, mekan kullanımı gibi. Bu unsurlar içeriğin kompoze edilmesine hizmet eder. Bütünlüklü bir yapının inşası için sıraya koyar, anlatıcıyı, zamanı, mekanı, gidilecek yolu, izlenecek yöntemi en güzel şekliyle belirler.

Herkesin içinden geldiğince anlatmasına engel olup kalıba döker. Bu kalıp insanlar arasındaki ortak payda oluşturduğu için içeriği tanınır, bilinir yapar. Buradaki sihir dildir. Zaten biçim dediğimizde çoğunlukla dilden bahsediyoruzdur. Her şeyin dilin içinde olmasından, dilde anlam kazanmasından dolayı biçim, gerçekliği dil sayesinde kavrar ve onunla ifade eder. Eser kendi içinde yepyeni bir bağlam kurup kelimeleri bu bağlama göre düzenlese de son çözümlemede kullandığı dil gündelik dildir. Sözünü ettiğimiz ortak payda da buradan doğar.

Biçimin varlık sebebinin dil olması nedeniyle biçim durağan, mutlak değildir. Her türlü değişime açıktır. İçinde doğduğu kültürel şartlar değiştiğinde biçim de kendini yeniler. Hatta bu değişimlere ayak uyduramayan kimi formlar ölürken, biçimin devingenliği sayesinde yeni formlar doğar. Biçimin dayattığı sınırlar, kalıplar dille birebir ilişkilidir. Buradaki sınırlar bir haddehanede eritilmiş demirin döküldüğü kalıplar gibi katı değildir. Dilin sınırlarıyla biçimin sınırları özdeştir. Edebi sanatları da yedeğine aldığı için dilin sınırlarını alabildiğine genişletir ve sanatçılar genellikle bu sınırların nereye kadar uzanacağını bilemez; deneyimledikçe öğrenir. Bu genişlik sayesinde aynı içerik, çok farklı biçimlerde ifade edilebilir. Esere de hüviyetini, kim’liğini kazandıran sözünü ettiğimiz sınırların sanatçı tarafından ne şekilde işlendiğiyle ilgilidir.5

Biçimin dille girdiği bu cilveleşme sayesinde edebiyat mimetik olmaktan, gerçekliğin taklidi olmaktan çıkar. Eser hayattan doğmasına, köklerinin hayatın derinlerine uzanması rağmına hayatın hızlı akışını kesintiye uğratır. Okurun geri çekilmesini, yaşananları paranteze alıp düşünmesini sağlar. Bu sayede hayatın hızlı akışı içindeki adaletsizliği, zulmü, eşitsizlikleri, kötülüğü zıtlarıyla birlikte gösterir. Bu anlamda eserin meydana getirdiği kesintililik, paranteze alma aynı zamanda hayatın sürükleyip götürmelerine karşı direnme demektir.

Biçimcilerin iddia ettiği gibi edebiyat salt kendi için, kendine yönelik bir edim değildir. Toplumsal süreçlerden etkilenir. Edebiyat bir anlığına da olsa hayattan kopma, kesintililik, paranteze alma olsa da düşünümsel değildir. Toplumsal süreçlerden etkilenmesi ve dilde doğması nedeniyle hayatın ritmine bağlıdır; kendi üzerine düşünmez. Dilden doğduğu için yine dilin içinde yaşar ve orayı besler. Bu nedenle eylem halindedir, hareketlidir. Edebiyatın kendi üzerine düşünmesi, çöküş, durgunluk hallerinin alametidir; bu tür anlarda yaratıcı faaliyetlerden kopar. Sürekli olarak bir anafora dönüşerek, kendi etrafında döner ve kendini taklide başlar; durmadan kendini çoğaltır.

