Gittim ve döndüm

ALİ YAĞAN
Abone Ol

Günümüzün seyyahları, kaşifleri, okur ve yazarlardır. Manguel'in dediği gibi "Bizler toplumun kurallarına uyması gereken sosyal hayvanlar olsak bile, dünyayı sözcüklere dökerek, o sözcüklerle deneyimlerimizi yeniden canlandırarak yeni baştan tahayyül ederek öğrenen bireyleriz de aynı zamanda." Burada yeni baştan tahayyül etmek konusunu önemsiyorum. Çünkü Aykut Ertuğrul'un hazırladığı Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı tam da bunu amaçlıyor.

Hobbit kitabının kahramanı Bilbo Baggins için gitti ve döndü ifadesi kullanılabilir. Gitmek kitabın kapağının açılışı dönmekse kitabın kapanışı gibidir. Bilbo bu hikâye ve sonrası içinse, sonum başlangıcımdır da diyebilirdi. Bilbo'nun dönüşü ya da hikâyesinin sonu sandığımız kısmı ise Frodo Baggins'e düşen mirastır. Miras yol ve maceradır. Frodo 'ya düşen bu miras insanın da ilk atasından aldığı mirastır aslında. "Sonum başlangıcımdır" diyebilecek en önemli kişiler bizim için Âdem ve Havva'dır. Onlar dünyaya iner ve geri döner, bizler onların bıraktığı mirasla düşe kalka, güle eğlene, yol almaya devam ederiz. Bilbo Baggins 'in Frodo ‘ya bıraktığı miras esasında dağların kalbinde bulduğu yüzüktür. Bizim ilk atamızdan aldığımızsa (original sin) ilk günahtır ve bu üzerimizde tıpkı yüzük gibi her zaman başkalarından saklamamız gereken ve ortaya çıkmak için can atan karanlık yanımızdır. Peki, aslında ilk günah nedir; ilk günah bir keşiftir; çıplaklığın ve utancın keşfi. Hem Frodo'nun mirası hem de bizimki bir cezadır. Bir keşif sonucu Frodo ve dostlarının hepimizin imrenebileceği cennet benzeri yaşamı son bulur ve daha önce hiç görmedikleri coğrafyalarda zorluklar içinde maceralara atılırlar. İnsan için de bu böyledir.

Hobbit

Âdem ve Havva yasak elmayı yemeselerdi ve çıplaklıklarını keşfetmeselerdi biz de belki bizim için "shire" olan cennetimizde yaşamaya devam edebilirdik. Âdem ve Havva ne zamanki çıplaklıklarını keşfedip, incir yapraklarına sarındılar ve tanrıdan utanmaya başladılar, o zaman başlarına büyük bir iş geldi; düştüler yola. "Ve kadın ağacın meyvelerinin yemeye değer olduğunu gördü, göze hoş göründüğünü gördü ve bilgilenmek için bu ağacın arzulanması gerektiğini anladı ve meyveyi kopardı ve yedi; kendisiyle birlikte kocasına da verdi ve o da yedi. İkisinin de gözleri açıldı ve çıplak olduklarını gördüler ve incir yapraklarını birbirine ekleyip önlerine örtü yaptılar... ve yüce Tanrı erkeği çağırdı ve ona şöyle dedi: "Nerdesin?" Ve erkek de dedi ki: "Sesini bahçeden duydum ve korktum; çünkü çıplaktım ve saklandım."

Anlaşılacağı üzere keşif aslında görmekle ilgili bir durum. Gören gözdür kâşifinki. Bu durumda şunu da unutmamalı ki görülen, kâşifin gördüğü biçimiyle çıkar ortaya. John Berger'in Âdem ve Havva için söylediği gibi çıplaklık bakanın zihninde doğmuş oldu. Yani Havva tek başına çıplak değildir ya da Âdem; onlar birbirlerini gördükleri biçimiyle çıplaktır. Peki, ben şunu mu söylüyorum; keşiflerin sonu kötüdür? Sanırım bu sorunun cevabı keşfedilene nerden baktığımıza da bağlı biraz. Bir kâşifsek heyecan verici olabilir fakat yeni dünyada bir yerliysek o zaman korkunç bir şeydir. Çünkü gören der John Berger, aynı zamanda da görülendir. Keşfedilen de keşfeden de olayın içindedir. Kâşiflik tek tarafı olan bir kurum değildir. Bu durumda gördüğümüz ya da keşfettiğimiz de bizden bir parçadır tıpkı Havva'nın Âdem'in kaburgasının bir parçası olduğu gibi.

Hayat okumamız gereken bir kitaptır ya da iki kapaklı bir handa....!

