Gerçekliğin icadı

SEDAT DEMİR
Abone Ol

Her hikâye kendi teorisini doğurur. Biriciktir. Münferittir. Kendisinden neşet edip kendisine düşer. Nefes alması, kanatsa kanat, solungaçsa solungaç bunlar açıp kapatması için eşlikçiler arar durur tabi, yolda birileriyle karşılaşır. Okura. Eleştirmenlik denilen bir meslek var, hikâyeyi çoğaltır. Hikâye hakkında ister yazsın bir mecrada ister yazmasın okurken metni çoğaltan kişidir.

Bir Savaş Meydanı Olarak Kurmaca.

Tarihe ve kurmacaya fazlaca ilgi duyan iki farklı okur arasında şu diyaloğun işitilme olasılığı bilinir: "Siz edebiyatçılar ne kadar da yalancısınız öyle. İşiniz gücünüz yalan söylemek." "Siz tarihçilerden daha az yalan söylediğimiz doğrudur. Hele hele sizin beş vakanüvisinizin söylediği birbirini tutmaz iken." "Yine bir safsata." "Sizin beş yazıcınızın söyledikleri birbirine benzemez. Kalkanlar, kargılar, oklar, tüfeklerin hesabı, renkleri birbirine uymaz bir türlü. Hâlbuki bizim oluşturduğumuz gerçekliklerle söylediğimiz hakikatler ise topraktan arşa yükselir. Yükselirken hem boşlukta hem de okurun zihninde binlerce yıl yankılanır.

Unutmadan,

Bu sınırlar çizildikten sonra, tarih ile yazını savunanların arasında herhangi bir konuşma olası değil. Ancak yalancılıkla suçlanan edebiyatçının belleğinde şunlar akıyor olsa gerek. "Siz tarih yazarlarının tek amacı okuru doyurmak. Ona güvenli bir alan sunup, rahat bir oturak sunmak. Bir destanın, bir masalın, bir hikâyenin alışkanlığı ise okuyanı kaşındırmak, yollara salmak, huysuzlandırmak, yolları çatallandırmak, çatalları çoğaltmak, onu yalnız ve aç bırakmak. Hangi yalan başarabilir bunu, başka hangi güçlü yalan." Daima böyle olur bu.

Dağların Ardından Gelen Ses.

Daima böyle olur bu. Edebiyat okuru, yazarı anlamsızlığın sığlığından bu dünyanın sıkıcı gerçeklik ovasından çıkar gibi düzlüklerden dağlara, kocaman yaprakların göverdiği ormana doğru yürür. Yola çıkan okurun başı beladan kurtulmaz. Şu an ben bunu uyduruyor olabilirim, şunu: İster dilden yana olsun ister dile doğru her güçlü kurmaca cümlesi gökyüzünde sallanır, sallana sallana bin yıllarca ballanır, okurun kulağına süreksizce çalınır. Hakikatin yankısıdır bu. Ne Twitter'dan çıkar bu ses, ne bir gazetecinin tuşlarından, ne de bir akademisyenin gözlerinden. Bunların gürültüsü arasından sıyrılıverir hikâyecinin sesi, tüm ululuğuyla.

Edebiyat okuru, yazarı anlamsızlığın sığlığından bu dünyanın sıkıcı gerçeklik ovasından çıkar gibi düzlüklerden dağlara, kocaman yaprakların göverdiği ormana doğru yürür.

Unutmadan,

Dilden yana olan cümle dizgeler, var olan dile yaslanır, onun imkânlarından faydalanır, defterlerdeki çizgiler gibi dümdüzdür. Bu çizgileri bir ayrılık, bir ölümle baştan çıkartmaya çalışır ama olmaz. Kronik bir uzamda çoğalır. Ah! Mine'l Aşk. Daha çoğalacaksa metin dile doğru ilerler. Bir bıçak gibi kelimelerin altını deşer, anlam damarlarını keser atar. Dili oyar, söz dizimini. Dilbilgisini havaya uçurur. Okurun alışkanlık zulalarını patlatır. Kıpkırmızı. Kan gövdeye bürünür. İşte tam da bu anda hikâyeci okurdan suç ortaklığı ister, daha çok işbirliği. Çok uzaktan sesi gelir okura, gel ortalığı temizleyelim, diye, bilgece.

