Galaktik Penaltı

EMRE ERGİN
Abone Ol

Kalenin dört bir yanındaki spotlar yakıldı. İşte geliyor diye düşündü. Top kalenin dört köşesine aynı anda girebilecekmiş gibi kıvrıla kıvrıla geliyordu. Parmak uçlarına yükseldi, zaman durmuştu sanki, sıçradı, topun geldiği yöne doğru, yani dört yana birden sıçradı. Parmakları topa değdi ve…

Sonunda insanlığın beş paralık olmuş gururunu kurtaracaktım.

Sabah aradılar. O gün bugünmüş. Bilmiyor muydum. Biliyordum elbette. Ne zamandır her uyanışımda bir çarpı daha atıyordum takvime. O gün de erken uyanmıştım. Son bir haftadır sadece erken uyanıyordum, başka bir şey yapmıyordum. Antrenmanları bırakmıştım. Artık iş biraz da şansa kalıyor. Hâlâ aramamalarına içerliyordum. Hani teknik bir arıza olacak ve bunca yılın emeği boşa gidecek diyeydi korkum. Beklediğim gibi olmadı. 09:42’de aradılar. Bir saate yakın ısınma turları sürdü. Farklı millî takımlardan forvetler beni şut yağmuruna tuttular, ikişer üçer tutuyordum topları. Sonra uzay simülasyonu. Giysimi kontrol ettim. Ayakkabılarımın altlarını şişirdim. Kabine girdim. Ekranda Uzay Sporu Komutanlığı’ndan bir adam vardı. Gamzelerinde kanyonlara benzer kırışıklıklar vardı. Gülerek başladı sözüne:

“Merhaba genç kahraman adayı. Durumdan haberdarsın. Sklothornlarla son bin yıldır oynamakta olduğumuz Galaktik Penaltı oyunununda 28-967 kaybediyoruz. Bizim tarafımızdan atılan gollerin tamamının futbolun Sklothorn halkı tarafından öğrenilmesi süresince elde edildiğini de biliyorsun. Kısaca, son dokuz yüz altmış üç yıldır gol yemekten başka bir şey yapamıyoruz. Ama bu sefer, bir umudumuz var. Biz umut sahibiyiz, sen ise bu umutsun. Dünya devletleri bir araya gelerek senin yetişmen için her şeyi yaptılar. Her türlü hizmet ve iyi dilek yoluna sunuldu. Şimdiye kadar yapılan testlerde olağanüstü başarı gösterdin. Umuyoruz ki bugün, Sklothorn halkıyla yaşadığımız makus talihimize bir çare olacaksın. Şimdi sana gerekli talimatları vereceğim.

Psthron takımyıldızı merkezinden bundan tam yüz yirmi sene öncesinde ünlü Sklothorn forvet Yvathan-28 tarafından bir topa vuruldu. Top tahminen bugün buranın saatiyle 16:28’de burada olacak. Kurallar basit. Üç seferden fazla sıçramak kural dışı. Topa vücudunun normal boyutlarını bir bölü altı oranında geçen herhangi bir ekipmanla dokunmak, kural dışı. Bundan başka, giysinin tasarımı senin sorumluluğundaydı, giysi herhangi bir perde içeremez. Eklem aralarının ve farklı üyelerin arasının doldurulması söz konusu edilemez. Kurallarda anlaşılmayan bir yer var mı? Kuralların tekrarlanmasından sonra, giysi ve teçhizat tasarımında herhangi bir yanlışlık fark ettin mi? Peki öyleyse. İyi uçuşlar. Ve iyi kurtarışlar.”

