Gerçek yazar

ÖMER ÇELİK
Abone Ol

Fuat işe bir daha dönmedi. Evindeki üç beş parça eşyayı satıp şehirden ayrıldığını öğrenmiş danışmadaki görevliler. Doyle’a göre, daha önce yaptığı gibi, en büyük tutkusuyla baş başa kalmak için her şeyi bırakıp gitti. Bense hâlâ Fuat’ın beni soktuğu ikilemdeyim. Ama en azından artık kendime, gerçek yazarın kim olduğunu sorup durmuyorum. Bununla ilgilenmiyorum daha doğrusu. Çünkü biliyorum ki ben değilim.

Kapıyı tıklatmadan açtım ve bunun neticesinde, buraya gelene kadar adını koyamadığım duygunun öfke olduğuna karar verdim. Aslında bu karara varamasam da önemli değildi. Hayatımın ilk kavgasını çıkarmadan önce, henüz kafa kâğıdı vermediğim hislerimin zihnimi meşgul etmesini istemiyordum. Fırtınaları kıskandıracak hiddetle girdiğim odada kimsecikler yoktu. Sahibinin gün boyunca başını ekrana gömüp kocaman fotoğrafların altındaki üç satırlık magazin haberlerini okumaktan, züğürtlüğüne derman olmayacak türlü şans oyunları oynamaktan, beş cümleden oluşan pop şarkılarını zevkle dinlemekten başka bir şey yapmadığı bilgisayara doğru ilerledim; kapalıydı. Ne zamandır kapalı olduğunu kestirmek ümidiyle kasaya dokundum. Merhametim kadar soğuktu. Kendimi ikinci sınıf polisiyelerdeki karton dedektifler gibi hissedince çektim elimi. Masaya bir göz attım. Her zamanki ıvır zıvırın yanında, kapağında Zweig’ın bulunduğu bir dergi dikkatimi çekti.

Sayfalarını karıştırdım; altı çizili bir cümle, ilginç bir not aradım ama bulamadım.

Sayfalarını karıştırdım; altı çizili bir cümle, ilginç bir not aradım ama bulamadım. Etrafa bakınıp başımı kaşırken yan odadan bir tıkırtı geldi. Doğru ya, nasıl unutmuştum. Yeni gelen dergileri raflara yerleştiriyordu büyük ihtimalle. Gazı hafiften kaçan öfkemi muhafaza etmeye çalışarak yan odaya girdim. Yaklaşık üç aydır bolca zaman geçirdiğim ve artık senli benli olduğum, oturana rahat vermeyen iki tabureyle alçak masa, beni sabahın köründe görmeye alışkın olmadıklarından baktılar şaşkın şaşkın. Burası, yayımlanmış tüm dergilerin bir nüshasının bulunduğu şahane bir odaydı. Bu bölümü, kütüphanenin gediklisi olmama rağmen yaz tatilinin başında şans eseri keşfetmiştim. En üst katta, kapısında hiçbir tabela bulunmayan bu oda, o günden sonra yaz tatilimdeki değerli vaktimi harcamak için biçilmiş kaftan olmuştu.

-Fuat! Orada mısın?