Göz Gözü Görmüyor.

Hep pus. Karşılaştığı her kahramanı birine benzetir okur, sisin altında. Her şeyi bir şeye. Başkasının hayatıdır baktığı, ama tam da kendisininkine benzer. Bir anda ortak yaşamı oluverir, yaşadıklarını kahramanla paylaşma yüz tutar. Yüzü vardır buna, çünkü hikâyeciyle birlikte yapar bunu. Hem kahramanı hem yaşadıklarını. Biraz daha dikkatli baksa, yazarın da bir yolcu, bir okur olduğunu fark eder sisin altında. Yazar da yaşadıklarını, deneyimlerini, birikimlerini, başkalarının seslerini, kitapları okurken okuduklarını yeniden okur. Anlatırken ya da yazarken, düpedüz yolcu gibi bir okurdur. Okuru evcilleştirmez, yoldan çıkarır demiştik. Bunu yaparken sırtını, ensesini geleneğe yaslar. Yüzünü, alnını geleceğe dayar. Gözleriyle yeniyi arar, eskiden beslenirken geleceği müjdeler. Beslenmeli, muştulamalı. Yoksa bunca yol tepmiş, onunla bununla kavga etmiş, şunun bunun kanına, mürekkebine bulaşmış ideal okuru nasıl davet edecek oyununa. Büyük anlam zincirinde bir halka olmalı hikâyecinin belleyip dediği.

Unutmadan,

Unutulmayan metinlerin, okur güncesinde yıllarca gezip dolaşmasının başlıca nedenleri vardır.

1. Görgü: İlk belirgin tutum belirli sınırların, kuralların varlığını usulca kabul etmek olsa gerek kurmaca yazarken. Bu kurallar aynı zamanda baş edilmesi, yıpratılması gereken sur duvarları. Bunun farkında olmak bir güç. Bu güç kadim yasaları yeniden yapmaya yardımcı olur.

2. Yordam: Yazanın üzerinde yürüdüğü yol, yöntem. Kendi anlattıklarının sınırlarını, burçlarını yoklamanın farklı bir heyecanı var. Kişi kendince belirler yöntemini.

3. Teknik: Görgü ve yordamı oluştururken hemen yazanın hemen yanı başındaki yardımcıları. Birden geliverir bunlar. Teknikler kurmacanın yerlemlerini güçlendirirken, içinde birden fazla teknik bulunması bir hikâyede, tekniklerin varlıklarının çarpımlarından çok daha fazla imkân, dolayısıyla zenginlik sunar yazana.

4. Bilinç: Edebi metinlerde derli toplu biçimde yaklaşımının hem etkilenme endişesi taşıması hem de bu etkiye baskınlık kurarak yoluna devam etmesi. Her yazan az çok öykünür, öykündüğünü bilir, ayrıca yazdığının kendi tarihsel evrenini hissederken edebiyat tarihinde de nerelere denk düşeceğini duyumsar. Bir yandan da geleceğe yaslanır, yeniye. Ne yaptığını bilen, nasıl yazdığını bilen yazarın bilincidir bu.

Karşılaştığı her kahramanı birine benzetir okur, sisin altında. Her şeyi bir şeye. Başkasının hayatıdır baktığı, ama tam da kendisininkine benzer.

Bu Yol Nere, Bilinmez.