Biçim, eseri eser yapan öznitelikse de eseri salt bu özniteliğe bağlamak meseleyi eksik anlamaktır. İlkesel olarak sanat bize salt biçimini dayatsa bile, bunu eyleyen biri vardır. Bu bağlamda sanatçı yaslandığı dünya görüşü, ideolojik çerçeve nedeniyle anlamın her daim peşindedir. Onun dünyayı kavrayış biçimi zorunlu olarak esere yansır. Anlamsız eser denemeleri her zaman marjinalliğe mahkumdur. Bu yüzden sanatçıyla biçim arasında bir gerilim yaşanır. Bu gerilim olumsuz bir durum değildir; tam tersi, üretken sonuçlar verir. Biçimin sınırlarını sonuna kadar zorlamaktan tutun da yeni formların icadına kadar birçok imkan bu gerilimden doğmuştur.

Sanatçı sonluyla sonsuz, iyiyle kötü, güzelle çirkin, mutlakla mukayyet, ölümsüzle ölümlü arasındaki gerilimi yoğun bir şekilde hisseder. Eserlerinde genellikle bu zıt uçları bir şekilde telif etmek ister; eser bu teliften neşet eder. Bu yüzden gerilim yüklüdür. Anlam da karşıtlıkların birliği ilişkisinden doğar. Zaten insan, kendisine verilen nefs nedeniyle zıtlıkları özbenliğinde yaşar. Yaşadığı zıtlıklar hayatı boyunca onu sürekli olarak tercih yapmaya zorlar. Bu tercihler, eser verirken neleri içeri alacağının neleri de dışarıda bırakacağının referanslarını oluşturur. Yaşadığımız hayat ideal değildir, bu hal de başka bir gerilimin kaynağıdır. Sanatçı daima ideal olanın peşindedir; okuyucuya sürekli olarak ideal olanı hatırlatır, gündeme taşır. İçinde bulunduğu ortamı ideal olanın ölçütlerine göre yargılar. Bu nedenle kötülük, çirkinlik, zulüm kendiliğinden eserin konusu haline gelir. Çünkü olumsuzluklar üzerinden olumlu olana işaret edilir. Nelerin kaybedildiğinin, ne günlere gelindiğinin muhasebesi ‘şimdi olanla’ ‘ideal olan’ arasındaki uçurum üzerinden gösterilir. Bu durumda umudu diri tutmak bir misyon haline dönüşür. Modern edebiyatın yaslandığı gerilim, çatışma, çözülme hep ‘olanla’‘olması gereken’ arasındaki gerilimden doğar.

Sanatçının inançlarıyla biçim arasında yaratıcı bir gerilimden söz ettik. Eğer sanatçı anlamsızlık gibi marjinal bir arayış içinde değilse her zaman ‘bir sözü söyleme derdindedir’. Modernlikte, estetikle etiğin bağımsız disiplinler haline gelmesiyle güzelin iyiyle, doğruyla olan bağları da koparılmıştır. Bu yüzden eser kendi kendinin amacı haline gelmiştir. Oysa sanatçı hiçbir zaman inançlarını askıya alamaz. Zaten olayları, olguları anlamanın, anlamlandırmanın inanç sistemiyle zorunlu bir bağı vardır. Haddizatında salt güzel, kendi için güzel, amaçsız güzel boş bir yargıdan ibarettir. Çoğu kez bunları iddia edenlerin de belli bir inanç sistemi içinden konuştukları unutulmaktadır. İnanç sistemlerinin sağladığı mutlak/evrensel hakikatler, sanatçıların hiçbir zaman vazgeçemeyeceği değerler sisteminin de kurucusudur. Eser, değerler sistemiyle biçimin sınırları arasındaki gerilimden doğar. Biçimin sınırlarının alabildiğince esnetilmesi, yeni biçimlerin bulunması bu sayede mümkün hale gelir. Dilin son çözümlemede kültürel olması, geleneğin sürdürülmesinin de teminatıdır.