Sesimin kütüphane adabına nanik yapmasının yanı sıra, samimi olmadığım bir beye de sadece ismiyle hitap etmiştim ama umurumda değildi. Öfkenin şemsiyesi altına sığınarak etrafındakilere her türlü kabalığı yapan insanlardan nefret ederdim ama şu an onları - en azından haklı olarak öfkelenenleri - anlıyor gibiydim. Biraz ötemdeki rafların arasından bir baş uzandı ve “Buyurun,” diye karşılık verdi. “Uzun zamandır buradayım, gelen giden yok. İsterseniz size ben yardımcı olayım.” Dikkatlice baktım, gözüm bu adamı bir yerlerden ısırıyordu. Ben bir şey demeden ağır adımlarla yanıma geldi. Her adımda daha aşina gelen bu yüzü, sahibi elini uzattığı an tanıdım. Diğer elinde “Binbir Gece Masalları”nı kapağına taşıyan bir dergiyi tutan bu adam Borges’ti. Uzattığı eli sıkarken “Sağ olun ama bana yardımcı olamazsınız,” dedim. “Fuat’ı arıyorum çünkü onunla görülecek bir hesabım var.” Gözleri memnuniyetle ışıldarken “Evet, belli oluyor,” diye atıldı. “Yüzünüzün her çizgisi, yaşamakta olduğunuz hikâyenin büyüklüğünü haykırıyor. O beyefendiyle aranızdaki husumetin kaynağı ne acaba? Dinlemek isterdim. Kız meselesi mi, para mı, atalarınızın sırtınıza yüklediği bir kan davası mı?”

Borges’in basmakalıp tahminlerinden duyduğum hayal kırıklığıyla yanımdaki tabureye çöktüm. Borges de karşıma oturdu. Alttan alttan suratına bakarken “Fantastiğe saygınlık kazandırsa da adamın kütüğü Buenos Aires işte,” diye düşündüm. Merakla beni izlemeye devam edince yere bakarak “Fuat buradaki dergilerden sorumlu,” diye anlatmaya başladım. “Ben de öğretmenim. Özellikle tatillerde sık sık uğrarım kütüphaneye. Bu dergi cennetini yaz başında keşfettim. Kusura bakmayın, kendimi tanıtmayı unuttum. Kafam çok karışık. Adım Şener Çevik. Beş yıldır öykü yazıyorum. Dokuz ayrı dergide, otuz iki öyküm yayımlandı. (Gözümün kuyruğuyla baktım, hiç etkilenmemişti.) Burada bana ilham perisini yollayacak, yazmaya devam etmem için ümit aşılayacak, cesaret verecek bir şeyler arıyor, bu sayede dergilerde yayımlanan öyküler, yazarlar hakkında bilgi edinmiş de oluyordum.”

Belki de yazmaya inatla devam etmemi bu marazi duyguya borçluydum.

Durdum, bu kısmı nasıl anlatacağımı bilmiyordum. Düşündükçe, anlattıkça farkına vardığım bir çiğlik vardı hikâyenin burasında. İlgi görmemekten, önemsenmemekten ileri gelen hastalıklı bir kendini beğenmişlik vardı. Belki de yazmaya inatla devam etmemi bu marazi duyguya borçluydum. Çaktırmadan baktım, Borges hikâyeme olan ilgisini kaybetmiş, elindeki dergiyi karıştırmaya başlamıştı. Fırsattan istifade ederek “Bir gün Fuat’la iddiaya tutuştuk,” diye devam ettim. “Edebiyatla anladığım kadarıyla pek alakası olmamasına rağmen, benden daha iyi öykü yazabileceğini ileri sürdü. Kan beynime sıçradı tabii ki. Oturup birer öykü yazdık ve bir belediyenin düzenlediği öykü yarışmasına gönderdik.” Başını dergiden kaldırdı, bezgin bakışlarla “Hikâyenin sonunda aslında sizin Fuat olduğunuzu, Fuat’ın da siz olduğunu mu anlayacağız?” diye sözümü kesti. “Böylece anlattığınızın etkisini kat kat arttırmış olacaksınız.” Şaşkınlıkla “Hayır,” diye karşılık verdim.

-Peki, o zaman aslında Fuat diye biri yok, değil mi? Siz kendi kendinizle bir yarış içindesiniz. Fuat bir metafor yani.

