Hasan Harmancı ile söyleşi

AYKUT ERTUĞRUL
Abone Ol

Meselem biraz şu. Bir yerleşim birimi üzerinden Türkiye’nin gerçekliğini anlatabilir miyim? Benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği Şeker-Tekke benimle birlikte büyüdü değişti ve en sonunda toplu konut vs. tatavası sebebiyle yok oldu. Ama ben yok olmadım. Biz yaşamaya devam ediyoruz. Ama bu mahalleler gözden kayboluyor.

Aykut Ertuğrul: Kitabın daha yeni çıkmış olmasına rağmen ilgi gördüğünü söyleyebiliriz. Yani günümüz Türkiye’sinde bir öykü kitabı ne kadar ilgi görebilirse o kadar. Bunu neye bağlıyorsun? Sence neden sevildi öykülerin?

Tabii eklemek gerek, sosyal medyadaki tepkilerden edebi kamuda kulaktan kulağa söylenenlerden çıkarıyorum biraz da bunu. Umulur ki bu ilgi dergilere kitap eklerine de yansısın.

Hasan Harmancı: Bir genelleme ile: Şu veya bu sebeple kendimizi yeteri kadar anlatmadığımızı düşünüyorum ben hikâyelerimizde. İlk akla gelen otosansür olabilir. Sahip olduğumuz dünya görüşünün bizi kuşattığı kesin ve buna uymak zorundayız ama bize çizilen sınırı daha da daraltıp yazıyoruz metinlerimizi. Softalık mı demeli buna? Bence demeli... Bunun dışında “bizdeki” değişimin mahiyetini derinlemesine takip etmiyoruz sanki. Bugün kendimizi yazdığımızı zannettiğimiz hikâyelerdeki biz, otuz yıl kırk yıl öncesinin bizi. Ben hikâyelerimde mümkün mertebe çok hızlı değişen bizi anlatmaya çalışıyorum. Sadece tematik anlamda değil; dil, üslup veya kahramanlarımı oluştururken de çabam bu şekilde. Metinlerimde BİM’in geçmesi şaşırtıyor insanları. Ama neden geçmesin ki! Ben 16 yıldır BİM’e gidiyorum, siz gitmiyor musunuz? Yani okurlardan bana gelen tepkiler bu yönde. Sahicilik iltifatı alıyorum çok. (Yanaklar kızardı sanki de :) )

A.E: Eyvallah. Bence de sebeplerden birisi kesinlikle bu: Sahicilik. Hatta yaşarken de sahicilik. Bir de şu yazar pozu dediğimiz şey var değil mi? O pozlara girmemen de yazarken seçtiğin temaların sahiciliği yanısıra yaşarken de sahici (doğallık da diyebiliriz) olmayı önemsediğini gösteriyor. Kendinle alay edebilme, “Biz ne ara buralara geldik?” deyip kendi kendine gülebilme yeteneğini kast ediyorum. Peki bazılarınca “cıvık” bulunabilme riski yok mu o doğallıkta?

H. H: Poz, gösteri ve ifşa kelimelerinin hakikatle bir alakası yok. Göstermekten, ifşadan uzak durmak veya poz kesmeyi bırakmak da, bu çağa direnme türü gibi geliyor bana. Yazar pozlarından elbette nefret ediyor ve uzak durmaya çalışıyorum. Ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanan birisi şu veya bu hangi hünere sahip olursa olsun kibirlenme hakkının olmadığını bilir. Bu böyledir, yani misal vasat bir şair veya öykücü kendisiyle bir ev hanımını bir küçük esnafı kıyas yapıp önemli bir konumda görebilir kendisini. Ama burun kıvırdığı o insanlardan birinin emek vererek yetiştirdiği çocuk seni/beni/onu geçerek hep hayalini kurduğumuz metinleri, şiirleri yazacaktır mesela. Bu ve bunun gibi örnekler çoğaltılabilir abi, diyeceğim hayrı ve şerri Allah bilir.