  • Sanırım işin uzay kısmını saymazsak dünyamızda keşfedilecek bir yer kalmamıştır ya da içinde bulunduğumuz dönemde tarihsel anlamıyla bir seyyahlık, kâşiflik kurumu yoktur. Bu noktada Aristo'nun söylemi olan dünya okumamız gereken bir kitaptır metaforuna tersten bir bakışla yaklaşabiliriz. Önermeyi yeniden kurarsak eğer, kitap okumamız gereken yeni bir dünyadır. Âşık Veysel'den mülhem "İki kapaklı bir handa gidiyorum gündüz gece" de diyebiliriz. Öyleyse günümüzün seyyahları, kaşifleri, okur ve yazarlardır. Manguel'in dediği gibi "Bizler toplumun kurallarına uyması gereken sosyal hayvanlar olsak bile, dünyayı sözcüklere dökerek, o sözcüklerle deneyimlerimizi yeniden canlandırarak yeni baştan tahayyül ederek öğrenen bireyleriz de aynı zamanda." Burada yeni baştan tahayyül etmek konusunu önemsiyorum. Çünkü Aykut Ertuğrul'un hazırladığı Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı tam da bunu amaçlıyor.

Yeniden yazmak ve dinlerken dillenmek. Kitabı elinize aldığınızda kitaba emek vermiş öykücülerin bir seyyahın, kâşifin sözcüklerinin arasında yürürken onların yarattığı evreni yeni baştan bize aktarma çabası içinde olduğunu göreceksiniz. Fakat bunu resim sanatındaki gibi bir röprodüksiyon çalışması olarak görmemelisiniz. Çünkü ortada bir yeniden yaratma girişimi bulunuyor ancak bir başka gözün gördüğü şekliyle... Şöyle ki Calvino'nun Görünmez Kentleri'ni okurken biliriz ki bu bakış Calvino'ya aittir Marco Polo'ya değil. Çıkış noktası Marco'nun uzak doğuya yaptığı yolculuğun olması pek bir şey değiştirmez. Çünkü Calvino keşfedilmiş, görülmüş olanın dil içindeki mimetik oluşumunun başka bir kopyasını ortaya koyarken aslında ilk keşiften bağımsız bir eser yaratıyor. Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı da okurken hissettiğim kadarıyla bunun peşine düşmüş durumda. Bizim kâşiflerimiz kuruldukları koltukta dünya gezisine çıkıyorlar. Bu imkânı onlara metin sunuyor. Çünkü metin onlar için görülecek coğrafyaları yaratmış ve fiziksel yolculuğun getirdiği bütün sıkıntıları bertaraf etmiştir artık.

Calvino

Ben kitaptaki öyküleri hangi yazarın hangi keşif ve kâşiften ya da seyyahtan yola çıktığını bilmeksizin okumuş olsam da bazı tahminlerimi de yapmak istiyorum. Okurken yaptığım tahminler özellikle bazı yazarların öyküleri için aşırı yoruma kaçmış da olabilir fakat yazarlarımız/seyyahlarımız/kâşiflerimiz bunun için beni affetmese de olur çünkü ben okurum ve kitap artık tamamen benim ve okurken bazen yorumu köpürterek keyiflenmek de fena bir şey değildir. Güray Süngü'nün "Cenneti Arayan Adam" öyküsünü Saramago'nun Bilinmeyen Ada'sına yakın buldum ama o değildi, kesinlikle yeni bir öyküydü ve kesinlikle ağzımda yeni bir tat bıraktı. Ertuğrul Emin Akgün'ün "Gagarin Aile Paradoksu" ise bana göre en iyilerdendi. Gagarin'i herkes bilir ama okuduğunuzda da göreceksiniz ki Gagarin aslında o sizin bildiğiniz kişi değilmiş. Betül Sezgin'in "Evcara"sı tahminlerime göre yeni dünyadan Britanya'ya getirilmiş Pokahantas'ın biraz Arrival, biraz Gagarin soslu o güzelim öyküsünü sunuyor bize.

Emin Gürdamur çok iyi bir anlatıyla Mantık-ut Tayr'daki Şeyh Sanan hikâyesini bir kurtçuğun gözleriyle önümüze sererken anlatıcı kurtçuk Manguel'in modern seyyah imgesine de çok yaklaştırıyor Gürdamur'u. Çünkü modern seyyah artık bir kitap kurdudur. Ve doymamacasına yer. Öykünün bir bölümünde Gürdamur'un anlatıcı kurtçuğu da bunu doğrularcasına şöyle söyler; benim soyumun zaafı doymamacasına yemektir. Aykut Ertuğrul'un öyküsünde ise Yusuf'u bulacağımı düşünmüş olsam da Wiliam Blake'in Kuzu şiirinden çıkıp yola günümüzün kuyularındaki Yusuf'larına denk geldim. Bana göre bu öykünün William Blake'in şiirleriyle iyi bir paralel okuması da yapılabilir, ayrıca Yusuf kıssası da işin içine sokulmalıdır. Bir başka öyküde İstanbul'da yer bulan bir Truva savaşı da vaktiyle Sulukule'de Romeo ve Juliet'le karşılaşmak kadar güzeldi. Bir de vapurlardaki seyyar satıcılar gerçekten Odyysseus olabilir mi, ya da çağımızın Odysseus'ları onlardır önermesi yapılabilir mi?