Dahası çağ değiştikçe insan buna uygun yeni hayat formları üretir. Hayat formları inanç, kültür, dil gibi enstrümanların yardımıyla biçimlenir. Bu formlar sayesinde insan inancıyla içinde yaşadığı çağın gereklerini telif ederek, kendisiyle barış içinde yaşamak ve bağlandığı değerleri taşımak ister. Gelenek/sünnet dediğimiz süreç, hayat formlarıyla sürmeye/gelmeye, gelene ek olarak varlığını idame ettirmeye devam eder. Böylelikle sanatçının inançlarının zeminini oluşturan değişmez/mutlak/öz yeni formlarla ve biçimlerle ifade edilebilir olur.6

Hayat formları edebiyatın beslendiği en önemli referans kaynaklarındandır. Kendisini hayat formlarına göre kurar. Bu bağlamda gelenek, içerik üzerinden sürdürülür; insanlık tarihi kadar kadim konuların her çağda sanatın vazgeçilmez içeriklerinden olması söz konusu bağ nedeniyledir. Biçim tarihsel olduğu için, gelenek biçim üzerinden sürdürülemez. Tarihsel şartlar ortadan kalktığında biçim de ölür, hatta kimi radikal dönüşümlerde formlar da ölür.7 Zaten sanat için önemli olan değişmez/mutlak/öz olanın yeni formlar ve biçimler içinde üretilmesidir.

  • 1 Hatta anlamsızlık da buna dâhildir, ama bu yaklaşım her zaman marjinalliğe mahkum olduğu için edebiyatın ana damarında temsil edilmemiştir. Bu yüzden de bizim değerlendirmelerimizin dışında kalmıştır.
  • 2 Romanın, Hristiyani itiraf geleneğinden doğduğu, bu nedenle Müslümanlar için uygun bir edebi form olmadığı iddiası naif bir iddiadır. Çünkü sanatsal formların doğası biçimdir, bu yüzden içerik değil biçim dayatırlar. Zaten ilk roman olarak kabul edilen Don Kişot’un söz konusu itirafla bir ilgisi yoktur.
  • 3 “Bil ki gerek nazım, gerekse nesir olsun söz (kelâm) sanatından asıl maksat anlamlar değil lafızlardır. Anlamlar ancak lafızlara tâbidir, lafızlar asıldır (…) “Nasıl ki su kabı ister, gerek altın ve gümüşten, isterse sedef veya topraktan yapılmış olsun, içindeki su aynı sudur. Su ile dolu olan kapların latifliği, cinsi itibariyle içindeki suya göre olmadığı gibi lügatin kullanıştaki nefisliği ve latifliği de sözlerin maksatlara uygunluğu bakımından terkipteki derece ve belâgatlerine göre çeşitli olur. Anlamlar ise birdir. Onlarda değişiklik yoktur. (İbn Haldun, Mukaddime III, (Çeviren: Zakir Kadiri Ugan). Milli Eğitim Basım Evi, İstanbul 1986, s. 245-246).
  • 4 İçerikçi yaklaşımı önceleyenler bir dönem köylü, işçi ya da muhafazakar konuları işlemelerinden dolayı birçok kitabı eser olarak takdim etmişlerdir. Ancak sosyolojik şartlar değiştiğinde bu kitaplar edebiyat tarihinin mezarlığına gömülmüştür. Bu tür kitapların en önemli özelliği birbirlerinin yerine ikame edilebilmeleridir. Çünkü hüviyetleri/kimlikleri yoktur, sadece içerikten ibarettirler.
  • 5 Sanatçı, biçime kendi ruhunu verir ki buna da üslup diyebiliriz. Üslup sadece sözdizimi, kelime tercihi demek değildir. Evvelemirde sanatçının meseleyi ele alma biçimidir. Bu sayede eserler kim’liği ortaya çıkar. Kelime tercihi, cümlelerin, sonra paragrafların, sonrasında da bölümlerin ne şekilde birbirine bağlandığı üslubun ikincil niteliklerindendir.
  • 6 Örneğin İslam’daki, infak, zekat, fitre ve diğer yardımlaşma biçimlerinin bugün STK’lar eliyle sürdürülmesi hayat formlarına güzel bir örnektir. Yardımlaşma duygusu bir öz olarak kendini korurken, onun ifa biçimi çağa özgü yeni formlarla devam ettirilir.
  • 7 Örneğin bugün bizim için mesnevi, mevlit; Batı içinse çoksesli senfonik müzik formlarının ölmesi; roman, öykü gibi formlarınsa doğması hatırlanabilir.