Peki edebiyat dünyamızda durum ne? Meselelerimizin üstünü olumlu veya olumsuz genellemelerle kapatıyoruz biz. İki asırlık problemlerimiz var ama biz bunları iki günde hallederiz diyerek hareket ediyoruz. Yani mevzu bahis genellemelerle çözüyor gibi yapıyoruz meseleyi. Samimi bir şekilde konuşacak olsak metinlerimize gelmemiz gerekecek ilk başta. Kimiz biz? Dostoyevski mi? Şeyh Galip mi? Shakespare mi? Karacoğlan mı? Dante mi? Yunus mu? Değilsek yapacak çok iş var demek. Poz kesmenin alemi yok demek... Nesilden nesile ancak bir yöntemle birlikte yol alabilir ve arzu ettiğimiz yere ulaşabiliriz. Hızın dışında başka herhangi bir şeyin anlamının olmadığı böyle bir çağda dediğim minvalde gidebilmek de iyice zorlaşıyor. Bence konu biraz böyle ama başka bir çözümü olan varsa buyursun pek tabii.

Ben akademisyen ve bir edebiyatçı olarak kibre karşı bir çözüm diye kullanmaya çalışıyorum neşeyi/kendimle alay etmeyi. Bir dergide çıkan hikâyeme veya kitabıma gelen övgülerde yaşadığım ilk his “Ha ha ha, evet, bir Hasan Harmancı kolay yetişmiyor” türünde şeyler oluyor. Şimdi buna gülüyoruz tamam da Efendimiz (sav.) bize diyor ki: “Kendisine iltifat edildiğinde bundan hoşnut olmak, eleştirildiğinde ise rahatsız olmak münafıklık alametidir.” Ürkütücü di mi? Ben de ürküyorum işte ve sanırım konu kapandı.

Yani gündelik hayatımda veya hikâyelerimde doğallık benim dinamom. Rahatlığım hareket ettiriyor beni. Bir yerden başka yere götürüyor. Küçük bir manevra ile paramparça olacak bir vakar yok bende. Vakar kibir ile karışabilir hemencecik, neşe de bayağılıkla elbette. Şimdi yani her zaman gülelim mi? Hayır tabii... Cenaze evinde gülünmez, düğünde ağlanmaz falan yani. Aksi hâlde “Kızda gözün mü vardı yavşak!” diye döverler adamı. Ha çözüm de bu eşitlikte bence. Ciddiyet de lazım ama her zaman her yerde değil. Tıpkı neşe gibi. Yeri geldiği zamanlar belli yerlerde işte. Bu dengeyi tutturursak paçayı kurtarırız abi. (Buradaki mevzu bahis denge aklımıza gelebilecek tüm alanlar için söz konusu.)

Bugün (bana göre) herkes fazlasıyla ciddi olduğu için benim gibiler çok fazla neşeli veya birilerine göre cıvık gelebilir. Belki biz fazla şakacı değilizdir de sizler kendinize fazla önem atfediyorsunuzdur falan filan yani. Kendi adıma cevaplayacak olursam, demirden korkan bir insan değilim dolayısıyla tren benim için mevzu bahis olamaz. (Nitekim kesin sonuçların açıklanması bu dünyada değil öbür dünyada ve hüküm verecek olan Allah)

A.E: Aslında sorarken yazarken ve yaşarken samimi olabilmek vurgusunu tam da bu yüzden yaptım. Biri ötekinden ayrılabilir değil.

H.H: Aynen öyle. Yazar en başta yazdığı metne karşı samimi olsa. Bu mevzu baya bi uzun tabii. Bizim sürekli “Din nasihattir” çevirisi ile işittiğimiz hadis hepimizin malumu. Burada geçen nasihat kelimesinin samimiyet anlamı da var. İnsanlara fikir vereceksen, onları uyaracaksan bile samimi olmak zorundasın. Biz sadece öğüt verme anlamına vurgu yapmışız, yapıyoruz. İşimize bu geliyor çünkü. Çevremizde üç beş kişi bulunca, klavyenin başına geçince kolay olanı tercih ediyoruz. Samimi olma emek gerektirir. Özü kaçırılmış bir nasihat öyle değil tabii. Egolar rahat orada, çene çalmak serbest. Gerçekten samimiyetle konuşmaya başladığımızda ise aslında o kadar öğüt verecek bir halimizin olmadığını görüyoruz. (Çene kapanıyor biraz, atılan tweet sayılarında azalma görülüyor, yani olması gereken oluyor.)