“Hayır efendim,” diye direttim. “Fuat da benim gibi kanlı canlı insan.” Çenesini kaşırken “Peki, bu Fuat, sizin şu ankinden daha genç ya da yaşlı haliniz olabilir mi?” diye sorunca sabrım taştı, ayağa kalktım ve “Beyefendi, biraz önce de söylediğim üzere Fuat basbayağı insan,” dedim. “Niye bir şaşırtmaca arıyorsunuz ki?” Cevap vermeden dergisinin kollarına döndü. “Beyimiz beğenmedi hikayemizi. Her şeyi olduğu gibi anlatıyoruz işte. Çoğu okur da bunu istiyor zaten. Hem nasıl yapayım ayaküstü o bahsettiğin alengirli oyunları?” Kös kös kapıya yönelirken “Ben sizin çalışmanızı bölmeyeyim,” diye mırıldandım. “Danışmaya sorayım, belki onların bir bilgisi vardır.” Danışmaya indim. Fuat bugün işe gelmemişti, kendisine cep telefonundan da ulaşamamışlardı. Bildikleri bu kadardı. Israr etmeme rağmen telefon numarasını ya da evinin adresini vermediler.

Poğaçamı zorla yiyip çayımı gıdım gıdım içerken Sait Faik geldi, karşımdaki sandalyeye teklifsizce oturdu.

Ben de açlıktan başım dönmeye başladığından kendimi kütüphanenin karşısındaki Eftalikus’a attım. Buradan kütüphane kapısını kolayca kesebilir, Fuat gelirse ensesinde bitebilirdim. Poğaçamı zorla yiyip çayımı gıdım gıdım içerken Sait Faik geldi, karşımdaki sandalyeye teklifsizce oturdu. Takım elbisesinin üstüne krem rengi bir pardösü giymişti. Hemen toparlandım, misafirime bir çay söyledim. O da bu arada cebinden bir tabaka çıkardı, açıp bana uzattı. Kullanmadığımı söyleyince yüzüne çocuksu bir şaşkınlık yayıldı; ardından kendisi bir tane yaktı; dumanı, gökyüzüne bakarak zevkle ciğerlerine çekti. Ona sorular sormak, içimi dökmek istiyordum ama nasıl başlayacağımı bilemiyordum. O da bunun farkındaydı sanki. Cesaretimi toplamam için mühlet vermişçesine yavaş yavaş çayını yudumluyor, etrafı seyrediyordu.

-Gerçek yazar kimdir?

Soruyu sormamış, ortaya atıp kaçmıştım. Sigarasının külünü silkerken “Büyük adamlara sorulacak, büyük laflarla cevaplanacak bir soru bu,” dedi. “Ne desem ki, ben hikâyenin nasıl yazıldığını da pek bilmem.” Gülümseyerek başımı eğdim. Ona bakınca sadeliği, zevk için yazmayı unuttuğumu fark ediyordum. Bu adam, yazdıklarını ölümünden on yıl sonra okuyan birileri çıkarsa kendini bahtiyar sayacak bu adam, dünyayı terkinin üzerinden yarım asırdan fazla geçmesine rağmen büyük bir tutkuyla okunmaya devam ediyordu. Bunu tüm sadeliğiyle, yazmaksızın duramadığı ve incir çekirdeğini doldurmayacak konuları ele aldığını düşündüğü öyküleriyle başarmıştı. Bense her öykümde röveşataya yatmaya çalışıyordum. Hem bir süredir fark ettiğim üzere artık umutla değil hınçla yazıyordum. Bunu eski hâline döndüremeyeceğimi de adım gibi biliyordum çünkü artık içimde yazmaya dair pembe umutlardan ziyade kendimi ispatlamaya dair kapkara bir hınç vardı. Borges’e anlattıklarımı tekrarladım ve “Öykümün birinci geldiğinin açıklandığı gün, koşa koşa kütüphaneye gittim,” diye devam ettim. “Fuat’a bir araba laf soktum, şımarık çocuklar gibi alay ettim onunla. Tüm sataşmalarımı, eğlendiğini ifade eden bir gülümsemeyle izledi. Çok eğlendiğinden de eminim. Meğerse...” Sıkıntıyla alnımı karıştırdım, sağa sola baktım ve cümlemi kustum:

-Meğerse kazanan öyküyü o yazmış.

