Ejderha Diyorum Ejderha

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Doktorun sesi geliyor ama görüntü gitti. Neden oldu bunlar; niye başa döndük? Niye düştüm ben kendi içime şimdi yeniden? İzlediğim filmler yüzünden mi oldu? Sanmam. Irak, Filistin, Çeçenistan, linçler, intiharlar, hesaplaşmalar… Cesetler, toplu mezarlar, Ergenekon. Depremler…

“Lakin böyle sürmeyecekti. İbrahim yeniden sınanacaktı. Her şeye kadir o ehil güçle, gözünü kırpmadan tetikte bekleyen o düşmanla, her şeyden uzun yaşayan o ihtiyar hasımla: zamanla savaşmış ve imanını korumuştu. Bu savaşın tüm dehşeti şimdi bir tek anın içinde toplanmıştı.”

Korku ve Titreme / S. Kierkegaard

— Ejderha diyorum ejderha... Nasıl bir şeydi?

Doktora baktım. Alay mı ediyor bu benimle? Dikkatle baktım. Gözlerimi gözlerine dikip uzun uzun. Öfkeyle, huzursuzca, bıkkın, tedirgin, neşeli, alaycı… Alaycı bakışta karar kıldım. Hastaneden çıkalı 5 yıl olmuştu; şimdi neden tekrar çağırdılar ki; bu kadar zaman sonra kontrole?

Sefer görev emri gibi, o ne lan öyle?

Hah bi sen eksiktin Haydar abi!

Ülkemizin içinde bulunduğu şu hassas günlerde tüm eski delileri göreve çağırıyoruz!

Haydar abi git işine Alla’sen, Olric oldun çıktın başımıza!

Ne var oğlum! Sen hiç taburcu olduktan beş yıl sonra hastaneye çağırılan deli gördün mü? Hem de inzibatla!

Anlı şanlı ejderhalardan dan dan dan! nazgullardan dan dan dan! Sauron’dan dan dan dan! çekmedim şu iç sesimden çektiğim kadar. Haydar abinim lan ben senin ne iç sesi?

— Hı?

Doktorun kafası. Doktorun kel kafası! Kafasına bakma, ayıp. Gözlerine kenetlendim. Hep kenetlenirim. O ne lan öyle! Şşş... Fakat o da ne! Doktorun gözlerinde tanıdık bir yüz.

Amcam? Hayır. Dedem? Hayır. İsmail dayım? Hayır! Albayım? Hayır! Hayır!

Hz. Hamza! Hz. Hamza!

Hamza rolünde A. Quin yani.1 Bana bakıyor: “Beğenmedim hallerini!”

Teşehhüd miktarı kadar duruyor.

Yeniden: “Beğenmedim hallerini!”

İşte galiba tam o sırada… Doktorumun gözlerinde Hz. Hamza’yı görünce… Onun hoşnutsuz, azametli, bakışlarına maruz kalınca bir şeyler... Nasıl derler; eksen kayması yaşadım, gömlek değiştirdim, trollendim!

Hz. Hamza beni trolledi diyosun, öyle mi yavrum?

Tövbe haşa!

Alışkanlıkla bir çember aradı gözlerim, kaçışan insanlar... Yok. 500 T? Yok. Buzdolabı? Önce sağa sonra sola sonra tekrar sağa baktım. Yok kimse yok. Peki neredeyim? Etrafıma baktım. Hep bakarım. Kaybolmuş, ekseni kaymış, trollenmiş bir eski deli olabilirim ama asla aptal değilim. Benim yerimde kim olsa, kim şu an benim gördüklerimi görüp, hissettiklerimi hissetse bilir; burası devasa bir labirent. İnsan bir labirenti görür görmez tanır çünkü. Öyle mi diyorsun, görür görmez hem de ha? Labirentler, kabuslarımızdan, en derin korkularımızdan yapılmıştır Haydar abi, insan kendi kabusunu tanımaz mı hiç? Ortalama bir labirent üç birim kabus içerir, ben birim diyorum sen katman anla. Çocukluğuna da inecek miyiz peki? İneriz be abi seni mi kıracağım. Hem çocukluk olmadan olur mu? İnanmazsan doktora sor.

— Ejderha diyorum ejderha, nasıl bir şeydi?

Doktorun sesi geliyor ama görüntü gitti. Neden oldu bunlar; niye başa döndük? Niye düştüm ben kendi içime şimdi yeniden? İzlediğim filmler yüzünden mi oldu? Sanmam. Irak, Filistin, Çeçenistan, linçler, intiharlar, hesaplaşmalar… Cesetler, toplu mezarlar, Ergenekon. Depremler… Tüm bunlar görünür bir ağırlık yapmadı bende. Düzenli olarak paylaşımlarımı yapıyordum, tivitırda olsun, feysbukta olsun. Protestoysa protesto.