Ekranda içinde bulunduğum uzay gemisinin muhtemel rotası belirdi. Şu an Büyük Okyanus’taki bir ada üssündeydim. Nereli olduğum sizi hiç ilgilendirmez. Bu alfabeyi bilenlerin büyük bir çoğunluğu insan, öyleyse insanları muhatap alarak yazmam çok abes kaçmamalı. Ben de bir insanım. Şu an önemli olan bu. O gerizekâlı Sklothornlara, insanların ucunda ölüm olmayan işlerde de başarılı olabileceği ispatlanmalı. Benim görevim bu. Büyükbabam, her insanın yazmayı meslek edinmesi gerektiğini söylerdi, çünkü olur da bir gün her şeyin yok olması riski doğarsa, yok olacak hatıraların sayısını artırarak kıyametin gözünü korkutabiliriz derdi. Ben bu safsatalara elbette inanmıyorum. Ama bunları yazdığım şu an tarihsel bir yolculuk yaptığımı biliyorum. Belki yüzyıllar ötesinden okuyacaksınız bu satırları. Belki ne Sklothorn’ları tanıyor olacaksınız, ne onların aptal neşesini, ne de galaktik penaltı nedir onu bileceksiniz. Öyleyse bunların hepsini en baştan anlatmak gerekli.

Bu alanda belki gereğinden biraz fazla bilgilendirildim. Son on beş yılımı kırk iki yıl önce ölmüş bir Sklothorn’un şutunu kurtarmak için hazırlanmakla geçirdim. Belki de bu yüzden bana Sklothronlarla ilk karşılaşmamızı anlattılar. Onların ne olduğunu ve kültürlerinin nasıl olduğunu en ince ayrıntısına kadar öğrettiler. Ne gerek vardı diye düşünebilirsiniz. Sonuçta ben yalnızca bir kaleciydim. Kalecilik antik bir meslektir ve bazı dillerde muhafıza benzer bir anlam taşır. Ama hiçbir durumda kalecilik, bir fatihlik anlamıyla beraber gelmez. Savunan insanlar ise hiçbir zaman saldıranları tanımak zorunda değiller. Böyle düşününce gerçekten bu gibi konularda bilgilendirilmem saçma geliyor. Ama bir sonraki şutun gol olma ihtimalinin kurtarışımı anlamlı kılacağını unutmayın. Yani çekilen şutun anlamı bilinmeden kurtarışımın değeri anlaşılamaz. Her savunma içerisinde bir saldırının nüvesini taşır diyordu Spor Felsefesi hocam. Haklıydı da.

Sklothorn ismini biyologlar koymuş. Oysa ki, onlarla ilk karşılanların biyologlar olmadıklarını, onları Psthorn takımyıldızı çevresinde ilk keşfedenlerin bu gibi saptamalarda bulunamayacak maden işçileri olduğunu biliyorum. Sklothorn ismi, bükülgenimsi gibi bir anlam taşıması için konmuş onlara. Henüz onların resmi ve tasvirlerinden başka elimizde hiçbir şey olmadığı sıralarda. Oysa Sklothorn diyince aklımıza gelecek hangi ciddi duruş varsa, hangi medeniyet şekilleniyorsa kafamızda, hepsinin boşa çıkacağı muhakkak. Tıpkı Yağlı yahut Eklemli diyince aklımıza insan gelmiyorsa, sadece bedenlerinin sonsuz ölçüde bükülebilir olmasıyla onları tanımladığımızda hiç de yeterli bir şey söyleyemediğimizi baştan kabullenmemiz gerekir. Bana kalsa bir yansıma sözcük seçerdim onları tanımlamak için, Kahkah sözü uygun. Sürekli bir kikirdeme halindeler zira. İlk iletişimimiz, onlardan gelen bir kayıt matrisinin, farklı resimler veya videolarla eşleştirdikleri frekans dizilerinin, ulaşmasıyla oldu. O zamana kadar bu gülmelerinin onların iletişim şekli demek olduğunu bilmiyorduk. Biz onları bir yanılsamayla gereğinden fazla neşeli sanarken, aslında onlar gereğinden fazla geveze imişler. Yanlış anlaşılmasın. Onların neşesi konusunda bir yanılgı değildi düştüğümüz. Zira onlar neşeliler. Hayatı bir oyun olarak gören bir kültürleri var. İlk maden gemimizle birden köşe kapmaca oynamaya başlamışlardı meselâ. Geminin muhtemel rotalarını tespit ediyor ve aynı büyüklükte gemilerle yolunu kesiyorlar, onu yeni bir rota çizmeye zorluyorlardı. Köşe kapmacanın ilk ve orta öğretim kurumu ders kitaplarına, evrensel nitelikli bir oyun olarak girmesi bu zamanlara rastlar.