-Anlamadım?

-Yani yarışma için yazdığım öyküyü okumuş, konuyu ve karakterleri eğip bükerek aynı başlıkla yepyeni bir öykü kaleme almış ve benim adıma o yarışmaya göndermiş. Bunu ancak orada, ödülü aldıktan sonra öykümü salondakilere okurken anladım.

O an neler hissettiğimi hatırladım. “Bu benim öyküm değil,” diyemeyip sesim titreye titreye öyküyü okumamı... Okuduğum öykünün benimkinden her yönüyle kat be kat iyi olduğunu fark etmemi... Sait Faik, çenesini sıvazlayarak bir müddet düşündü, ikinci sigarasını yakarken sordu:

-Peki, neden böyle bir yarışa girdiniz?

Bunu ona nasıl anlatacaktım? Hafiften kızardığımı hissettim. O zaman zevkle Fuat’ın üstüne saldığım kibrim, şimdi kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, kaçacak yer arıyordu. Odayı keşfettikten iki hafta sonra, iyi olduğunu düşündüğüm öykülerimden birinin yer aldığı bir dergi seçip güzel bulduğum cümlelerin altını kurşun kalemle çizmiş ve dergiyi arasında kalemle - kalem elbette öykümün bulunduğu sayfadaydı - çaktırmadan Fuat’ın masasına bırakmıştım. Birkaç gün sonra da ikincisini. Bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Sanırım yazdıklarımın okunduğunu görmek istedim. Yazdıklarım nedeniyle birinin bana saygı duymasını istedim. İlk dergiyi bıraktığımda tavırlarında bir farklılık göremedim ama ikincisini bıraktıktan sonra, bana bir şey söylemek istiyormuş da cesaret edemiyormuş gibi geldi. Büyük ihtimalle öyküleri okudu, beğendi ve bana yazarı hakkında sorular soracak diye düşündüm. Bu saçma düşünceyle üçüncü dergiyi masasına bırakırken suçüstü yakalandım. Fuat gözlerini ekrandan ayırmadan “Lütfen dergilere zarar vermeyin,” dedi.

“Onlar bana zimmetli.” Ne diyeceğimi bilemeden bakakaldım. Yaptığımın gülünç, çocukça, zavallı bir kendimi ispat çabası olduğu gerçeği geldi zihnime çakıldı. Canım acıdı. Hiçbir şey söylemeden odadan çıkıp gitmek ve bir daha buraya dönmemek istedim ama içimdeki yazar bozuntusu rahat durmadı. “Benim adım Şener Çevik. Dokuz ayrı dergide yaşımdan fazla öyküm yayımlandı!” diye bağırdım. “Genç bir öykücüyüm ben. Dergilere nasıl davranacağımı mabadını kaldırıp yeni gelen dergileri raflara dizmeyi bile beceremeyen, hatta buradaki güzelim dergileri tozlu raflarda çürümeye terk eden bir ekran budalasından öğrenecek değilim.” Başını ekrandan yüzüme çevirdi ve “Dergiler raflara zamanında yerleştiriliyor,” diye karşılık verdi. “Ayrıca ne raflar tozlu ne de dergiler çürüyor.” Bir süre öylece bakıştık. Ayakta duruyordum sap gibi. Onun da ayağa kalkmasını istiyordum çünkü ancak o zaman gırtlağına layıkıyla sarılabilir, amansız bir kavga başlatabilirdim. Hem birkaç yumruk yersem belki canımın acısını da unuturdum. Ben bir şekilde canını yakmak için yanıp tutuşurken, o ifadesizce sordu:

-Öykücü müsünüz?

-Masanıza koyduğum dergilere göz atmadınız mı?

Daha soruyu sorarken cevabı bildiğimi hissettim. Elbette göz ucuyla dahi bakmamıştı. Masanın üstündeki dergiye utangaç bir nazar atarak “Bu ara pek bir şey okumuyorum,” dedi.