Bizim mahallede açlıktan öldüğü söylenen o ihtiyar adam, şu ağlayan yetim çocuk, duvar diplerine sinmiş kediler… Gözümün önünde bir güvercini tekmeleyen liseli… Ona gülen arkadaşları…

“Bebek çok ağlıyordu, bebek çok ağlıyordu, bebek çok ağlıyordu!”

Bebeğe tecavüzden yargılanan, beş yaşındaki abisini aç bırakıp işkence eden K.Ş. Arkadaşlarını çağırıp çocuğun annesini… “Birine söylerseniz öldürürüm! Canınızı yakarım.”

BEBEK ÇOK AĞLIYORDU!

BEBEK ÇOK AĞLIYORDU!

Bu da değil. Gözüm kör olsun ki bu da değil.

Nasıl oldu bilmiyorum, düşünme de zaten şimdi buradayım işte. 29 Aralık 2011. Buradayım. Çağrıldım.

İlerliyorum; iki yanımda uzanan nerden baksan beş metrelik duvarlar var, yolu takip etmekten başka yapacak bir şey yok.

— Ejderha diyorum ejderha, nasıl bir şeydi?

Doktor da beni arıyor. Hazırsan inişe geçiyoruz Haydar abi?

Amcamın oğlunun kimliğiyle doktora gittiğim zamanlardı. Bizde sigorta yok, onun babası memur. Hemşireler adımı sorduğunda amcaoğlunun adını söylemem gerekliydi. İlk o zaman direndim. “Adın ne?” “Tahsin.” “E burda Kemal yazıyor.” “O amcamın oğlu.” “İyi düşün, Kemal di mi adın?” Annem arkamdan yetişiyor “Kemal tabi ablası, Kemal.” Peki madem. Hemşire ablalarımız. Canlarımız. Kemal olmaktan tiksiniyordum halbuki; ilk kez Kemal olduğum gece kabuslar bitmek bilmedi. Sonraki gece sonraki gece de: Kemal gibi burnum akıyor; Kemal gibi pis pis sırıtıyorum, Kemal gibi tükrüğümü baloncuk yapıyorum. Kemal olmak bir paket sanıyorum. Hâlâ ne zaman zor bir seçim yapmak zorunda olsam tükrüklerime engel olamam. Baloncuklar, tükrük kokusu… Ah Kemal ah!

“Bacanak, atariye gidek mi? Ben Sagat’ı alırım ha!”

Al Kemal al; insan olsan Sagat’ı2 sevmezdin zaten. Ken değil, Ryu, Guile değil, Blanka bile değil, Sagat! Almasan şaşardım.

Annem o gün arkamdan kemalliğimi onayladıktan sonra her şey çorap söküğü gibi geldi. Babam, ilkokul biterken Fen Liseli olacaksın dedi, üniversite tercihini yaparken mühendis… “Hayır baba, ben sosyal bilimler okumak istiyorum,” desem de kar etmedi. Kemal’le birlikte mühendis olmalıymışım. Ciddiye bile almadılar itirazımı. Cevap vermeye gerek bile görmediler. Nah oldum mühendis. Üniversiteyi bir yılda bitirdim. Bitirdim derken üniversiteyle işimi bir yılda… Dört yıl boyunca nihayet Tahsin’dim; ne tahsindim ama. Tahsinliğime doymadım. Kemal’den hep kaçtım. Onun da çok umurunda değildim zaten. Sonunda yani dört yılın sonunda babam çağırıp diplomayı sorunca, ağzımın kenarında bir türlü engel olamadığım baloncuklarla fısıldadım.

“Diploma yok baba.”

“Nası yok?”

“Bayağı… Okula bir yıl bile devam edemedim.”

Kalpten gitti adam. Kemal olmayacağım, mühendis olmayacağım Tahsin kalacağım diye babamı…

Halbuki insanın babası ölünce bir daha hiç kendisi olamıyor. Allah belanı versin Kemal! Şşş tamam yavrum sakin ol, yüklenme kendine bu kadar. Allah o Kemal’in belasını versin Haydar abi.

Yol ikiye ayrılıyor. Sol mu sağ mı? Sol mu sağ mı? Sağa girdim. Devam ettim. Hep devam ederim.