  • Bu soruların cevaplarını da okur M. Sami Yıldız'ın öyküsünü okuyunca karar verecektir. Elinizde pusula ve harita bir gözünüz kutup yıldızında bir gözünüz yazarın bıraktığı işaretlerde onun menziline ulaşmaya çalışmak dahi oldukça keyifli. Sami Yıldız'ın öyküsünden bir alıntıyla kitabın poetikasını da size özetlemek istiyorum: "Kişiler değişir, çağlar geçer fakat eve dönmek değişmez." Şunu da son olarak eklemeliyim ki keşif bir sınır ihlalidir. Okyanusun sınırlarını aşamayan yeni dünyaya varamaz; tavşan deliğinden girmeyen Alice, Harikalar Dünyasına ulaşamaz. Sınırları ihlal etmeye niyetli olarak yola çıkanlar ancak seyyahlar ve kâşiflerdir. Kurmaca yazarları da sınırları ihlal etmelidir, yolda olmak her türlü sürprize açık olmak, tahmin edilemez olmaktır. Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı bu yönüyle de okunmalıdır; sınırları aşanlar, aşmaya yakın olanlar ve aşamayanlar olarak...

Neye niyet?

Esprili bir biçimde sorarsak, Aykut Ertuğrul ve Güray Süngü'nün öncülüğünü yaptığı bu grup ve gruplar ne yapmak ve nereye varmak istemektedirler? Amaçları nedir ve neye hizmet etmektedirler? Güray Süngü'yü de andım zira korkut ata ne söyledi kitabından mülhem bu tip çok yazarlı eserleri birlikte hazırlıyorlarmış gibi bir algı oluştu. En azından benim için durum böyle. Aslında insanlar dostlarıyla, arkadaşlarıyla bir araya gelince farklı şekilde eğlenirler. Kimisi halı sahada top oynar, kimisi kahvede iki el okey çevirir. Kimisi de tercihine göre meyhanede iki tek atar. Aykut Ertuğrul ve arkadaşlarıysa bir araya gelince sanırım enteresan konular belirleyip öykü yazıyorlar. Seyyahlar ve Kâşifler Kitabı eğer ben gözden kaçırmadıysam bir araya gelip oluşturdukları üçüncü eser oldu. Daha önce de Korkut Ata ne Söyledi ve Acaib-ül Mahlûkat kitaplarını ortaya çıkarmışlardı. Sanırım bu kitap da sonuncu olmayacak. Peki, yeniden sorarsak neye niyet?

Sanırım bunun cevabını Acaib-ül Mahlûkat için yazdığı önsözde Aykut Ertuğrul en net hâliyle veriyor. "Post Öykü dergisinin ilk sayısını çıkarırken çeşitli konularda öykü atölyeleri düzenlemek konusunda kararlıydık. Çünkü sınırların yaratıcılığı tetiklediğini düşünüyorduk... Her büyük hikâye başka bir anlatıcı tarafından yeniden tanımlanmayı beklemez mi? Onu ölümsüzleştiren zaten tam da bu ezeli yarımlık hâli değil midir?" Mantık'ut Tayr ya da Kuşların Dili'nde kuşlar bir araya gelirler ve Kaf dağının ardına doğru bir yolculuğa çıkarlar. Bu hikâyenin/mesnevinin gelişimini ve sonunu bir vesileyle coğrafyamızda yaşayan birçok kişi okumuş ya da duymuştur. Öykü eğer bu mesnevide geçen Simurg ise Aykut Ertuğrul ve arkadaşları anladığım kadarıyla Kaf dağının ardındakine ulaşmak adına bir yolculuğa çıkan kuşlardır. Dedim ya hikâyenin sonu malum.

Sonsöz

Murat k. Murat'tan, Handan Acar Yıldız'a M. Fatih Kutlubay'dan Gülşen Funda'ya, Bülent Ayyıldız'dan Mustafa Aplay'a, Güzide Ertürk'e, Emre Ergin, Erhan Genç ve Mahmut Coşkun'a ve diğer yazar arkadaşlar, öykülerini yazımda anamadığım için beni affetsinler. Çünkü hepsi birbirinden kıymetli bu isimler tek tek de yazmış oldukları öyküleri üzerinden incelenmeyi hak ediyor. Son olarak da okura bir öneriyle yazımı noktalamak istiyorum; kitaptaki öyküleri okurken Loreena Mckenitt'ten "The Journey So Far – The Best of Loreena Mckenitt (Deluxe Edition) albümünü dinleyiniz; öyküler için en iyi atmosferi size sunmaya namzet bir albümdür. Biliniz ki öykü yazmak bir atmosfer yaratmaksa eğer öykü okumak da o atmosfere girebilmektir.