Geçelim. Açıkçası onlar neşeliydiler ve bu neşelerinde bir art niyet yoktu. Ama komutanlarımız haliyle bu köşe kapmaca oyunlarını ve diğer komiklikleri pek eğlenceli bulmadılar. Birtakım savaşma girişimlerimiz oldu, yüzlerce Sklothorn’u öldürdük, ancak onlar savaşı pek eğlenceli bir oyun olarak bulmamışlardı. Tek yaptıkları başka bir evrensel oyun olan saklambaç oynamaktı. Sklothornların gezegenlerinde dünyanın işine yarar hiçbir madenin bulunmadığının anlaşılmasına kadar bir kovalamaca yaşandı. İlk elçiler görüşene kadar, manevra gücü bu derece yüksek bir halkın, bir ordusu olmayacağına inanılmamıştı. Derken, görüşmeler başladı. Her ne kadar oyunları çok sevseler de ve bizimkine çok benzer bir teknoloji geliştirecek kadar zeki olsalar da, Sklothornların bir kural bütününe sahip oyunlar üretemeyecekleri anlaşıldı. Açıkçası onlar, bu durumdan gocunmuyorlardı. Yeni ve daha karmaşık oyunlar öğrenebilecekleri bir kaynak edindikleri için çok sevinçliydiler. Asıl sevinçli olanlar ise bizim komutanlardı, zira bu oyun cephesi yeni bir cepheydi ve düşmanın şerait hakkında hiçbir fikri yoktu. Onlara çeşitli oyunlar hakkında brifing verildi. Sıklıkla kuralları sayıca çok fazla olan oyunlar sevdirilmeye çalışılıyordu, ama onların en sevdikleri oyunların saklambaç ve köşe kapmaca olduğu düşünülürse, bu yersiz bir çabaydı. Sklothorn ekibi, futbol videolarını seyrettiklerinde garip sesler çıkararak güldüler. Garipti, zira konuşmaları ne kadar kahkahaya benziyorsa, gülmeleri o kadar benzemiyordu. İşte, aradıkları oyun buydu. Komutanlarımız iki uygarlığın dostluğunun bu gibi oyunlarla pekişeceğini söylediler. Sevinçle kabul edildi teklifimiz. Sonrasında askerlerimiz gezegene indiler ve ölüverdiler. Böylece atmosferin Ph değerinin birlikte oyunlara izin vermeyeceğini kanıtlamış oldular. Aynı şekilde, Sklothorn anatomisi, gezegen merkezinden belli bir uzaklığa gidildiğinde bütünüyle çözünen bir yapıdaydı. Çağın en ünlü fizikçileri, biyolojicileri ve işte benim şimdi hatırlayamayacağım nice başka bilim adamları bu konuda bir toplantı yaptı. Hâlâ futbolun kurallarına sahip olarak bize üstünlük verecek bir oyun bu gibi koşullarda nasıl sağlanabilirdi?