Bir çukurla karşılaştım. Çukurun önünde küçük bir gölet. Göletin üstünde yüzen kağıttan bir kayık. Üzerinden atlayacaktım, zıpladım olmadı, önüne düştüm. Kayık büyüdü. Büyüdü büyüdü ve beni içine aldı. Burada kayıkla ilgili hikayemi anlatmam gerek; anlatayım mı doktor? Bu doktorda da bir numara var ama dur bakalım.

— Ejderha diyorum ejderha nasıl bir şeydi?

Ah be doktor, ne deyim ki ben sana şimdi? Haydar abi, taktı bu adam ejderhaya. Kayık var ama istersen. Kayıkta da o var: Sinem. Beni ciddiye alan, beni dinleyen, beni Tahsin olarak kabul eden... Ah doktor ah, bütün aşk hikayeleri birbirine benzer. Bakma sen Tolstoy’a!3 Mutsuz olanlar bile. “Tahsin çok farklısın... Tahsin seni seviyorum... Tahsin sana ne nerede olduğumdan… Tahsin senin için endişeleniyorum… Tahsin beni korkutuyorsun… Tahsin benden daha iyilerine… Tahsin biri var… Tahsin çatlaksın sen çatlak. Allah belanı versin Tahsin! Polis çağırırım defol git.” Ama bu sonraydı. Ejderhadan sonra.

— Ejderha mı! Ejderha mı? Nasıl bir şeydi?

Sen bakma ona, anlat abisi… Eyvallah Haydar abi. Beni yalnız sen anlarsın. Hep anlarsın. Kayığı geçtim, geçmek zorundaydım. Hep geçerim. Kayığı sudan aldım, katlayıp ceketimin iç cebine koydum. Sinem’le binmiştik o kayığa. Elini tutmuştum. Tam kalbimin üzerine koydum.

Uzun süre önüme hiçbir engel çıkmadan duvarı takip ettim. Etrafı duvarlarla çevrili de olsa bir yol, her zaman bir yerlere çıkar. Hep çıkar. Hep çıkarım. Sonunda bir kapıyla karşılaştım.

Labirentte kapının ne işi var oğlum? Yangın çıkışı mı? Köprüden önce son çıkış mı? Komşu labirente geçiş mi? Ses etmeyim diyorum ama sen de… Amaan! Sustum seni dinliyorum sadece.

Abi sen niye burdasın ki zaten? Asıl sen neden burada değilsin hayta?

Ne demek istedin Haydar abi şimdi? Anlayan anladı boşver.

Kapının önünde bir adam oturuyordu. İri yarı, sert bakışlı. Kollarını göğsünde kavuşturmuş, sağdan bakınca bar fedaisi, soldan bakınca azametli bir sfenks. Her halükarda yakışıksız ve ürkütücü, öylece duruyordu. Beni bekliyordu. Yaklaştım.

“Giremezsin” dedi. Eh ben de şaşırmadım. Hep şaşırmam.

Serhat Üsteğmen mi o? Hatırladın mı Haydar abi? Komando birliğinden gelmişti. Ben o zaman yoktum canım. Ben vardım abi, mümkün tahsinlerin en iyisiydim o zamanlar. Babam gitmişti tamam ama Kemal’den kurtulmuştum. Avazım çıktığı kadar bağırıyordum: Tahsin Özdemir Muğla Emret Komutanım! Aklıma ne zaman Kemal gelse kendi kendime tekmil getiriyordum. Hep getiriyordum. Kimse anlamıyordu tekmil vermekten niye bu kadar zevk aldığımı. Tahsinliğimi bağırıyordum dünyaya! Askerliğin en güzel yanı oydu zaten bağırmak bedava! Bağırdıkça göze giriyorsun.

Serhat Üsteğmen severdi, güvenirdi bana. Nasıl sevmesin? Ani Müdahale Mangası Çavuşu yaptı; bütün denetlemelerde örnek gösteriyorlar bizi. Bütün senaryoları, alternatif planları ezbere biliyorum. Standartların üstündeyim. Bağıra bağıra tekmil veriyorum: Tahsin Özdemir Muğla Emret Komutanım! Nereden alarm gelirse hangi adamım nereye mevzilenecek, gözetleme istikameti neresi olacak, nereye doğru ateş edecek hepsine hâkimim. Çocuklar da sayıyorlardı beni doğrusu: Tahsin Çavuşum aşağı, Tahsin Çavuşum yukarı! Hepimiz iyiydik. Sınırda bir görüntü alınırsa nöbetçiler hemen haber verirdi, koştururduk biz de. Hücum yelekleri, botlar, palaskalar, çelik başlıklar... Metalin metale değdiğinde çıkardığı o ses, neyse adı... Şangırtı, şungurtu, çatırtı, raprap. Bana her ses rapraptı nasıl olsa, hayatımdan memnundum. Tezkere bıraksam mı diye düşünmeye başlamıştım.