-Cin Ali’den sonra da okumalar yaptınız yani? Ben zirvede bıraktınız sanmıştım.

Kızmasını bekledim ama aksine gülümsedi. “Okudum elbette,” dedi. “Ne bulduysam okudum. Sonra anladım ki gerçek yazarların yazdıklarının haricindekileri okumak zaman kaybından başka bir şey değil. Özellikle de kimsenin okumadığı dergilerde öyküleri yayımlanınca sevinen, öykü dedikleri anıdan bozma şeylerde hayal kırıklıklarını anlatmaktan, başarısızlıklarını ortaya serip kendini okura acındırmaktan başka bir şey yapmayan amatörleri okumak...” Sözleri, yıllardır kendime sormaya çekindiğim, ulaşamayacağıma emin olduğum yerlere kaldırdığım soruları bir kalemde önüme sermişti. “Yazdıklarım değerli miydi?”, “Öykülerimi okuyan var mıydı?” en önemlisi de “Ben gerçek bir yazar mıydım?” Elimi yüzümden geçirdim, yere baktım. Bu sözler, hiç de edebiyattan anlamadığına kalıbımı basacağım bir adamdan çıkıyora benzemiyordu. Ama belki de edebiyatın kıyısından geçenlerin çoğunun yaptığı gibi beylik lafları ezbere sıralamaktan başka bir bildiği yoktu. Başımı asice kaldırıp yüzüne baktım ve onu kenara sıkıştıracağımı düşünerek sordum:

-Gerçek yazar kimdir?

Durdu, alnını karıştırdı. Söyleyeceklerini özenle seçmeye çalışıyor gibiydi. Kalemlikten bir kalem aldı, parmaklarının arasında evirdi çevirdi. Sonra yüzü aradığını bulmuşçasına aydınlanarak konuştu:

-Zweig’ın Satranç’ını okudunuz mu?

Bunu neden sorduğunu anlayamadım. Gerçek yazar olmakla Zweig’ın Satranç’ının ne alakası vardı? Bu adam aklınca benim edebiyat bilgimi mi sorguya çekiyordu? “Zweig’ın Satranç’ının yanında, iki kitabını daha okudum,” diye yanıtladım sorusunu. “Siz kaç kitabını okudunuz?” Konuşmanın başından beri durgun denizleri hatırlatan yüzü karıştı, elindeki kalemi masaya fırlatarak “Gerçek yazar kimdir bilemem ama sizin olmadığınız kesin,” diye çıkıştı. “Bilmem kaç dergide bilmem kaç öykünüz yayımlanmış olursa olsun, şimdi yazsam sizden daha güzel yazarım.” Neredeyse sevinçten kahkaha atacaktım. Sert kayaya çarptığının farkında değildi. Bu kendini bilmezliğini pahalıya ödetecektim. O coşkunlukla iki elimi masaya vurarak suratına doğru eğildim ve “Hodri meydan!” diye kükredim. Sonrası çorap söküğü gibi geldi. Fuat, yazacağımız öyküleri, değerlendirilmeleri için belediyelerden birinin açtığı bir öykü yarışmasına göndermeyi önerdi. Ben de ne zamandır şansımı öykü yarışmalarından birinde denemek istiyordum. İçim öyle kör bir hınçla dolmuştu ki o an ne yazsam muhteşem olacağı inancına kapılmıştım.

Fuat da kendine bilgisayarından bir sayfa açtı ve yazmaya başladık.

