Hayaller, Gerçekler, Büyücüler ve Soba

GÜRAY SÜNGÜ
Abone Ol

Ursula diyor ki; bildiğin, senin olur. Sobaya dokunursa elinin yanacağını öğrenen çocuk, elinin yanmamasına yarayan büyüyü yapmayı öğrenir; bu büyü; sobaya dokunmamaktır. Ne kadar basit değil mi? Hayır, değil?

Edebiyat benim için uzun bir zaman trajik olanla, kederle, acıyla, var olma çabasıyla alakalıydı. Hayata karanlık bir odadan bakıyordum, oda karanlık olduğundan gözlerim karanlığa alışkındı, dışarıda aydınlık varsa bile, karanlığa alışan gözlerim, o aydınlık bana fazla parladığından aydınlık içindeki hiçbir şeyi doğru düzgün seçemiyordu. Lise çağlarında Şafak Projesi Phobos,Uzayda Satranç gibi bilim kurgu romanları okumuştum ama onlar fazla olay ağırlıklıydı. Olay, hiçbir şeydi. Aslolan, olayın etkisiydi. Bu sebeple mesela Gertrud beni çarpmıştı ve sanattı ama bilimkurgu pek sanat değildi.

Yaş otuzu geçince odadaki karanlık bir nebze dağılıyor malum. Bu aslında her şeyin seninle alakalı olmadığını keşifle de alakalı. Haricen pencere de büyüyor bu yüzden. O zamanlar distopyalara merak saldım. Bir iki yıl içinde yayınlanmış bütün distopyaları okudum muhtemelen. Distopyasını okuduğun yazarın diğer eserlerine de bakıyorsun elbette, bilimkurgu da tercihlerin arasına giriyor. O esnada iki yazarda takılıp kaldım. Bir tanesi Ishak Asimov diğeri ise elbette Ursula K. Le Guin.

Herkes gibi Yerdeniz üçlemesi, hayır beşlemesi (altı mı yoksa) ilk adımdı benim için. Ursula’nın evrenine oradan giriş yaptım. Galiba hoş karşılandım. Zira daha önce okuduğum bilim kurgulara pek benzemiyordu bu romanlar. Yavaştı.

Yavaşlık evet... Kundera bilenler bilir. Yavaşlık önemlidir. Metinde ritim denen şeyi sağlayan şeylerden biri, çok kaba bir tabirle olay-durum dengesidir. Olayın, an içinde yavaş seyri, karaktere ve olayın etkilerine dair kapılar açar okura. Bunu vermeyen, bu güce sahip olmayan eserler ‘sürükleyici’ diye övülür mesela. Oysa ‘sürükleyici’lik pek övülecek bir şey değildir.

Yerdeniz serisinin akabinde, Mülksüzler de çantamda dolaştı bir süre. Bir süre beraber dolaştık. Misal bir mülteci hikayesi yazacaksınız, bunun hareket noktası nedir? Bu hissi hiç yaşadınız mı? (mülteci olma hissini) Herkes yaşamıştır. Ama çoğunluk yaşamadığını zanneder. Yağmur yağdığında bir saçak altına gizlenen her insan, mülteci nedir bilebilir. Yaşadığı şeye ve o şeyi yaşayan kendine derinlemesine bakma iştiyakına sahipse tabii. O zamanlar farkında bile olsam bu şekilde ifade edebileceğim bir mesele değildi bu. Bazı şeyleri neden yazdığımı bilmezdim mesela. Bu mesele nereden aklıma geldi, neden kendimi bu kadar acıtarak yazdım bunu. Sonradan anlıyorsun, bir şeyi kendinin ne kadar derinlerinden çıkarıyorsan, o kadar acıtır, ve seni ne kadar acıtırsa o hikaye, okuyan da senin acından nasibine düşeni alır. Bu sebeple bir mülteci hikayesi yazmak için dışarıya, bir pazar çantasıyla yurdunu terk etmek zorunda kalanlara bakmak yetmez. Onların kalplerini kavramak için kendi hayatındaki sığınmalara da bakman, onları bulman gerekir. Evet, böyle yapınca çoğunlukla mutsuz bir insan olarak yaşarsınız, ama huzur mutlulukla alakalı değildir.

Bunların Ursula ile ne alakası mı var?