Ben fakültede öğrencilerime akademisyen pozu kestiğimde mesela, benden uzaklaşıyorlar. Bakış açıları ya “bu adam nirvanada ben onun gibi olamam” diyorlar, ya da “kendini beğenmiş” deyip mesafeyi koyuyorlar. Halbuki diğer meseleler bir tarafa onların dil öğrenmeleri için bile beni sevmeleri veya en azından benden nefret etmemeleri lazım. Benim onlara dil öğrenmenin, bir yazar olmanın, çeviri yapmanın mümkün şeyler olduğunu anlatmam lazım. Zamanında tıpkı onlar gibi hatalar yaptığımı, veya hâlâ pek çok hatamla da boğuştuğumu, yani mümkünler dâhilinde bir insan olduğumu anlatabilirsem gerçekten bir diyalog başlıyor. Bütün bunlar ancak iletişimle, iletişim de hoca-öğrenci arasındaki samimiyetle oluyor falan abi.

A.E: Al benden de o kadar. Hem düşmesin diye sürekli bir elin maskendeyken ne kadar ilerleyebilirsin ki? Kitaba dönelim. Nedir bu Şeker Tekke efsanesi? Bir semtten bir efsane ürettin. Kafka’nın Prag’ı Dostoyevski’nin Petesburg’u, Tanpınar’ın İstanbul’u, Joyce’un Dublin’inin yanına Hasan Harmancı’nın Şeker Tekke’sini mi koymamızı istiyorsun, amacın ne?

H.H: Meselem biraz şu. Bir yerleşim birimi üzerinden Türkiye’nin gerçekliğini anlatabilir miyim? Benim çocukluğumun ve ilk gençliğimin geçtiği Şeker-Tekke benimle birlikte büyüdü değişti ve en sonunda toplu konut vs. tatavası sebebiyle yok oldu. Ama ben yok olmadım. Biz yaşamaya devam ediyoruz. Ama bu mahalleler gözden kayboluyor.

Bu kaybolup giden mahalleler neresiydi, sakinleri kimlerdi? Hemen söyleyeyim, 1950’lerden itibaren köylerinden bir zorunluluk sebebiyle şehirlere göç eden insanların yaşam alanlarıydı. Kurulmaları nasıl düzensiz ve hızlı olduysa gözden kaybolmaları da o şekilde oldu. Bugün yüksek katlı binaların ortaya çıkışı da farklı bir süreç değil aslında. Ben, değişen mahalleler üzerinden o bizi yazmaya çalışıyorum. Bugün mevzu bahis “biz” edebiyatta, siyasette, iktisatta hayatın hemen her alanında en çok yer işgal eden insanlar işte. İyi veya kötü gündelik hayatın dinamosu olan bir kesim.

Şimdi Batı söz konusu değişimi birkaç asra yaymış mesela, Türkiye zip yapmış/yapmak zorunda kalmış. Bizdeki modernlik çok nev-i şahsına münhasır. Çünkü insanlık tarihinde bu kadar değişimi birkaç on yıla sığdırmış başka bir millet yok. Bir sorun olan bu hızlı değişimin tespit ve tahlilini de hızlı yapıyoruz biz. Şöyle sorunlar çıkıyor: Bir aklı evvel “Arabalarını çocuklarından daha çok seven babalarımız” gibi cümleler kuruyor. Tabii bu tip çıkarımlar Ot dergisi okuyan gençlerin hoşuna gidiyor ve söz konusu roman yüz bin satıyor falan filan. Bildik hikâye işte. Konu şu: Bir metaya çocuğundan daha çok değer veren bir adam ömrünü onların başında geçirmez abi. En ağır işlerde çalışıp geçim derdinin ortasına atmaz kendini. İlk yapacağı iş ailesini bırakıp gitmektir. Tıpkı Batı’daki gibi. Bugün Avrupa’da yaşayan insanların yüzde ellisi babasını tanımıyor veya Finlandiya’da babaların kızlarını taciz oranı yüzde elli. Peki bizim babalarımız süper midir? Ya elbette eksiklikleri vardır ama bu merhametsizlik değil asık suratlılık olabilir. Mesela yanlış bir şekilde bu nesil “Erkek dediğin suratını asar oturur” falan diye yetiştirilmiştir. Veya çocukluğunda kağnı peşinde tarlalarda koşarken orta yaşlılığında otomobil gibi bir icatla karşılaşmanın şaşkınlığıdır.