Belki yarışmayı kazanamayabilirdim ama ben kazanamazsam Fuat’ın kazanma ihtimali zaten yoktu. İkimiz de kazanamazsak berabere kalırdık, olur biterdi. Rastgele seçtiğimiz ilanlardan biri üzerinde anlaşınca ben yan taraftaki masayla taburelerden birini getirdim. Dizüstü bilgisayarımı çantamdan çıkarıp açtım. Fuat da kendine bilgisayarından bir sayfa açtı ve yazmaya başladık. Yaklaşık beş saatte yazdığımız öyküleri - birbirimizinkileri okumadan - bahsettiğim yarışmaya gönderdik. Sait Faik üçüncü sigarasını yakarken “Yazmak istediğiniz an yazabilmeniz ne güzel,” dedi. Acaba laf mı sokuyor diye şöyle bir baktım, samimiydi. Mahcubiyetle kafamı kaşıyarak “Yazacağım şey zaten uzun zamandır aklımdaydı,” dedim. “Bitirmiştim kafamda öyküyü, sadece yazması kalmıştı. Yoksa ben de zor yazarım. Bu işe biraz da Fuat’ın o kadar kısa sürede hiçbir şey yazamayacağına inandığımdan girdim. Zaten yazmamış sanırım, beni kandırmış. Nasıl yaptı anlamıyorum, gözlerimin önünde gönderdi öyküsünü. Ben de ellerimle gönderdim kendi öykümü.”Sait Faik’in can alıcı sorusu, üçüncü sigarasından iki nefes aldıktan sonra geldi:

-Siz Fuat’ı niçin arıyorsunuz?

Ben Fuat’ı niçin arıyordum? Sabahtan beri öfke, hesap sorma diye sayıklıyordum ama bilmiş yanım buna bıyık altından gülüyordu. Ne öfke beni yönlendiren tek duyguydu, ne de tek amacım hesap sormaktı. Ona öfkeliydim, düşmandım, hayrandım; kim olduğunu öğrenmeye meraklıydım, bana oynadığı oyunun hesabını sormak, bunu neden ve nasıl yaptığını öğrenmek, kendi öykümün başına ne geldiğini, onu okuyunca ne düşündüğünü sormak, ondan nasıl bambaşka, daha güzel bir öykü meydana getirdiğini bilmek istiyordum. Ne diyeceğimi kestirmeye uğraşırken kaybolmuşum. Tekrar yüzeye çıktığımda Sait Faik çoktan gitmişti. Ben de yazarken çoğunlukla yaptığım üzere içimden gelen sesi dinleyip kütüphaneye, Fuat’ın odasına döndüm. Odaya girince Fuat’ın masasını karıştıran süpürge bıyıklı Arthur Conan Doyle ile karşılaştım. Şansım yaver gidiyordu.

Doyle beni ölçülü bakışlarıyla şöyle bir tarttı ve oturmamı işaret etti. Aslında masanın önünde oturabileceğim bir şey yoktu. Bunu, kaleme aldığı Sherlock Holmes öykülerinden kalan alışkanlığa yordum ve yan odadan bir tabure alıp karşısına kuruldum. Başımdan geçenleri noktası virgülüne anlatırken beni, Sherlock’u hatırlatan bir şekilde gözlerini kapatıp parmak uçlarını birleştirerek dinledi. Anlattıklarım bittiğinde derin bir nefes alarak “Onu belki de bir daha bulamayabilirsiniz,” dedi. Kendimden emin bir halde “Sanmam,” diye karşılık verdim. “Burası onun iş yeri. Bugün olmasa da yarın gelir. Ya da öbür gün. Ama elbette gelir.” Başını salladı ve “Fuat sandığınız gibi biri değil,” dedi. “Siz onu alelade biri olarak anlattınız ama bence aslında oldukça sıra dışı. Yaptığım araştırmalara göre üniversite eğitimini iki kere yarıda bırakmış. İlk bıraktığı bölüm hukuk, ikincisiyse siyasal bilimler.”

-Aynı kişiden bahsediyoruz değil mi?