Gececiydik... On numara iştir. Yanını kalorifer peteklerine yaslayıp pencerenin pervazına da dayandın mı, gelsin çay sigara, kitap, huzur. Kemal görse geberirdi hasedinden. Tahsin Özdemir Muğla Emret Komutanım!

— Ejderha diyorum ejderha nasıl bir şeydi?

Doktor aramaya devam ediyor. Arıyor ama açmıyorsun. Sahi Haydar abi, beni çağırdılar mı gerçekten? İyileşmemiş miydim ben? Nasıl geldim buraya?

O gece telsizden anons geldi. 2 nolu bölge! Tatbikat değil, gerçek! Hücum yelekleri, botlar, palaskalar, çelik başlıklar... Raprap! Kaçakçılarmış. Herkesi uyandırdım. Sıraya soktum. Hadi beyler hadi sıraya geçin. Kurma kolu çek bırak. Çek bırak. Şarjör tak. Yarım dolduruş. Araçlara araçlara! Yol izin verdiği kadar araçla gittik, sonra sessizce koşmaya başladık. Karların arasında bata çıka. Yukarıdan kuleden, termal kameralarla bakıp telsizle yönlendiriyorlar bizi. Durduk. Kangaltepe mi neydi, yamacına yerleştik. Sınırı geçmelerini bekliyoruz; sorumluluk alanımıza girmelerini, yakalayabileceğimiz kadar yaklaşmalarını... Beklerken dilime takıldı hep takılır: Asil Türk milletinin namus ve şerefini, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü sorumluluk bölgemde korumak… Bak hâlâ unutmamışım. Ayetel Kürsi okur gibi bitiyor yeniden başlıyorum, bitiyor yeniden başlıyorum; öyle bir gaza gelmişim.

Serhat Üsteğmen’in emriyle saklandığımız yerden çıkıp koşmaya başladık. Tepeden aşağı raprap yardırıyoruz. Etraflarını çevirmeye… Ama durmuyorlar. Durmayız. Normalde durmanız gerek Haydar abi. Durmayız. Kar var... Soğuk, tipi... Durmuyorlar... Biz de yaklaşamıyoruz bir türlü. Kim daha çaresizse o daha hızlıdır çünkü karın üstünde. Kaçakçılar çaresiz, hızlı. Yamaçlardan aşağı doğru düşe kalka... Serhat Üsteğmen’in sesi geliyor telsizden: “Yakalayacağız, yakalayacağız! Bırakmak yok! Koşun!” Yamacın diğer tarafında bir yandan koşuyor bir yandan bağırıyor. Ateş sesi ilk bu sırada gelmiş dediler sonra. İlk kim ateş etti kimse bilmiyor. Onlar askerler korksun diye mi, bizimkiler havaya mı, biri kazayla mı? Hep kimse bilmez. Kaçıyorlar, kaçakçılar, katırlar, mazot... Telsizden Serhat Üsteğmen’in sesi kesik kesik soluk soluğa “yakalayın, yaka.. ka..mayın, korum, tim komutanları uy..ı ateş etsin, etsin lan e..in”. O sırada düştüm. Karda bir iki yuvarlandım. Çömelmiş haldeyim. Ağzımda baloncuklar. Hakkımız var. Baloncuklar. Hem yasak bölge hem silah sesi geldi. Baloncuklar. Emir demiri keser. “Tahsin Özdemir Muğla Emret Komutanım!” Doğru dürüst nişan bile alamadım. Bağırarak karanlığa doğru...

— Ejderha diyorum ejderha nasıl bir şeydi?

Doktorun kel kafasına baktım, onu kızdırmak için.

“Giremeyeceksem kapı niye var?” Bunu Serhat Üsteğmen’e benzeyen bekçiye diyecektim. Doktoru hayretle bırakıp kapının önüne döndüm tekrar. Demişim gibi cevap verdi bekçi:

“Kapı senin için var ama girmeye tahammül edemezsin! Biz de senin için söylüyoruz koçum!”

“Dost desem?”

“O zaman başka...”

“Dost”

“Emin misin?”

“Elfçe bile söylerim istersen: Mellon!4”

Delikanlı adammış, açtı kapıyı. İlerledim. Hep ilerlerim.