Propp durakları koymuş, Campbell yolu çizmiş, Şekspır bey hâlihazırda her bir şeyi anlatmış. Süleyman peygamber her taşın altı doldu demiş, ta ne zaman. Netflix bunları başından sonuna tekrar kurgulayıp kodlamış. En değme video oyunlarının yazılımları bu metinlere yaslanmış. Ne anlatacak ki hikâyeci? Ama okurunu dağına, ormanına çağırabiliyorsa bu devirde hikâyeci, demek ki çıkını sağlam. Anlatıcısını güçlendirmek için yüz bin kelime, yüzlerce teknik, onlarca ustası var. Hangi tekniği hangisiyle böleceğini, hangi çelişkiyi kimin sorunsalıyla çarpacağını iyi biliyor. Nerede başlatacağını, bitireceği kendisinde sır. Belirsizliğin gölgeli yamaçlarını ezberlemiş. Hikâyesinin öncesini, sonrasını çok güzel saklamış, anlatacaklarının tamamını okurun kucağına bilmeceler, bulmacalar yumağı gibi bırakmış. Sabırlıysa okur, bu olanaklar dünyasının içinden kendisine bir baş, bir son bulabilecek. Sisler Bulvarı'nda. Zemin oynak ama güçlü, yıkılmıyor. Okur, kurgunun içinden çıkıp kendini ve metni yeniden göremese bile içeriğe gönül düşürebilecek, bağlanabilecek. Mümkünse veya takip edebileceği izlek'i kendisi oluşturabilecek. Sonsuz bir izlek.

Unutmadan,

Kurmaca, kendi içerisinde olasılıklar meydanı, kelimeler tamamlandığında meydandan yüzlerce sokaktan birisi tercih edilebilir. Cümleler bitip sokak tercih edildiğinde ne yazık ki yine kurmacanın içinden çıkılamaz, okumaya başlanarak artık davete icabet gösterildiği için. Açıkçası kurmaca, yazarın yazınsal iletişimin etkisini kendi oluşturduğu özgül bir sunumunu her okurun kendine göre yeniden anlamlandıracağı şekilde gösterdiği çabanın son halidir, bir sonucudur. Kurmacanın güzel alışkanlıklarından birisi de arsızlığıdır. Eşyaya ve boşluğa cömertçe anlam verir, hemen ardından başka yapıtlarda kullanmak üzere bencilce geri alır. Ödünç alma da değil bu. Vermez. Aynı talebi roman ya da öykü, kendinden önceki metinlerden yapar. Talep ederken alacağını almıştır bile. Biraz daha ileri gider hatta. Sinemadan, tiyatrodan, fotoğraftan da alır. Nihayetinden sadece birer metindir onlar da. Tarih ve sosyoloji de bu gasptan nasibini alır. Onları arzular sadece, onlardan alırken bir gönül bağı bile kurmaz hiçbiriyle. Onların da kendisi gibi bir kurmaca olduğuna inanır.

Bir Hikâye Yolda Kimlerle Karşılaşır.

Her hikâye kendi teorisini doğurur. Biriciktir. Münferittir. Kendisinden neşet edip kendisine düşer. Nefes alması, kanatsa kanat, solungaçsa solungaç bunlar açıp kapatması için eşlikçiler arar durur tabi, yolda birileriyle karşılaşır. Okura. Eleştirmenlik denilen bir meslek var, hikâyeyi çoğaltır. Eleştirmen kuşkusuz rahatsız edici bir kelimedir. Kötü duyguları giderelim şimdi. Öncelikle eleştirmen okurdur, okurluk loncasının üyelerinden. Okurluk mesleğini ifa eden yazar, çevirmen, editör gibi ekibin içindedir. İdeal veya Örnek okur diyebilir miyiz? Başka ne diyebiliriz ki hazretlerine. Hikâye hakkında ister yazsın bir mecrada ister yazmasın okurken metni çoğaltan kişidir. Hem hikâyeden bağımsız bir yapıttır eğer yazdıysa hakkında, ayrıca hikâyeye yaslanır, her hikâyenin ihtiyacı olan işbirlikçidir eleştirmen. Kılavuz.

Açıkçası kurmaca, yazarın yazınsal iletişimin etkisi-ni kendi oluşturduğu özgül bir sunumunu her okurun kendine göre yeniden anlamlandıracağı şekilde gösterdiği çabanın son halidir, bir sonucudur.