İnsan neden metafor inşa eder, neden alegori kurar? Ben mesela bir roman kurgulamıştım. İki çiftlik anlatacaktım. Birisi daha zengin, birisi ise yoksul. Zengin, yoksulu kullanacaktı filan. O çiftlik insanlarını birbirine düşürecekti, işler yürümez haline gelince o çiftliğin topraklarını onlara bir lütuf gibi işlemeye başlayacaktı. O çiftlik halkı da bundan mutlu olacaklardı, onlar olmasa aç kalacaktık filan diyeceklerdi. O çiftliklerden birisi bir ülkeyi diğeri başka bir ülkeyi temsil edecekti aslında. Mülksüzler’i okuyunca bu taslak çöpe gitti tabii. Çünkü aslında çok fazla hikaye yok anlatılacak. Aynı hikayenin sonsuz versiyonu var. Benim roman taslağım belki hiç de gerçekçi değil. Çünkü çiftliklerden birisi bir ülkeyi, diğeri de başka bir ülkeyi diyorum ya, o ülkeler belli ise, roman gerçekçi kabul ediliyor. Oysa o ülkeyi o ülke yapan sistemden, anlayıştan bahsetmek istiyorsun sen, bunun için zaten Fransa, Cezayir demiyorsun da çiftlik ya da gezegen diyorsun.

Ursula da gerçeklerden bahsetmiyor hiç. (Burada Ursula ile kendimi denk gördüğüm dikkatlerden kaçmasın ) Oysa bir roman, anlattığı olaydan mı ibarettir, o olayın dayandığı olgu mudur aslolan? Sömürgecilik mesela. Ne zaman başlar? Mülteci olmak nedir, bunu yağmurda saçak altına sığınmaktan başlatabiliriz dedik. Sömürgecilik de mesela, sınıfta fazla kalemi olan birinin, fazla kalemini bir ders için verdiği kalemsiz birinden, sabahları ilk selam veren olmasını beklemesiyle başlamaz mı? İnsan bunu fark ettiği zaman, fazla kalemi olana Anares gezegeni der, kalemsiz olana da Uras. Elbette, müthiş bir hayal gücü ile gezegenleri, karakterleri ve her şeyi başka olgu ve olaylarla da ince ince kurgular. Elbette Mülksüzler bu bağlamda bir eser olmanın ötesinde. Sömüren ve sömürülen yok ortada, kaynaklarını tüketmiş bir dünya, yeniden kurgulanan dünya benzeri bir dünya, yeniden kurgulanan ütopik bir dünya var işin içinde. Ütopik dünyanın sunduğu bir sistem, tıpkı dünyanın kendisini tüketmesi gibi yeniden kurgulandıktan sonra da kendisini tüketen dünyanın kendisini yeniden tüketmesine neden olan sisteme yapılan eleştiri ve bir öneri. Ama eserler bize bir şeyler öğrettiği veya haz verdiği kadar, bizde bazı kapılar da açarlar. Ursula K. Le Guin bende nasıl bir kapı açtı, ben bundan bahsetmeye çalışıyorum.

Daha önce okuduğum bilim kurgu romanlarında pek de rastlamadığım bu şey, bir romanın olaylarının bildiğimiz, tanık olduğumuz en temel sorunları tartışacak şekilde gerçeküstü kurgulanması, ilk bakışta çok hayali şeyler olarak görünürken, aslında insanın yaşam macerasındaki en köklü meseleleri ele alıyor olması bir keşifti benim için. Bu keşfi yaptıktan sonra, bazı şeyleri neden yaptığını da anlamlandırabilir hale geliyor insan. Bu keşfi yaptıktan sonra, okuduğu eserlere de başka bir gözle bakmayı öğreniyor insan. Halının altına bakmayı öğreniyor bir nevi. Odanın kuytu köşelerine. Hayatın saçak altlarına. Kendi dehlizlerine. Bunun yanında algını esnet, zihnini özgür bırak dedirtiyor insana. Hayal ediyorsun zaten çocukluğundan beri, başka türlü yaşamasını bilmiyorsun, ama birileri sanat bu değil, toplumsal meseleler yok filan diyecek diye gözünün önündekilerden başka hiçbir şeyden bahsetmemeye seni bağlayan prangalardan kurtuluyorsun. Çünkü gözünün önündekileri anlatmanın tek yolu, gözlerin görebildiği şeylerden ibaret değil. Yerdeniz serisindeki büyücüleri düşün. Bir şeyin sadece gerçek ismini bildikleri zaman ona büyü yapabiliyorlar. Bir şeyin gerçek ismini bilmek. Bir şeyi gerçekten bilmek. Bunun ne demek olduğunu bildiğimiz zaman, onunla alakalı büyü yapabilmek ne demektir, bunu da anlıyoruz. Yani, aslında büyü filan yok. İsim de yok. Büyücü zaten yok. Ursula diyor ki; bildiğin, senin olur. Sobaya dokunursa elinin yanacağını öğrenen çocuk, elinin yanmamasına yarayan büyüyü yapmayı öğrenir; bu büyü; sobaya dokunmamaktır. Ne kadar basit değil mi? Hayır, değil?