Bu kendine haslığın/hızlı değişimin peşindeyim. Konum tespiti gibi geliyor hikâyelerim dışarıdan bakınca. Memleketin ve insanın konumunu mahalle gibi minimal bir ölçek üzerinden keşif çabası. Şeker-Tekke derken mesele Türkiye’nin bütün sokakları yani. Samsun, Antep, Sivas, Urfa, Erzurum veya İstanbul’un taşra olan semtlerinden hikâyelerimi okuyanlar “Bu benim hikayem” diyorlar. Ben de onlara diyorum ki, “Gardaş, senin hikâyen benim hikâyem mi var?” (Hikâyeci tam burada kendi kendine gülüyor.) Şaka bir yana maksat biraz hasıl oluyor gibi. Elbette bunlar komple hepimizin hikâyesi.

A.E: Söyleşi watsaptan olunca uzunluğu kestiremiyorum. Galiba son sorum. İlk sorum olmalıydı belki de. O hep sorulmasını beklediğin soru geliyor: Harmancı kardeşlerin en küçüğü olmak bir tedirginliğe telaşa sebep oldu mu? Önünde iyi iki öykücü ağabey olması seni nasıl etkiledi?

H.H: Kitaptaki filozof öyküsü -içerisindeki mübalağaları da atınca- biraz benim hikâyemdir abi. Ben bu yola -hadi filozof falan haddime değil de- sıkı bir düşünür olurum hayali ile çıkmıştım. Olmadı! (Hikâyecinin gözleri tam burada doluyor az az :)) Abi ben üniversitede Proust, Joyce, Musil değil Bacon, Descartes, Kant falan okuyordum. Kafaya koymuşum sosyal bilimlerde mühim eserler vereceğim. Felsefenin dışında da pek çok alandan kitaplar vardı masamda. (Büyük bi adam olmanın gereğiydi bunlar :)) Mezuniyete yakın okumalarımda ziyadesiyle dağıldığımı fark ettim. KPSS, KPDS, LES, ÜDS falan derken bizim filozof olma hayali yattı gitti anlayacağın. (Bu sefer gülüyor hikâyeci :))

Konumuz hikâyeci abilerim. Ya benim hikâye türünde yazmam falan çok geç oldu. İlk başlarda da çok az yazıyordum abi. Bu türde ilk eserleri vermeye başlayınca bir ucundan yaş biraz kemale (29) ermişti. (Onlar muhtemelen on dokuz yaşında başladılar bu türde yazmaya. Teorik çalışmaları da çoktur bu alanda.) İki hikâyeci abiye sahip olmak ne demek ilk kitap çıkınca (2017) düşünmeye başladım yani. Onların kitaplıklarını ortaokul lise yıllarımda karıştırma imkânı güzeldi mesela. (Çalma çırpma kesinlikle yok :)) Yeri geldiği vakit yazdıklarıma hızlıca cevap almak bir avantaj oldu elbette. Ama mesela bir araya geldiğimizde edebiyat kuramı örneğin Todorov falan konuştuğumuzu hatırlamıyorum. (Genellikle geyik yaparız.) Bizi tanıyanlar hem hikâye, hem görünüş, hem de karakter olarak birbirimize benzetmezler. Ben zaten pek alaysı tavırlarımla apayrı bir konumdasjhsjshs :) Abi hikâyemde etkilerine başkası baksın karar versin ama ben iki dünyada duacılarıyım, canımdır ikisi de. Onlar da benim böyle biraz anormal bir kardeş olduğumu kabullenirlerse... (Ya şimdi baktım da baya parantez açmışım bu soruya :))

A.E: Eyvallah :) Son olarak tezgahta bir şey var mı? Post Öykü okurlarına diyeceğin?

H.H: Post Öykü okurları da bilirler biraz, benim mutfakta hep gofret olur: Şölen Triplex :) Bu Hasan Harmancı klişesinin ardından çalıştığım falan herhangi bir şey olmadığını belirteyim. Benim biraz iş yoğunluğu ve baya bi üşengeçliklerimden dolayı erteliyorum yazma işini. Kafada yazmayı düşündüğüm iki öykü var. Şubat tatiline erteledim mesela. Bir de bu kitap için aldığım notlar var. Baya bi yekün tuttu ve hepsini kullanamadım tabii. Bu karman çorman notlardan ne çıkacak, bende bir merak uyandırmıyor değil! Ahmet baba duymasın belki bi novella, Güray abi duymasın bi ihtimal roman falan filan :) bunu da yaza erteledim, nasipse.

A.E: Teşekkür ederim abi.

H.H: Abi, Whatsapp’tan iki kelime yazmaya üşenen birine yaşattığınız bu tecrübe için asıl ben teşekkür ederim.