Unutmadan,

Kimler bir hikâyeyle ne zaman karşılaşır? Herkes ve her zaman. Açılır açılmaz baktığı yeri eğip büker göz. Kendince. Gördüğünü görenin hakikati yapar. Olduğu veya olması gerektiği gibi görme işine müspet veya beşeri bilimler bakar. Ama bunların hiçbiri kendi usulleri içerisinde hareket ettiklerinde herhangi bir şeyi bizim yapmaz. Biz bir şeyi anlam ve estetik açısından bizim olması için doğar doğmaz kurmacayı icat ettik, ölünceye kadar da tadından vazgeçmeyeceğiz. Gerçekliğimiz oradadır, yeniden kurduğumuz dünyada. Kurmacayla her an yeniden icat ederiz gerçekliğimizi. Gerçekliklerimizden başka ne var ki elimizde?

Kurmacanın Kıyafetleri, Zırhları.

Her metnin bir alıcısı, müşterisi var, bir de alımlayıcısı. Bir okuyucusu var, bir de okuru. Kitapçılar, ödül veren makamlar, akademisyenler, dergiciler, kütüphaneciler, muhabirler ne ki tasnife ihtiyaçları vardı. Onu zapturapt altına almak için hikâyeyi roman, ayrıca öykü diye diye alıcılar, okuyucular için ikilediler. Her şeyin şahidi edebiyat tarihi ikisine de kurmaca deyiveriyor. Kıyafete, zırha gerek duymadan. Önemsiz gibi görünüyor bu malumat, değil, hemen iliştirelim çizelgemize. Ne diyeceğiz Sebald'in, Danielewski'nin yazdıklarına? Cervantes'e bin şükran, çok teşekkür ama yeniden konuşmalı bunları. Gözden geçirmeli.

Unutmadan,

Bir kurmaca, eğer kurmacaysa, uzun ya da kısa değildir, olması gerektirdiği kadardır. Roman, öykü, küçürek olanı, novella ya da diğerleri. Tamamı hikâye. Gelecek zamanlar, kurmacanın tür ayrımının eli kolu bağlayan zincirlerden herkesi kurtaracak, yazılanlar özgürleşecek. Kurmacanın kıyafeti de zırhı da kelimeler, cümleler. Sayfalar, formalar, ciltler, kapaklar değil, kitaplar bile değil.

Her Kurmaca Bir Oyun Daveti.

Ama çok ciddi bir oyun kurmaca. Ölümcül, tehlikeli. Kurmacada kazaya yer yok. Bir anda bir şarlatan kumpanyasının çadırı gibi çöküverir herkesin tepesine, vallahi. Kalakalınılıverir kuş ötmeyen, ot bitmeyen dağın ortasında. İyi kurmaca öte yandan ele geçirilebilirliğiyle ölçülmeli. Ele geçirilemeyen metinler aynı zamanda okurun mezarına değin ciğerinde, yüreğinde yana yana, kendi zihni içinde döne döne götürdüğü hikâyelerdir. Kurmacanın hası böyle ölçülür biraz da. Tamamlanmamış yapıtlardır bunlar. Açık kitaplardır. Dönülür dönülür yine okunur, santimi santimine bellektedir ama hasret duyulur kendilerine. Davetini gönderir, gidilir, öyle icap eder, ama son nefese kadar orada kalınır. Farklı açılardan, defalarca okunur, algılanır, tekrar edip durur bu, tekrar ettikçe sis çöker, yankı yükselir. İster modernler epistemoloji, ister postmodernler ontoloji desin, daima böyle olur bu.

Unutmadan,

Her okurun kendince anlamlandırması, gördüğü soruları kendince, (şöyle de denilebilir: kendi epistemolojisi, ontolojisi düzeyinde) cevaplaması için hesaplanmış hikâyenin davetinden söz ediyoruz burada. Dünyanın yörüngesini soruşturan, yazar tarafından her okur için yanıtlayabileceği, dolayısıyla herkesin estetik, yanı sıra anlam sorgusunu hazırlanan, kim okuyorsa kendi dil, kurmaca bilincini ekleyebileceği, içinde sınırsız bir yanıt alanının oluştuğu, tüm tezatların birbirine komşu akraba olduğu bir davet bu. Soru tek, sınırsız cevap. Hermetik Semiosis. Evren koca bir kurmaca ve bu kurmacanın sunduğu kendinden geniş, sınırsız anlam. Büyük metin, bitimsiz haz. Keyifli okumalar.