Uzaktan bir ses duydum. Homurtu? Hırıltı? Ejderha? Ejderha mı? Koşmaya başladım. Nefesim kesilene, dizlerimin bağı çözülene kadar koştum. Aynı o geceki gibi düşüp yuvarlandım. Kar, ensemden içeri doldu. Ses yeniden duyuldu. Yerde hareketsiz yatıp dinledim. Ses hırıltıdan, homurtuya, homurtudan horultuya, horultudan marşa: “Gündoğdu! Hep uyandııık siperlere dayandık! Gündoğdu! Hep uyaaandık siperlere dayandık!”

Utancım, öfkem pişmanlığım artıyordu. Kimden utanıyordum? Kime kızgındım? Neden pişmandım? Zihnim durmuş gibiydi sanki beynim çalışmayı bırakmış sadece kalbim sadece hislerim kalmıştı. Sadece hisleri hatırlıyordum.

Bir adım attım: Öfke. Kanımın kalbime pompalanışını bile hissediyordum, dişlerim, diplerine kadar sızlıyordu. Patlamak istiyordum. Bağırmak bağırmak -bağırıyordum- yumruk atmak, tekmelemek -yeri tekmeliyordum- toprağı koparmak fırlatmak, tırnak uçlarıma kadar yüklüydüm.

Bir adım daha attım.

Müzik değişti. Hep değişir. “Çıktık açık alınla! On yılda her savaştan! On yılda onbeş milyon genç yaaratttııık her yaştan!”

Korku: Çakıldım kaldım. Sırtımda -sonra ensemde- hızla yayılan bir ürperti. Titriyordum. Gömleğim ter içindeydi. Buz gibi bir ter. Damağım kurudu. Dilimi yapıştırdım. İnsan gözbebeklerinin irileştiğini hisseder mi? Bütün organlarımı, ensemdeki kılı bile hissediyordum. Sesimi bulamıyordum. Dişlerim takırdıyordu artık. Dehşetle bir rüyadan uyanır gibi, çamurdan çıkar gibi çıktım korku dairesinden. Nasıl çıktım, kim itti bilmiyorum. Kalsaydım, eriyip gidecektim sanki.

Bir adım daha attım. İşte orada. Karşımda. Ejderha. “Doktor, ejderha orada.” diye fısıldadım ama duymamıştır beni. Ejderhanın ve doktorun gözleri beni izliyor. Labirent ve hastane birbiri içine giriyor.

Kan yara soğuk kar kan soğuk ambulans çağır yollar kapalı kan yara soğuk kan yara soğuk kan yara soğuk kan yara kar kan yara soğuk… “Gomtan allahlillahaşkına donuyom!”

Göğsündekanyarasoğukdonduk komutankankan komtanım kan kaybediyor yara yara yetişmez burda müdahale kan kan kan kan hastaneye yetişmez komutan kan yara soğuk kan yara kan kan kan...

“Gomtan allahlillahaşkına donuyom gomutan!”

Telsiz sesleri, el fenerleri, nefes sesleri, rapraplar, aşağıdan köyden çok uzaktan köpek havlamaları, barut kokusu, elmacık kemiğimde bir acı, boğazımda bir yumru, sigara sigara gomtan allahlillahaşkına donuyom gomutan!”

Serhat Üsteğmen, geldi “Görevini yaptın oğlum, üzülme,” dedi. Adı Haydar Yılmaz’mış. Tükrükler doldu ağzıma. Baloncuklar doldu. Tiksindim, öfkeyle bağırmaya, küfretmeye başladım, silahımı aldılar elimden.

O günden beri ejderha içimde. Haydar abinin gözünde ölmeden hemen önce gördüğüm ejderha, bıyıklarında gördüğüm, gökte gördüğüm ejderha, karda gördüğüm, kanda gördüğüm, yarada gördüğüm, soğukta gördüğüm ejderha!

Doktordan usulca kurtulup ejderhaya teslim olmak istiyorum. Yeniden teslim olmak istiyorum.

Doktor delirmiş gibi hep aynı soruyu soruyor:

— Ejderha diyorum ejderha, nasıl bir şeydi?

Nasıl bir şeydi Haydar abi? Neden soruyor bu doktor? Bunda bir numara var Haydar abi?

Labirentin merkezindeyim; doktoru elimle kenara itiyorum. Son bir adım daha.

Labirentin tam merkezine. Çemberin merkezine. Doktor kayboluyor. Haydar abi? Haydar abi? Affetmedin mi beni?

Haydar abi elime bir gazete tutuşturuyor. Haydar abi yapma!

Tarihe bakıyorum: 28 Aralık 2011. Beş yıl sonra. Yine mi? Bu sefer kim görevini yaptı Haydar abi?

Beş yıl sonra ejderha bu defa gazetede. Ejderha diyorum ejderha! Nasıl bir şeydi?