Cevabı hiç değilse kısmen tahmin etmiş olmalısınız. Eğer dünya yüzeyindeki futbolda, şut dediğimiz kavram kusursuzlaşsaydı, oyuncuların koşmasına gerek kalmaz, bütün maçlar en iyi ihtimalle eğik atış hareketi turnuvalarına dönerdi. Hatta belki kalecilerden başka oyuncuya gerek de kalmazdı. Ama rüzgârı, çekimin dalgalanmasını ve başka diğer faktörleri düşündüğünüzde bu mükemmel şut kavramının geçersiz olduğunu görebiliriz. Oysa uzay böyle değildir. Bir kere bir şeyi doğru bir yöne iterseniz, evrenin diğer köşesindeki direklerin arasından geçirebilirsiniz topunuzu. Saha uygulayıcılarına düşen, iki galaksi arasındaki en kısa doğru parçasını bulmaktı. Direkler ve kale çizgisinin ise bir medeniyet sorunu halini alabileceğini hiç sanmıyorum. Kurallar basit. Sıra ile topa vuruluyor ve sıra ile kurtarılıyor. Bu şut ve bu kurtarma işlemi, basit sebeplerden ötürü birbirinden çok sonra gerçekleşiyor. Ama işin doğası aynı. Daha çok gol atan daha çok kazanıyor. Sorun ne peki? Neden yeniliyoruz?

İnsan ayaklarının periyodik bir falso vermesi ve bu falsonun kesin bir şekilde karşı kaleyi bulması mümkün gözükmediğinden, insan şut çekicileri daha çok dümdüz bir şut çekmeyi tercih ediyorlar. Oysa Sklothorn bükülgen doğası gereği, topa olağanüstü karmaşıklıkta ve istikrarda salınımlar verebiliyor. Haksız bir rekabet var diyeceksiniz, doğrudur. Yine de insanoğlu ya da insan komutanları her şey bir yana, tükürdüğünü yalamayı seven bir tür değil. Kaldı ki, çalışma erdemi insanî bir kavramdır. Çalışarak her türlü güçlüğün üstesinden gelebiliriz. Onları eninde sonunda yenecek olmamız neden imkânsız olsun?

“Kale çizgisine son on dakika. Topun tahmini varış zamanı: 28 dakika. Topun tahmini hızı: 123 km/sa.”

Kurtarıcı demeliyiz, çünkü o bir kahramandı. Kaleye geçti ve dikizledi uzağı. Ellerini yukarıya kaldırdı ve ayırdı ayaklarını. Kırk yıl önce ölmüş Sklothorn Yvathan-28, bilemeyeceğimiz bir yerlerde oturmuş, yüzünde bir çocuk gülümsemesi, onu seyrediyordu. Kurtarıcı dişlerini sıktı. Derin derin nefes aldı. Hayır diyordu, şimdi olmaz, şimdi değil sırası. Sağ ayağı kaşınıyordu ve bir çaresi yoktu. Başka şeyler düşünmeye çalıştı. Kurtarıcı, orada durdu ve uzaklara baktı. Dünya’nın farklı yerlerine güneş doğuyor ve farklı yerlerinde karanlık oluyordu. Kalenin dört bir yanındaki spotlar yakıldı. İşte geliyor diye düşündü. Top kalenin dört köşesine aynı anda girebilecekmiş gibi kıvrıla kıvrıla geliyordu. Parmak uçlarına yükseldi, zaman durmuştu sanki, sıçradı, topun geldiği yöne doğru, yani dört yana birden sıçradı. Parmakları topa değdi ve…

  • Ayfer Tunç’la Karanlıkta Kelimeler Handan İnci Can Yayınları
    Ayfer Tunç’la Karanlıkta Kelimeler uzun zamandır okuduğum en iyi nehir söyleşilerden birisi. Tamam uzun zamandır zaten nehir söyleşi okumamıştım zaten ama gerçekten iyi. Handan İnci’ye bu kitap için ne kadar teşekkür etsek az. Kitabın bir yerinde Ayfer Tunç, anlattığı bir olayın ayrıntılarını hatırlayamadığını fark edince şöyle diyor: “çok kırılmışım demek ki, tamamen unuttuğuma göre.” İnsanın çok kırıldığı anları hafızasından silmesi… Beni çok etkiledi, hâlâ üzerine düşünüyorum o yüzden bir diyeceğim yok ama siz de düşünün istedim. (A.E.)