Küçümseyici gülüşüyle “Sosyal medyaya arada bir göz atın,” dedi. “Şu ünlü sosyal paylaşım sitelerindeki herkese açık hesaplarında bir gezinti yaptığınızda bunu kolayca görebiliyorsunuz. Arkadaşınızın adını arama motorundan arattığınızda ise iki yıl öncesine kadar çeşitli dergilerde birçok öykü yayımladığı ortaya çıkıyor. Hatta birkaç öykü yarışmasında ödül kazandığı. Sonra bu öyküler bıçak gibi kesilmiş. Anladığım kadarıyla aşağı yukarı burada işe başladığı tarihlerde.” O öyküyü yazabilen birinin elbette belli bir yeteneği, birikimi olması gerekirdi ama bu kadarını tahmin edememiştim. Kendi kendime “Neden anlatmadı?” diye mırıldandım. Doyle “Bence anlatacaktı,” diye devam etti. “Siz ondan gerçek yazarı tanımlamasını istediğinizde size Zweig’ın Satranç’ını okuyup okumadığınızı sormuştu. Oradan yola çıkarak size gerçek yazarı yani kendini anlatacaktı. Verdiğiniz cevaba nasıl kızdığını hatırlayın ve şu anda masanın üstünde bulunan dergiye bakın. Kapağında Zweig var. Fuat buralardan tamamen gideceğinden ve sizin buraya hesap sormaya geleceğinizi bildiğinden bir ipucu bırakmış.” Boş boş baktığımı görünce bıkkınlıkla “Oradaki Doktor B.’yi anımsayın,” dedi.

“Mükemmel bir satranç oyuncusuydu. Satranca kendini o kadar kaptırıyordu ki gerçekle hayali karıştırıyordu. Bu nedenle de satrançtan uzak duruyordu. Fuat da bu yüzden yazmıyordu işte. Yazdıkça yaşayamadığı için. Hayattan ürkütücü ve yaralayıcı bir şekilde koptuğu için. Ben öğrenimini iki kez yarıda bırakmasını bu tutkuya bağlıyorum. En sonunda yazmayı bırakıp kapağı bir memurluğa atmayı ve kafasını dinlemeyi seçti ama yine başaramadı. Siz onun bin bir emekle dindirdiği yazma isteğini farkında olmadan tetiklediniz. Size bir ders vermek istedi ve bunu kibrinize saldırarak yapmaya karar verdi. Siz karşısında öykü yazarken o, size gösterdiği ilandakine benzeyen bir elektronik posta adresi aldı. Gözlerinizin önünde önce kendi öyküsünü - büyük ihtimal kopyala yapıştırla oluşturduğu bir belge - gönderdi. Sonra siz de aynı adrese öykünüzü gönderdiniz. Siz gittikten sonra da öykünüzü okudu, yeniden yazdı ve öyküyü, öykünüze iliştirdiğiniz iletişim bilgilerinizi kullanarak bu sefer doğru adrese gönderdi. Yarışmayı kazandım diye sevinerek gittiğiniz salonda, Fuat’ın öyküsünün sizinkinden daha güzel olduğunu sizin gibi biri için akla gelebilecek en gurur kırıcı şekilde öğrendiniz.”

Ben bir şey demeden önüme bakarken Doyle “En kötüsü de sizi zor bir kararla baş başa bıraktı,” dedi. “O öykünün gerçek yazarının kim olduğunu açıklayacak mısınız, yoksa bunu kendinize saklayıp size ait olmadığını içten içe bildiğiniz bir ödülü sahiplenmeye mi çalışacaksınız?”

***

Fuat işe bir daha dönmedi. Evindeki üç beş parça eşyayı satıp şehirden ayrıldığını öğrenmiş danışmadaki görevliler. Doyle’a göre, daha önce yaptığı gibi, en büyük tutkusuyla baş başa kalmak için her şeyi bırakıp gitti. Bense hâlâ Fuat’ın beni soktuğu ikilemdeyim. Ama en azından artık kendime, gerçek yazarın kim olduğunu sorup durmuyorum. Bununla ilgilenmiyorum daha doğrusu. Çünkü biliyorum ki ben değilim.